A. İnsanın Biyolojik Zayıflığı
insan varlığını hayvanınkinden ayıran ilk unsur olumsuz bir
nitelik taşır: Kendisini çevreleyen dünyaya uyma süreci
içerisinde içgüdüsel bir düzenlemenin yok denecek kadar az
oluşu... Hayvanın kendi dünyasına uyma biçimi hep aynı
kalmaktadır; içgüdüsel donatımı, değişen bir çevreye başarılı bir
şekilde ayak uyduramadığı zaman, hayvan türü yaşamayı
sürdüremeyip tükenecektir. Hayvan, değişen şartlara ancak
kendini değiştirerek -kendi kendine biçim vererek- uyabilir;
çevresini değiştirerek -yani kendisinden başka bir şeye biçim
vererek- değil. Böylece, uyumlu bir şekilde yaşayabilir;
hayvanlarda çabalamanın, mücadele etmenin bulunmayışı
demek değildir bu; yalnızca şu anlama gelmektedir: Hayvanın
kalıtımla geçen donatımı onu kendi dünyasının iyice belirlenmiş
ve değişmez bir parçası haline getirmiştir; ya çevreye uyacaktır,
ya da tükenip gidecektir.
Hayvanların içgüdüsel donatımı ne derece eksik ve
değişebilir bir durumdaysa, beyni de o derece gelişmiştir,
dolayısıyla öğrenme yeteneği o ölçüde artmıştır. İnsanın ortaya
çıkışı, evrim süreci içerisinde çevreye içgüdüsel bir biçimde
uymanın en aza indiği bir noktada olmuştur denebilir. Şu var ki,
insan kendisini hayvandan ayıran yeni niteliklerle çıkmıştır
ortaya: Apayrı bir varlık olduğunun bilincine varması, geçmişi
hatırlayıp geleceği gözünde canlandırabilmesi, nesneleri ve
eylemleri simgelerle gösterebilmesi; dünyayı kavrayıp anlaya-
bilecek bir aklı ve kendisini duyularının çok ötesine götü-
rebilecek bir hayal gücü olması... İnsan hayvanların en zayıfı, en
güçsüzüdür, ama bu biyolojik zayıflık onun kuvvetinin temeli,
özel insanî niteliklerinin gelişmesinin ilk nedeni olmuştur.
58
B. İnsanın Varoluş Şartlarından ve
Tarihinden Kaynaklanan Çatallaşmalar
(Dichotomy'ler)
Kendi bilincine varma, akıl ve hayal gücü, hayvansal varlığı
belirleyen "uyum"u bozmuştur. Bütün bunların ortaya çıkışı
insanı anormalleştirmiştir, bir tabiat garibesi, bir ucube haline
getirmiştir. İnsan tabiatın bir parçasıdır, onun fizik yasalarına
bağlıdır ve onları değiştirme gücü yoktur, yine de tabiatın geri
kalanını aşmaktadır. Tabiatın bir parçası olduğu halde, tabiattan
ayrıdır; yersiz yurtsuz bir yaratıktır, ama bütün yaratıklarla
birlikte paylaştığı bir yurda (dünyaya) zincirlenmiştir. Gelişigüzel
bir yerde ve zamanda fırlatılmış olduğu bu dünyadan yine
rastgele bir şekilde çıkıp gitmek zorundadır. Kendi bilincine var-
mış olduğu için, güçsüzlüğünü ve varlığının sınırlarını anlamak-
tadır. Kendi sonunu gözlerinin önünde canlandırabilmektedir:
Ölümünü... Varlığındaki çatallaşmadan hiçbir zaman kurtulama-
yacaktır; İstemiş olsa bile, ruhundan kendini kurtarması müm-
kün değildir; yaşadığı sürece bedeninden kurtulması da müm-
kün değildir -ve bedeni onu, yaşamayı ister hale getirmektedir.
İnsana verilmiş olan bir nimet olan akıl da, aynı zamanda,
onun başına dert olmuştur; akıl onu hiç durmadan, çözülmesi
mümkün olmayan bir çatallaşmayı çözmeye zorlamaktadır,
insan varlığı bu bakımdan bütün öteki organizmalarınkinden
farklıdır; sürekli ve kaçınılmaz bir dengesizlik hali içerisindedir,
insan hayatı kendi türünün yaşama kalıbını tekrarlamakla "yaşa-
namaz"; insanın kendi hayatını yaşaması gerekir. İnsan, canı
sıkılma, hoşnut olmama, cennetten kovulmuş olduğunu hisset-
me gücüne sahip olan tek hayvandır. İnsan, kendi varlığı kendisi
için bir problem olan, bu problemi çözmek zorunda bulunan ve
bu problemden kaçıp kurtulması mümkün olmayan tek hayvan-
dır. İnsanın, insanlık-öncesi dönemdeki tabiatla uyum haline geri
23
dönmesi mümkün değildir; tabiatın ve kendi kendisinin efendisi
oluncaya kadar aklını geliştirme yolunda ilerlemek zorundadır.
Aklın ortaya çıkışı, insanın içerisinde, onu hiç durmadan
yeni çözüm yolları aramaya zorlayan bir çatallaşma yaratmıştır.
