22
III. Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Sempozyumu
İnsan Hakları terimi ile kastedilen haklar ne kadar düşünürden düşünüre farklılık arz etmekle
beraber, etnik köken, dil, inanç farklılıklarına bakılmaksızın, insanın insan olmasından kaynaklanan
hakları olarak kabul edilir (Bal, 2004; 82).
İnsan haklarını açıklayabilmek için öncelikle `hak` kavramını anlamak gerekmektedir. Hak, hem
ahlaki hem de hukuki niteliğe sahip bir kavramdır. Ancak her iki alanda da hak `bir kişi, bir kurum veya
bir şey üzerindeki gerekçelendirilmiş bir iddia veya talebi` ifade etmektedir. Bir hak iddiası, bu iddiada
bulunan kişinin hakkın konusundan yararlanma yetkisinin genel veya özel olarak tanınması, ona saygı
gösterilmesi talebini ifade eder (Balcı, 2014; 488).
Günümüze kadar genel kabul görmüş, birbirleri ile doğrudan bağlantılı dört insan hakları
kuşağından söz edilmektedir. Bunlardan ilki, birinci kuşak haklardır (klasik haklar). 17. ve 18.
Yüzyıllarda gelişmiştir. Bu gelişmede Amerikan ve Fransız devrimlerinin etkisi vardır. Yaşama hakkı,
kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, seçme ve
seçilme hakkı bu haklardan başlıcalarıdır.
İkinci grupta ikinci kuşak haklar (sosyal haklar) yer almaktadır. Bu haklar 19. ve 20. Yüzyıllarda
gelişmiştir. Yalnızca özgürlük değil, aynı zamanda devletten bir hizmet isteme yetkisi veren haklar
niteliğindedir. Bu hakların başlıcalaları, sendika kurma hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı, toplumsal
güvenliğin sağlanması hakkıdır.
Üçüncü kuşak haklar (dayanışma hakları) ise 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, insanlık
tarihinde gelişen yeni soru alanları ve bu sorun alanlarını aşmaya dönük talepler çerçevesinde oluşmuştur.
Üçüncü kuşak haklar, tüm insanların dayanışmasını gerektiren haklar niteliğindedir. Self-determinasyon,
çevre hakkı, barış hakkı, insanlığın ortak mirasına saygı hakkı üçüncü kuşak haklar arasındadır.
Dördüncü kuşak haklar ise, gelişmekte olan haklar olarak adlandırılmaktadır. Teknolojik alanda
yaşanan gelişmelerin yanı sıra, insanlık tarihinde yaşanan gelişme ve değişimlere paralel olarak, hakların
niteliği de zamanla değişebildiği gibi, yani hakların gelişimi de söz konusu olabilmektedir. Örneğin,
bilimin kötüye kullanılmasının önlenmesi çerçevesinde insan kopyalamayı yasaklayan belgeler (Avrupa
Konseyi Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması
Sözleşmesine Ek İnsan Kopyalanmasının Yasaklanmasına İlişkin Protokol - 1997) bu haklara örnek
olarak verilebilir (Balcı, 2014; 490).
Demokrasi ve serbest ticaretin sözcülüğüne soyunmak, liberal kurumsalcıların uluslararası teoriye
kazandırdığı başka bir fikrin ipuçlarını vermektedir. Liberaller iç siyasi düzenlerin meşruiyetinin,
hukukun üstünlüğünün sağlanması ve devletin vatandaşlarının insan haklarına karşı saygılı olması şartına
bağlı olduğuna inanmaktadır.
Temel insani ihtiyaçlara yönelik atıflar antik Babil dönemine ait kanun metinlerine ve Budist,
Konfüçyan ve Hindu metinlerine içkindir; fakat yine de insan davranışlarının ortak standartlarını
düzenleyen evrensel ilkelerden ilk olarak açıkça bahsedilmesine batılı ülkelerde rastalanmaktadır.
