Marti jonathan’dan



Yüklə 235,42 Kb.
səhifə8/8
tarix14.01.2018
ölçüsü235,42 Kb.
#20520
1   2   3   4   5   6   7   8

ONALTI


Düzenden hoşnut olan ya da yeniliklerden ürken martıları, göçün gereğine inandırabilmek için didinip durduk günlerce. Uzak ülkelerin el değmemiş denizleri, sürüdekilerin neredeyse üçte ikisi için tutkuya dönüşmüştü; ama düğerlerinin de bir gün bizlere katılabileceği umudu girişimimizi geciktirmekteydi.

Boncuk tutkusunu alt eden çoğunluğun çöplükte çalışma verimi günden güne azalmaktaydı. Gerçi kargaların pençe ve kanat darbeleriyle cezalandırılmaktaydık ama böylesi durumlarda bile tepkimizi, “Acunsalkarga’dan hiç mi utanmıyorsunuz?” sorusuyla gösteriyorduk.

Yeterince çalışmadıklarından ötürü aç bırakılan martılara, diğerleri, kendilerine verilen yiyecekleri sunar olmuşlardı. Ne gariptir ki dayanışmayı, dostluğu ve paylaşımı kargalar öğretti bize.

Üzerimizdeki baskı dayanılmaz düzeye varana değin, sürü içindeki uyarıcılık görevimizi sürdürmekte kararlıydık. Eğer kıyım başlayacak olursa, işte o zaman diğerlerini beklemeyecektik artık.

Ayın bulutların ardına gizlendiği bir gece, aramıza yeni katılanlarla birlikte kayalıklarda toplanmış uçuş hazırlıları yapmaktaydık. Birden çevreden gelen alışılmadık seslere odaklandık kulaklarımız. Daha ne olup bittiğini kavrayamadan, dört bir yanımızın kargalarca sarılmış olduğunu gördük. Çemberi yarmaya kalkışan martılar, kargaların acımasız vuruşlarına hedef olmaktaydı. Ben ve soğukkanlı birkaç martı dinginleşmeleri için uyardık diğerlerini.

İtişip kakışma yavaş yavaş azalınca, Kargabaşı bir kayanın tepesine çıkıp, “Oğulmartı hanginiz?” dedi.

“Benim!” diye haykırdım. Daha sözüm bitmeden, ardımda durmakta olan Şirinmartı bağırdı:

“Benim!”

Sağ yanımdan bir ses geldi; Meltemmartı’ydı haykıran:

“Oğulmartı benim!”

Tüm kayalıklarda, “Oğulmartı benim!” haykırışları yankılanır oldu birden.

Böylesi bir sorgulamayla, sorusuna yanıt alamayacağını kavrayan Kargabaşı, martıların tek tek, önüsıra geçirilmesini buyurdu. Kargaların sürükleyerek karşısına çıkarttığı her martıya ilişkin olarak yanında duran birilerine danıştığı gözlenmekteydi. Biraz daha dikkatle bakınca, danışılanın bir martı olduğunu sezinledim. Çevremdekileri yarıp öne doğru fırladım:

“Diğerlerini bırakın; benim Oğulmartı!”

Kargabaşı, yanındakine danıştıktan sonra, “Onu buraya getirin!” dedi.

Artık herkes susmuştu . Bir tüy bile düşse duyulacaktı nereyse.

Kargaların eşliğinde yanına çıkartılmamla birlikte, “Martılara uçmayı öğretiyormuşsun.” dedi bana Kargabaşı.

“Uçabilmek bizim özümüzde yok muydu ki ben öğretiyor olayım bunu? Sizin gibi birileri, zaten var olan bir özelliğimizi unutturmaya çabalarsa, onu anımsatmaya kalkışacaklar da çıkacaktır kuşkusuz.” dedim.

“Ya Tanrımartı’ya tapınılmaması için sürüdekileri zorlayışın konusunda ne diyeceksin?”