İnsan tarihinin dinamik niteliği, aklın varlığından ileri gelmektedir.
Akıl, insanın gelişmesine ve aklı sayesinde kendine özgü bir
dünya -içinde rahatça oturabileceği, kendisiyle ve başka
insanlarla uyum içerisinde yaşayabileceği bir dünya- yaratması-
na yol açmıştır. Ama ulaştığı her basamak onu hoşnutsuzluk ve
şaşkınlık içerisinde bırakmış ve bu şaşkınlık da yeni çözüm
yolları aramaya götürmüştür. İnsanda doğuştan gelen bir
"ilerleme itkisi" yoktur; tutmuş olduğu yolda ilerlemesini sağlayan
şey, varlığındaki çelişmedir. Cenneti ve tabiatla olan birliğini
yitirdiği için, sonsuza dek bir gezgin, oradan oraya dolaşan biri
haline gelmiştir. (Odysseus, Oidipus, İbrahim Peygamber, Faust
gibi); ilerlemek ve bilgisindeki boşlukları cevaplarla doldurarak,
bilinmeyeni bilinen haline getirmek için sürekli bir çaba göster-
mek zorunda kalmıştır. Kendisi ve kendi varlığının anlamı
konusunda kendine hesap vermek zorundadır. Kendi içindeki bu
çatlağı, "kesinlik" için duyduğu özlemin verdiği acıyla, kendisini
tabiattan, başka insanlardan ve kendinden ayıran lâneti ortadan
kaldıracak başka türlü bir uyumla kapamaya zorlanmıştır.
İnsan tabiatındaki bu çatlak, köklerini insan varlığından
aldığı için, "varoluşla ilgili"
1
(e>.istential) diye adlandırdığım ça-
tallaşmalara yol açmıştır; insanın yok edemeyeceği, ama karak-
1
Bu kelimeyi, varoluşçuluğun kullanmış olduğu terimleri dikkate alarak
kullanmış değilim. Kitabımın metnini yeniden gözden geçirirken, Jean Paul
Sartre'ın Sinekler ve Varoluşçuluk Bir Hümanizma mıdır? adlı eserlerini
okudum. Herhangi bir değişiklik yapmanın ya da birşeyler eklemenin uygun
olacağını sanmıyorum. Bazı ortak noktalar bulunmakla birlikte, Sartre'ın
görüşleriyle ne derece uzlaştığım konusunda bir yargıda bulunamıyorum, çünkü
henüz Sartre'ın belli başlı felsefî eserlerini okumuş değilim.
60
terine ve kültürüne göre çeşitli şekillerde tepki gösterebileceği
çelişmelerdir bunlar.
Varoluşla ilgili en temel çatallaşma hayatla ölüm arasında
olanıdır. Ölmek zorunda oluşumuz, insan için, değiştirilemeyen
bir gerçektir. İnsan bu gerçeği bilir ve işte bu bilgi onun hayatını
derin bir şekilde etkiler. Oysa ölüm hayatın tam karşıtıdır, ona
yabancıdır ve yaşama olayı ile hiçbir şekilde bağdaşamaz.
Ölümle ilgili her bilgi, ölümün hayatın anlamlı bir parçası
olmadığı ve bizim için ölümü bir olgu olarak kabul etmekten,
dolayısıyla hayatımız söz konusu olduğu sürece, yenilgiyi kabul
etmekten başka yapılacak bir şey olmadığı gerçeğini değiştire-
mez. "İnsan sahip olduğu her şeyi hayatı için verecektir" ve "bil-
ge kişi", Spinoza'nın dediği gibi, "ölümü değil hayatı düşünecek-
tir." İnsan bu çatallaşmayı ideolojilerle inkâr etmeye çalışmıştır:
Ruhun ölümsüzlüğünü öne sürerek, insan hayatının ölümle son
bulacağı gibi acı bir gerçeği inkâr eden Hıristiyanlığın ölümsüz-
lük kavramında olduğu gibi...
İnsanın ölümlü bir yaratık olması, başka bir çatallaşmaya
yol açmıştır: Her insan, insanî imkânların tümünü kendinde
taşıdığı halde, hayat süresinin kısalığı, en elverişli şartlar altında
bile, bu imkânların tam olarak gerçekleşmesine fırsat vermez.
Bireyin hayat süresi insanlığınkine eşit olabilseydi, birey ancak o
zaman tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan insanî gelişmeye
katkıda bulunabilirdi. İnsan soyunun evrimsel süreci içerisinde
rastgele bir noktada başlayıp rastgeıe bir noktada biten insan
hayatı, bireyin tüm imkânlarını gerçekleştirme isteği ile acı bir
şekilde çatışır. Gerçekleştirmiş olabileceği imkânlarla, gerçekten
yapmış olduğu şeyler arasındaki tutarsızlığı insan hiç değilse
belirsiz olarak fark eder. Burada da ideolojiler işe karışırlar ve
hayatın tüm imkânları ile gerçekleşmesinin ölümden sonra ola-
cağı varsayımına dayanarak, ya da bir insanın kendi tarihsel
23
Dostları ilə paylaş: |