Evrensel insan hakları fikrininin kökenleri; doğal hukuk geleneği, Batı`da Aydınlanma döneminde
`insan hakları` tartışması ile devletin keyfi uygulamalarına karşı mücadele veren bireylerin tecrübelerine
dayanmaktadır. 1215`teki Magna Carta ve 1689`da İngiliz Kamu Hukuku ve İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi`nin ilanı ne kadar önemliyse, Grotius (Milletler Hukuku), Rousseau (Toplumsal Sözleşme)
ve Locke`un (Halk onayı, Egemenliğin Sınırları) hukukta temel insan haklarının geliştirilmesine yönelik
yaptıkları entelektüel katkılar da bir o kadar önemlidir. İnsan hakları ilk olarak 1776`da Amerikan
Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789`da Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi`nde (`tüm insanlar
özgür ve eşit haklarla doğmuştur) telaffuz edilmiştir (Burchill, Linklater ve diğerleri, 2014; 100-101).
17. ve 18. yy.da İngiliz, Franız ve Amerikan toplumlarındaki liberal devrimlerin bir kısmı olarak
geliştirilmiş olan hak teorileri, günümüzün küresel adalet ve insan hakları kaygılarının felsefi temelleri
olarak önemlerini muhafaza etmektedir. İnsan hakları ilklerinde mutabık kalıp bunların bağlayıcılığını
ilan etmek, pozitivist bakış açısıyla da uyumludur. Buradan bakınca haklar, insan doğasının bir parçası
olarak kabul edilse de edilmese de varlıkları medeni haklar içinde pozitif bir eylem olarak ilan edebilir.
Nitekim devletler anlaşmaları, bu etkiye sahip olacak şekilde onayladıklarında insan hakları uluslararası
hukukun parçası olarak bağlayıcı olur.
İnsan Haklarının evrenselliğine ilişkin Kantçı, doğal, faydacı, dini veya diğer terimlerle yapılan
entelektüel gerekçelendirmeler bizi tatmin etmiş olsa da olmasa da İkinci Dünya Savaşı`nın sonundan bu
yana meydana gelmiş olan bazı pozitivist yapılanmaları göz önüne almalıyız. Bunlar gelişmekte olan,
bazıları uluslararası hukukun bağlayıcı özelliğine sahip olan insan hakları ilkeleridir. Bu hakların birçoğu
23
Agil MAMMADOV/Uluslararasi İlişkilerde İnsan Haklari Sorunu
1948`de BM Genel Kurulunda onaylanan Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi`nde belirtilmiştir (Viotti
ve Kauppi, 2014; 472-473).
İnsan Hakları düşüncesinin temelinde devlet iktidarının sınırlandırılması vardır. Tarih boyunca
ortaya çıkan insan hakları ihlalleri de çoğunlukla ya devletler tarafından bizzat gerçekleştirilmiş ya da
devletlerin insan haklarının korunması konusunda gerekli siyasi iradeye sahip olmamamaları yüzünden
ortaya çıkmıştır. Bu sebeple, insan haklarının korunması esas olar devletler düzeyinde sağlanmaktadır.
Devletin bireye müdahele edemeyeceği alanlar ya da devlet müdahelesinin sınırları insan hakları
hukukunun konusudur. Başlangıçta iç hukuk konusu olarak değerlendirilen insan haklarının korunması
giderek daha fazla oranda uluslararası hukukun konusu haline gelmiştir. Devletler arasındaki kültürel,
sosyo-ekonomik, politik ve ideolojik farklılıklar evrensel insan hakları normlarının kabulünü ve
uygulanmasını zorlaştırmışsa da, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere evrensel ve bölgesel örügtlerin
hatta hükümet-dışı örgütlerin insan haklarının korunmasında etkinlikleri sürekli olarak artmıştır.
Uluslararası örgütlerin özellikle insan haklarına ilişkin normların oluşma ve bu normların uygulanması
konusunda önemli katkıları olmuştur. Günümüzde esas olarak Birleşmiş Milletler ve bölgesel örgütler
çerçevesinde oluşan koruma “ uluslararası insan hakları sistemi” olarak adlandırılmaktadır (Balta, 2014;
352).