“Zorlamaya ne gerek? Yüreğindeki Acunsalmartı’yı tanıyıverenler, şu sizin alçı martınıza yakarır mı sanıyorsunuz? Ben yalnızca özlerini tanımalarını öneriyorum onlara.”

“ ‘Boncukların hiçbir değeri yok’ diyormuşsun. Her birinin kaç öğün yemeğe eşdeğerde olduğunu bilmiyor musun sen?”

“Varoluş amacı karınların doymasıysa, değerlidir sizin o boncuklarınız; ama amaç esenlikse, aşkınlıksa, ne değeri kalır ki onların? Birkaç boncuk uğruna kendimizi bile tanıyamayacak denli birbirimize yabancılaştıktan sonra, olmaz olsun öylesi aş da boncuk da.”

Çember içine alınmış olan martılar da “Olmaz olsun!” diye haykırmaya başladı.

“Susun!” buyruğu, son martı susana değin sürdü. Diğer martıların önünde, üstün gelmeye kararlıydı Kargabaşı; sorularını sürdürdü:

“Ya şu uzak denizler sevdası neyin nesi? Değil balığı, denizi bile tanımayan bu martılar oralarda yaşayabilir mi sanıyorsun? Dileğin, tümünün de açlıktan ölmesi mi?”

“ ‘Kargalar bizi tutsak etmeden, biz kendi kendimizi tutsak etmiştik zaten.’ derdi Bilgemartı. Martıların çöplüklerde işi ne? O deniz bitince, başka denizler vardı gidilecek; ama böylesi bir özlemi, özüne yabancılaşmamışlar duyabilirdi ancak. Yaşanası denizler sevdası, ölümü, tutsak yaşamaya yeğleyebilenlerin harcıdır. Bizlerse gönül gözlerimizi yumup gönül kulaklarımızı tıkayarak, yani özümüzü unutarak, yetkinleşme istençlerimizi köreltecek denli acınası bir düzeye inmiştik.”

“Artık acınası olmadığınızı mı söylemek istiyorsun?”

“Aramızda, böylesi bir yaşamı hak etmediğine inananlar var artık.”

Kargabaşı, baş edemeyeceğini anlamıştı ki, soru sormaktan vazgeçti. Bir süre düşündükten sonra, “Kararımı bildiriyorum!” dedi:

“Oğulmartı, bu düşüncelerinden cayana değin, tapınak mağarada tutsak olarak kalacaktır. Caymazsa ya da sürüde herhangi bir özlem belirtisi gözlemlenirse, öldürülecektir. Düşüncelerinin yanlış ve sürü için zararlı olduğunu herkesin önünde söylediği gün, özgür bırakılacaktır.”

Çember içindeki martılardan, kararı kınayıcı bağırtılar duyulmaya başladı. Haykırışların yoğunlaşması oranında kargaların martılara saldırıları da artmaktaydı. Böyle sürerse, kıyım kaçınılmazlaşacaktı.

“Durun; beni dinleyin!” dedim birkaç kez.

Sonunda martılar sustu; kargalar saldırmaz oldu.

“Karara uyuyorum. Bir süre tapınak mağarada düşüneceğim. Sizler de mağaranıza dönün artık.”

Yerinden devinen olmadı.

“Haydi,” dedim; “...ne duruyorsunuz? Dönün mağaranıza!”

Martılar yavaş yavaş kayalıklardan aşağı doğru inmeye başladılar. O anda Kargabaşı’nın yanında durmakta olan martıya ilişti gözüm: Yahutdamartı’ydı bu.

“Hey, Yahutdamartı,” dedim; “...kaç boncuğa sattın beni?”

Yahutdamartı irkildi, donuk bir sesle, “Elli.” dedi.

Gülümseyerek, “O denli az ha?” dedim; “...Demek o denli az boncuğa sattın yol göstericini!”

Neden sonra, kendisiyle alay ettiğimi sezinleyip, bas bas bağırdı Yahutdamartı:

“İki boncuğa; yahut da üç!”

“Senin gibilerinin indinde hiçbir canlının değeri bir boncuk bile etmezken, benim için gereğinden fazla bedel biçmemiş misin?” dedim bu kez de.

