bilinçsiz olarak içimizde geliştirmiş olduğumuz ideal maşuk modelinin birdenbire karşımıza
çıkmasıdır. Kadınlara kapıları kapatalı çok olmuştu. Kalbim ile kavlim arasına kapı
koymuştum. Kimya, seneler önce aşka verdiğim sözün sadakatine anahtar olamazdı. Hem
on sekiz yaşın çılgınlığı, hem de altmış sekiz yaşın susuzluğu ile sevmek arasında gelip
gittiğim dalgalarda boğulmak da işin cabası. O çürümeye yol alan yaşlı dünyamın tek
kadını, tek gönül tesellim. İnsan bir başkasına rehberlik ederken dahi bir rehber tarafından
idare edildiğini anlıyor.
Ya beni küçümserse diyordum; ya zayıf bulursa, ya sevmezse? Ama sevginin maskeye
ihtiyacı yoktu. Tektim ve beni bütünümle seviyordu. Sevmeye mahkûmdu. Yalnız beni
sevmişti ve yalnız beni sevecekti. Bu ilk ve son aşkındı Kimya. Ne manidar konuşmuştu. Bir
pınar sesi kadar berraktı, bir kuş cıvıltısı kadar bakir. Aşk insanı gerçekten çocuklaştırıyor.
İnanmış görünen bir adam yapıyor yani.
Gökyüzünde bir Süreyya’dır Kimya; görülen ama ulaşılamayan, yeryüzünde bir Firdevs,
hayran olunan ama yaşanamayan... Kimya mânaya aşiyandır, sırra ayandır. Senelerin
getirdiği hal üzere maneviyat deryasında ilahi aşka açtır, susayandır. Susamışlığı ile
suskundur. Sanki onun beklediği de bendim. Dualarla, rabıtalarla avunmuştur. Meryem
misali sükût oruçları tutmuştur.
Kimya kendini saklamış bir hazinedir. Harami bakışların ihlâlinden sakınmıştır. Kendi
hemcinslerinden bile kendini saklayacak kadar hicaplıdır. Sakınır aynalardan güzelliğimle
kibirlenmeyeyim, o habis hastalığa yakalanmayayım diye. Sadedir Kimya. Asudedir. Asaleti
takvada bulan Fatma’dır. Hayatın şımarıklığına kapatmıştır kapılarını. Nerede bir yetim
yürek görse naif sözlerle ruhları okşar. Yaşıtları çeyiz telaşında iken o, “ahlâktan ve iffetten
daha güzel çeyiz mi olur” der.
Çölde yalnızlığı ile Yaradan’a teslimiyet gösteren Hacer'dir Kimya. İnandığına güvenen,
güvendiğine “neyim varsa sana, yoluna fedadır” diyen vefakâr Hatice’dir Kimya. Dünya
oyuncaklarına tamah etmeyen, hayallerde yaşamayan esas zenginliği iç güzelliğinde gören
bir Rabia’dır Kimya. Dualarında hiçbir zaman dünyalık istemeyen, ömründe bir kez olsun
kendisi için dua etmeyen asaletli bir kahramandır Kimya.
Hangi Kimya sırrını çözebilir di Şems’in?
Hangi Kimya güneşte erimezdi ki?
Mevsim kıştı, medresenin sofası, perde ile bölünerek, bir oda haline getirilmişti. Mütevazı
bir nikâh merasiminden sonra, yeni evlilere bu sofa verildi. Nikâh duamızı Sultan Veled ve
Hüsamettin Çelebi’nin şahitliğinde Mevlâna okudu. Mehir konusu açılmadı, ancak ben söz
alarak:
— Kimya Hatun mehir olarak sana sunacağım bir çöp bile yok. Varım yoğum kulluğum,
onu da Allah’a sunmuşum. Başım feda olsun, diyeceğim; ancak başımı baban için
adamışım. Sana mehrim, yalnızlığına vereceğim hasbıhâlimdir. Sözlerimden başka servetim
yok bilesin. Kimya gözlerini tebessümle tamam mânasında açtı kapadı.
İlk gece odaya girdiğimde:
Kimya ilk gecenin korkusuyla ürkek bir tavşan gibi titreyerek odada bir duvardan diğerine
yürüyordu. Kandilin ışığında zayıf ve küçük bedeninin gölgesi tavanı kapatıyordu.
Dergâhtaki kadınların ilk gece yaşanacaklar ile ilgili kötü telkinleriyle tedirgindi. Parmaklarını
çıtlatıyor, avucunu ovuşturuyor, ne yapacağını bilmeyen avcının elinden kaçmaya çalışan bir
ceylan gibi odanın içinde dolaşıyordu.