İnsan hakları amaçlı dış politika temelde dört hedefi sözkonusudur: Bunlardan birincisi, insan
haklarını uluslararası ilişkilerin gündeminde tutmaktır. Günümüzde ülkeler, en azından yaptığı
açıklamalar ve deklarasyonlarla bunu yerine getirmektedirler. İkincisi, insan haklarına yönelik olarak
standart geliştirmedir. Insan Hakları Evrensel Beyannamesi`nden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve
AGİT İnsan Hakları Belgeleri`ne kadar bir çok insan hakları enstrümanlarının varlığı, standart koyma ve
geliştirme hedefi bakımından bir problem olmadığının göstergesidir. Üçüncüsü, insan hakları
mekanizmalarının geliştirilmesidir. Yine, BM İnsan Hakları Komisyonu, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi ülkelerin insan hakları entegrasyonlu dış politika çıktıları olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dördüncüsü, standart geliştirme sonucu ortaya çıkan insan hakları normlarının uygulamaya
geçirilmesidir. Bu hedef, insan hakları karnesi kötü olan diğer hükumetlere etki yapmayı içermesi ve
çifte-standart anlayışını beraberinde getirmesinden dolayı, insan hakları amaçlı bir dış politikanın pratikte
en zor ve problemli olan bir hedefidir (Karaosmanoğlu, 2004; 97).
İnsan Haklarının niteliklerinin neler olduğu ve bunların ne anlama geldiği önemlidir, zira bu
nitelikler insan haklarını diğer ahlaki taleplerden, ahlaki ve siyasi ideallerden ve diğer haklardan ayırt
etmeye yardımcı olur. İnsan Haklarının niteliklerinin konusunda farklı adlandırmalar ve versiyonlar ve
bunlar üzerinde çeşitli ihtilaflar olmakla birlikte insan haklarına atfedilen nitelikler sekiz başlık altında
toplanabilir: a) Ahlaki olma, b) genel olma, c) evrensel olma, d) en üstün ve en güçlü olma, e)
dokunulmaz ve vazgeçilmez olma, f) doğal olma, g) bireysel olma, h) siyasal olma (Uslu, 2015; 363).
Devletler (özellikle liberal demokratik devletler) ve devletlerin oluşturduğu uluslararası örgütler de
son dönemde artık insan haklarına dayalı rejimlerin, uluslararası güvenlik ve barış için gerekli olduğunu
kavramaya başladılar. Eğer uluslararası sistemin temel sorunsalı, barış ve güvenlik ise bunu temin
etmenin yollarından birinin de insan haklarına dayalı ulusal yönetimler olduğu büyük ölçüde fark edilmiş
durumda. Yani, son dönemde artan biçimde ulusal düzeyde insan haklarının ‘durumu’ ile küresel barış ve
güvenlik arasında bir ilişki kuruluyor. Bu ilişki, birçoğunun sandığı gibi, negatif bir ilişki değil, pozitif bir
ilişki. İnsan hakları sorunlarının çözümü hem iç barışı getiriyor hem de küresel barış ve güvenliği
mümkün kılıyor (Dağı, 2004;6).
21. yüzyılda devletlerin tanınması ve egemen olması uluslararası alanda devletlerin kabul görmesi
için yeterli olmamaktadır. Devletin insan hakları politikası ve ülke içerisinde vatandaşlarının insan
haklarını güvence altına almış olması da önem taşımaktadır (Tanrıverdi, 2011; 10).
Sonuç
İnsan hakları kavramının uluslararası düzeye geçişi, milyonlarca insanın ölümüne neden olan İkinci
Dünya Savaşı sonrasında olmuştur. Savaş sırasında faşist rejimler ve Nazi rejimlerince sergilenen insanlık
dışı davranışlar, dünya kamuoyunda büyük bir etki meydana getirmiştir. Siyasal, bilimsel çalışmalarla
insanlık, bu türden insan hakları ihlallerinin önüne geçebilmenin çarelerini aramıştır. İnsanlığın gelecekte
bu türden tehlikelere ve insan hakları ihlallerine karşı korunması konusunda kuvvetli bir bilinç
oluşmuştur. Özellikle yarım yüzyıldan kısa bir süre içinde Avrupa’nın iki dünya savaşının da beşiği
olması, bu savaşlar sırasında insanlığa karşı işlenen suçlar ve bu savaşları izleyen dönemde Avrupa’da