Söyleyecek söz bulamayan Yahutdamartı, Kargabaşı’yla birlikte yürüdü gitti.



ONYEDİ

Tapınak mağaranın girişine ve aydınlatma deliğine ikişer nöbetçi dikip, yatmaya gitti kargalar. Kendimi ortamdan soyutlayıp Yünatanmartı’yla birlikte olmaya odakladım. Dalgaları arasında ayın aydınlığının yıkandığı, pırıl pırıl bir denizin kıyısında tek başına oturmaktaydı.

“İyi geceler;” dedim; “...rahatsız etmiyorum ya?”

Gülümseyip, kanadıyla dostça dokundu sırtıma:

“Zaten bekliyordum seni.”

“Olanları biliyorsun.”

“Biliyorum. Üstelik gelişmeler hiç de şaşırtmadı. Taa başlangıcından beri böylesi bir olaya hazırlıklıydım. Benzer erdemsizliklerle o denli sık karşılaşmıştım ki, acaba bu kez hangisi işbirlikçilik edecek diye sezgilerimi sınar dururdum sizlerle birlikteyken.”

“Oysa ben Yahutdamartı’nın değişebileceğini umuyordum.”

“Tanrısı değişmemişti ki kişiliği değişsin. Onun gibilerin indinde, yaşamın bir tek anlamı vardır: İyiye, güzele ve doğruya düşmanlık! Düşman oldukları erdemleri boğazlayabildikleri oranda görevini yaptıklarına inanır böyleleri. Ne yazık ki sevgili Oğulmartı, olumsuz erklerin bu tür hizmetçileri de her zaman var olagelecektir.”

“Peki ama neden?” dedim; “”...Neden Yahutdamartı’nın ve benzerlerinin varlığına izin veriyor Acunsalmartı?”

Sevecen bir gülümseyiş yayıldı Yünatanmartı’nın yüzüne:

“Her şey karşıtıyla değerlendirilebilir de ondan. Geceler olmasa, gündüzler bir anlam taşır mı sence? Tutsaklık ürküntüsüdür özgürlüğü anlamlı kılan. Yanlışa yandaşlık etme hakkı sunulmadığı sürece, doğruyu yeğlemenin tadı mı olur. Yanlış erklere hizmet edenlerin bungunluğudur kimilerini esenliği aramak için yollara düşüren.”

Haklıydı Yünatanmartı. Belki, ben de bunun böyle olduğunu sezinlememden ötürü kızmamıştım Yahutdamartı’ya.

“Peki” dedim; “...şimdi ne yapalım sence?”

“Öncelikle koşulları gözden geçir.”

“Beni tutsak etmekle, sürünün tümünü de tutsak etmiş oluyor kargalar.”

“Doğru bir yaklaşım.”

“Oysa, martıların çoğu göçü gerekli görmekte şu sıralar.”

“Ya diğerleri?”

“Artık onları beklemenin bir anlamı yokmuş gibi geliyor bana; ya sen ne dersin?”

“Yavru martıları anımsasana. Doğruyu bir anda benimsemişti onlar çünkü kirlenmemişlerdi daha. Bunca olan bitenden sonra gönül gözleri yine de açılmamışlar için yapılabilecek hiçbir şey yok Oğulmartı.”

“Öyleyse, zamanı geldi demektir.”

“Zamanı geldi.”

“Öldürülmeyi göze almam, sürüdekilerin özgürleşmesini sağlamaya yeter mi sence?”

“Tensel ölümlerin bile bir anlamı olması gerekmez mi? Ölümümüz devinimlere zemin hazırlayacaksa, safalar geldi. Ne var ki, pisi pisine ölmenin yararına da kimseyi inandıramazsın.”

“Salt diri kalmak için, kargaların isteğini yerine getirip, inançlarımı boşladığımı söyleyemem ki sürüdekilere.”

Öyleyse?”

“Gerekirse tensel ölümü de göze alarak, sürüdekilerin bir an önce özgürlüğü yeğlemelerini sağlamalı.”