— Takatin kesilmiştir, otur istersen.
— ………
— Abdestli misin?
— Evet.
— Âdetlerin canı çıksın. Zihaf namazı diye bir şey yok. Üstelik aramızda zihaf da
olmayacak. Şimdi yatsı namazını birlikte kılalım ve sen yatakta uyu.
— Ya sen.
— Ben Kur’an okuyacağım. Uykum gelirse eşikteki minder yeter bana.
— Babam eşikte yattığını duyarsa üzülmez mi?
— Söylemezsek üzülmez. Birlikte namazı kıldıktan sonra “Allah rahatlık versin” dedim.
Kandili söndürdüm. Pencerenin kenarında ayın ışığında Kur’an okudum.
Kimya ile yaşadığımız sofa, medresenin avlusuna bakıyordu. Mevlâna’nın ailesi ve
çocuklarıyla birlikte oturduğu bu küçük medrese, hepimize konaklık ediyordu, tüm aile bir
arada oturuyorlardı.
Kimya, susması gerektiğinde susan, konuşması gerektiğinde konuşan, kelimeleri özenle
seçen, nezaketini, hürmetini esirgemeyen, ahlâkı ile gönlümde her geçen gün büyüyordu.
Benimle sohbet etmeyi seviyordu. Sanki senelerdir bir kafeste tutulmuş ta konuşmaya,
dinlenilmeye aç bir kuş gibiydi. Dergâhtaki kadınlar ve annesi “Kadın kısmı az konuşur, hatta
hiç konuşmaz” diyerek hep susturmuş Kimya’yı.
Kimya Hatun gün geçtikçe ilahi aşk yolunda arifan olmaya başlıyordu. Bir gün dedi ki:
— Aşkta bakış önemli mi?
— Elbette.
— O hâlde biz ilahi aşk içerisinde Cemalullah’a nail olacağız öyle değil mi?
— Aşk bakışta kıvılcımlanır, görmek değil, bakıştır sırrı çözen.
Hz. Yusuf’u gören kadınlar onu bir an görünce sadece parmaklarını kestiler. Ya bir de
bakıştan Yusuf aşkı gönüllerine girseydi tepeden tırnağa kendilerini doğramazlar mıydı?
— Ruhlarımız Elest aleminde gördükleri Cemalullah’ın aşkından habersiz mi şu dünyada?
— Her ruh habersiz değildir. Sırrı gaflete gömen göremeyecek.
Sırrı çözen o nazara erecek.
— Gül ve gonca sırrı yani.
— Güya “kimi gülistanda gonca gül olur” imiş. “Kimi gonca güle hâr (diken) olur gider”
imiş…
— Şimdi anlıyorum babamın ne denli sana divane olduğunu. İlk günlerden sonra mahzun,
ürkek Kimya gitti yerine güleç, konuşkan, çocuksu hareketler gösteren bambaşka Kimya
geldi. Dergâhtaki kadınlar Kimya’nın bu haline şaşırmışlardı. Aralarında güya Kimya bu
evliliğe tahammül göstermez, canına kıyar mı kıymaz mı diye bahse tutuşmuşlardı.
Beklentilerin aksine mutlu bir Kimya ile hepsi şaşkındı. Olup bitene anlam veremiyorlardı.
Haftalar sonra Kimya’nın hal ilminde geliştiğini, ilim-irfan hitabetleri ile dergâhtaki kadınları
hayrete düşürdüğünü duyan halk ve kadınlar ona imrenmeye, onu kıskanmaya başladılar.
Hele Kimya’nın “Siz Şems’i tanımıyorsunuz, hepimiz yanlış tanımışız. Ben onun yanında öyle
feyzler tadıyorum ki gün boyu yanı başımdan ayrılmasın istiyorum. Namaza durduğunda bir
an önce bitse de muhabbetine devam etse diye sabırsızlanıyorum” dediğinde, duydukları
karşısında hepsinin beti benzi değişmiş.
Mevlâna’nın Sultan Veled’den birkaç yaş küçük, ortanca oğlu Alâeddin Çelebi, o günlerde
genç bir delikanlıydı. Evin bu teklifsiz oğlu, bazen arkadaşlarıyla birlikte medreseye girip
çıkıyor, bu haller beni üzüyordu. Alâeddin bir gün yine, medrese avlusuna açılan sofanın
önünden geçmişti. Alâeddin Çelebi’ye şöyle bir ihtarda bulundum:
— Ey gözümün nuru... Zahir ve batın edepleriyle bezenmişsin amma, benim odamın ve
Dostları ilə paylaş: |