“Doğru bir karar,” dedi Yünatanmartı; “...ancak, görevin yine de bitmeyecek. Bu yaşadıklarının unutulmamasını sağlamakla da yükümlüsün.”

“Nasıl?”


“Yaşanmış olanları, yarınlara kalacak bir biçime sokmalıyız.”

Usum iyiden iyiye karışmıştı. Olup bitenleri yazıya mı dökmemi istiyordu benden Yünatanmartı?

“Kağıda dökebileceklerle, yani insanlarla iletişim kurmak daha kolay bir çözüm sağlar kanımca.” diye yanıtladı sorumu.

“Biz martıların bile özüne bu denli yabancılaşmasına ortam hazırlayanlara bir şeyler anlatmanın ne yararı var ki?”

“Bizlerin Acunsalmartı’yı unutuşu gibi, onlar da Acunsal Erk’i unuttu Oğulamartı; yabancılaştılar kendilerine. En az bizler denli onların da özlerine dönmeye gereksinimi var.”

İşte bu inanılmaz geliyordu bana: bizlerin yaşadığı çöplük benzeri on binlerce çöplüğü dolduracak denli bol nesne tüketmekte olan insanoğlu, gitgide kendini de mi tüketmişti? Yok muydu onların yol göstericileri? Yünatan’ları, Bilge’leri, Esenlik’leri yok muydu?

“Bir şeyi unutmaktasın.” dedi Yünatanmartı; “...Görebilişin gerçekleşmesi için salt görüntüler yeterli olamaz ki. Göz körse, görüntü boşunadır; kulak yoksa sesin, ayna kirliyse yansımanın boşuna oluşu gibi.”

“Öyleyse yansıtmaya, duyurmaya, göstermeye çabalamak neden?”

“Bir de biz deneyelim bakalım.” dedi gülümseyerek; “...Belki iki kulak temizler, üç göz açarız; kim bilir? Unuttun mu, ‘Sağaltıcı otlar en sayrı olanlara gerekir en çok.’ demiştim bir zamanlar?”

Yoksa güneş değil de Yünatanmartı benzeri canlılar mı aydınlatmaktaydı yeryüzünü? Onlar da olmasa, aymazlığın karanlığında bütün bütün yitirecek miydik yolumuzu yoksa?



ONSEKİZ


Martıların uzaktan uzağa gelen sesleriyle uyandım sabah. Yünatanmartı’yla konuştuklarımızı bir kez daha gözden geçirmek gerekiyordu. Öncelikle, sürüdekilerin tümünün de bir arada bulunabileceği bir ortam oluşturmalıydım. Kargalar buradan çıkmama izin vermeyeceklerine göre, martıların mağaraya getirilmesini sağlamaktı tek seçenek.

Öğlen dinlencesine yakın bir sırada mağaraya gelen Kargabaşı, “Eee,” dedi; “...verdin mi kararını?”

“Sanırım sen haklısın.” dedim; “...Uçmak da, uzak denizlere göç de bizlerin harcı değil. Burada, sizlerle birlikte barış içinde yaşamamız, usa en yatkın davranış olsa gerek.”

“İşte şimdi anlaştık. Gerçi senden önce Yahutdamartı’ya söz vermiştim; ama zavallıcık bu sabah bir kayanın altında kalıp ezilmiş. Böyle uslu davranırsan onun yerine seni martıbaşı yaparız artık.”

“Kayanın altında mı kalmış?”

“Yavru martılardan birinin anlattığına göre, bir kayayı yerinde tutan taşları çekerken kaya, üstüne yuvarlanmış. “Kendini öldürdü!” diyor yavru martı, ama kim bilir? Bir sürü boncuğu olmuştu. Neden öldürsün ki kendini?”

Üzüldüm Yahutdamartı’nın canına kıyışına. Onun o hiç doğmamış tini ve olumsuz erklere hizmeti yeğleyişle geçen anlamsız yaşamı geldi gözlerimin önüne. Ölü doğmuş olarak nitelendirmek bile olanaksızdı Yahutdamartı benzerlerini. Salt öldürmek için varolan ve doğmadan ölüverenlerdi onlar. Tini teninden çıkmamış olsa, bir gün o da doğruyu bulabilir miydi ki? Artık bu olasılık da kalmamıştı; üzülüşüm de bundandı.

“Öğlen tapınmasında düşüncelerinin yanlış olduğunu diğer martılara da anlatırsın.” deyip gitti Kargabaşı.

Son günlerde Tanrımartı’ya yakaran pek kalmamıştı; ama içeride olan biteni bilmeyen kargalar, martıları tapınak mağaraya getirmeyi sürdürmekteydiler.

İlk zorluğu atlatıp, sürünün buraya getirilmesini sağlamıştım işte. Sıra, ikinci zorluktaydı: Onları, benim ölümüm pahasına da olsa bir an önce göç etmek gerektiğine inandırmak. Acunsalmartı’ya, bana yardımcı olması için yakarmam sürerken, ilkin dişileri, ardından da erkekleri getirdiler içeri.

Kargabaşı, dört korumasıyla birlikte arkamsıra durup, herkesin susmasını istedi. Sessizlikte tek tek gözlerinin içine baktım martıların. Seviyordum onları; Acunsalmartı’nın birer yansımasıydı onlar:

“Sevgili kardeşlerim;” dedim; “...bir süredir sizlerle birlikte uzak ülkelerin el değmemiş denizlerine göç etmek için hazırlanmaktaydık. Yüreklerimizi akladığımız oranda Acunsalmartı’nın yansımalarını yakalayabileceğimize ve onun bizlere yol göstereceğine inanmaktaydık.”

Kargabaşı, sözlerimin bitmesini sabırsızlıkla beklemekte, kanatlarını oynatıp durmaktaydı ardımda.

“...dahası, Yünatanmartı da bizlere destek olmuştu.”

Artık uçup gitmeleri gerektiğini, kesin ve tartışmasız bir biçimde nasıl söylemeliydim ki?

Tam o sırada mağara, dışarıdan gelen martı çığlıklarıyla doldu. Çıkışa yakın durmakta olan yavru martılardan biri, “Yünatanmartı bu gelen.” diye haykırdı.

Kargabaşı, dışarıdaki kargalara Yünatanmartı’nın yakalanmasını buyurdu olanca sesiyle.

Kargalardan biri, “Neredeyse yüzlerce martı geliyor; hangisini yakalayalım ki?” diye haykırmaktaydı.

“Tümünü de,” dedi Kargabaşı; “...tümünü de, tümünü de...”

Kargaların kanat sesleri, martılarınkine karıştı birden. İşte tam sırasıydı:

“Haydi dostlar,” dedim; “...şimdi sıra sizde. Yünatanmartı, Esenlikmartı, Bilgemartı, Acunsalmartı ve el değmemiş denizler sizleri bekliyor. Haydi kanatlanın artık. Gün, bugündür; durmayın!”

Öncelikle en arkadakiler, ardından da tüm diğer martılar mağarayı hızla boşaltıp kanat çırpmaya başladılar. Sanki onların kanat patırtıları değil de ölümsüzlüğün sesiydi kulaklarıma dolmakta olan.

“Durun, nereye gidiyorsunuz?” diye bağırarak martıların ardına düşmeye kalkışan Kargabaşı’nı boynundan yakalayıp kanatlarımın arasına aldım. Dışarıdaki kanat sesleri artık duyulmaz olana değin sürdürdüm engellemeyi. Kargabaşı’nın korumaları dört bir yandan saldırmakta, gagaları ve pençeleri ile bedenimi parçalamaktayken, Bilgemartı’yı gördüm karşımda. Eskisinden daha dinç ve esenlik doluydu.

“ ‘Can, yalnızca dostların savurduğu çiçeklerden ötürü acırmış.’ demiştim aylar önce; anımsıyor musun oğul?” dedi Bilgemartı.

“Anımsamaz olur muyum?”

“Acıyor mu canın?”

“Sürüdekilerden birine bile zarar gelecek olsaydı, acırdı belki; ama şimdi acımıyor.”

“Tinin esenliği yakaladı mı bedenin acı duymaz; tasalanma hiç.”

“Hele o tin senin gibi bir dost edinebilmişse, acıyı hiçbir zaman tatmayacaktır.”

“Gidelim mi artık?” diye sordu Bilgemartı.

“Benim” dedim; “...işim bitmedi daha. Bir görevim daha var.”

“Onu da başaracaksındır; kuşkum yok. İzninle gideyim ben. Sürüye yol göstermek gerekiyor; biliyorsun. Esenlik içinde ol oğul.”

“Yine görüşeceğiz Bilgemartı.”

“Hiç kuşkun olmasın.” deyip karanlıkları yardı geçti bir anda.

Bilgemartı da yitince, içinde apak bulutların yüzdüğü masmavi bir denize doğru hızla kanat açtım.




ONDOKUZ


Uyanır uyanmaz, ısıtıcının yanına gidip battaniyeyi yavaşça yokluyorum. Martının oluşturması gereken tümsekle bir türlü karşılaşmıyor elim. Martı, battaniyenin içinde değil! Katları tek tek aralayıp bakacak denli yoğun bir şaşkınlık yaşıyorum.

Kör aydınlıkta, yatağın üstüne oturup uyku sersemliğinden kurtulmaya çabalıyorum. “Belki yatağın altına falan girmiştir...!” diyorum kendi kendime. Kapı kapalı olduğuna göre, dışarı çıkması olanaksız!

Işığı yakıp yatağın altına, dolabın üstüne ve dahası kapaklarını açıp içine bakıyorum; yok, yok, yok.

Olanları tek tek anımsamaya zorluyorum kendimi. Her şeyi öylesine net ve ayrıntılı bir biçimde anımsamaktayım ki! Onu buluşum, eve getirişim, battaniyenin içine yatırışım, ona azar azar su içirişim ve bana uykumda anlatılanlar bir bir sıralanıyor gözlerimin önünde. Peki, bu martı nerede öyleyse? Yoksa kıyıda dolaşmam ve onu buraya getirmem de mi bir düştü?

Çabucak giyinip, bulabildiğim bir araçla, onu bir önceki akşam kıyıda gördüğüm yere gidiyorum.

Ellerimi cebime sokup kayalıkların çevresinde yavaş yavaş dolaşmaya başlıyorum ki cebimdeki kumlara dokunuyor parmak uçlarım. Demek paltomu kumsala sermiş oluşum bir düş değil en azından! Tam onu bulduğum noktaya odaklanınca, birkaç martı tüyü ilişiyor gözüme.

Tüyleri elime alıp, denize doğru çömeliyorum. Düşle gerçek birbirine karışıyor. Bir sigara yakıp, martının anlattıklarını usumdan geçirmeye başlıyorum. Ardımda minicik çıtırtılar duyana değin kalıyorum öylece. Geriye bakmama zaman kalmadan, bütün gece duyduğum o ses, “Sakın anlattıklarımı unutma.” diyor.

Taş kesiliyorum!

“Yünatanmartı’nın dediği gibi, iki kulak temizler, üç göz açarız belki; yazmamazlık etme sakın.” diye sürdürüyor sözlerini o bildik ses.

Sonra yumuşacık bir şeyler dokunuyor sırtıma ve bir martı, çook beyaz, çook güzel bir martı gülümseyerek, ufuk çizgisine doğru uçup gidiyor yanımdan.

SON(MU?)


Ve dedi ki Krishnamurti:

“Devrim,


belli bir düşünsel dizge (ideoloji)

ya da kör inanç (dogma) güdümünde

olmaksızın

kişinin özünde başlamalı önce.

Belli ülkü ya da

kalıplaşmış dizgelere



sığınacak denli tembellik,

devrimcilikle bağdaşmaz.”
Yüklə 235,42 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə