Genç Ermeni piskopos, işte bunun için Derbent’e gelmişti. O, vaftizi (Türkçe “arı-sil” veya
“arı-alkın”) kabûl etti. Onu, üç kere, gümüş haçla kutsanmış suya daldırıp çıkardılar.
Suyla takdis, Tengri dîninin mühim bir törenidir. Dîne girme! Diğer bir deyişle, Türk
dünyâsına. Bu bir Altay kaynaklı törendir; çünkü Eski Altay’da, yeni doğmuş çocukları buzlu
vaftiz teknesine batırıp çıkarırlardı. İnsan, bu banyodan sonra Sonsuz Mâvi Gök’ün dünyâsına
girerdi. (En nihâyet, Çince’de bile “sağlıklı”, “sağlam” mânâsına gelen Türkçe “Türk” sözü
buradan geliyor.)
Eski Türklerde bir “arıg” sözü vardı. Bu söz, rûhî/mânevî mânâda “temiz” mânâsına
geliyordu. Onlara, ‘kutsal arınma törenini geçen insanlar’ adını veriyorlardı.
Suyla vaftiz, Altay’da ortaya çıktı. Kendisinin fizikî ve rûhî/mânevî temizliğine îtinâ gösteren
bir kavimde. Bugün, bunu Hristiyanlara ve başkalarına atfediyorlar ki, hiç de doğru değildir.
İlk Hristiyanlarda bu yoktu, olamazdı. Onu, Avrupa’da ancak Kıpçakların gelişlerinden sonra
öğrendiler. Bu, inkârı mümkün olmayan bir hakîkattir ki, bunu Hristiyan târihçiler bile
gizlemiyorlar. IV. yüzyılda burada, içinde Hristiyanları vaftiz ettikleri havuzlar yapmışlardı.
Bir de, Tengri inancı geleneğinin muhâfaza olunduğu Tibet’te, arı-alkın ve arı-sili törenleri,
eskiden olduğu gibi, hâlâ duruyor...
Demek ki, Ermeni piskopos, Tengri dînine giren ilk Avrupalı idi. Böylece açık ruhlu Türkler,
Batı ile ittifâka karşı kendi tavırlarını izhar ettiler... Grigoris’i vaftiz ettikleri göl bile biliniyor.
O, Kayakent köyü yakınında ve Aci, yâni “haç-gölü” adını taşıyor.
Türk din-adamları, (rûhen!) temizlenmiş olan Grigoris’i Hamrin şehrine gönderdiler ve orada
kendisine evrensel ağacın sırrını açtılar. O, Türklerin kutsal metinlerini görmüştü; ki bunlar
bugün, bâzı parçalara bakılırsa, Kur’ân’a da girmişlerdir. Ancak, o zaman, sırların
açıklanmasından sonra, ona sağ elin iki parmağını –baş ve adsız parmağı- birleştirme izni
verdiler. Bu, ilâhî rahatlama işâreti oluyordu.
İki parmağı bu şekilde birleştirme, Doğu’da Gök (Tanrı)’e bağlılık mânâsına geliyordu. Onları
alına, göğüse, sol omuza, sağ omuza indirirlerdi... Türkler, bu hareketlerle Gök Tanrı’dan
himâye ve iltimas diliyorlardı. (Bu şekilde istavroz çıkaran ilk Hristiyan, yine piskopos
Grigoris oldu.)
Hristiyanlar haçın gücünü bilmedikleri gibi, istavroz çıkarmayı da bilmiyorlardı. Bunu da
Kıpçaklardan aldılar.
Grigoris, onlara, Avrupa’da kendisine ibâdet olunan Îsâ (Hrista)’yı ve Hristiyanlara yönelik
baskı ve zulümleri anlattı. Türkler, Îsâ (Hrista)’yı Gök Tanrı’nın oğlu kabûl ederek, Grigoris’e
inandılar. Bilhassa Geser’e, yâni Türk kavminin Peygamberi’ne. Ona, kısa ve kolay anlaşılır
kelimelerden oluşan duâlar ithâf olundu.
“Biz sana Geser’i verdik, öyleyse sen de Rabbine duâ et...”; bu satırlar, Tanrı’nın
öğütlerinden. (Bugün onlar, Kur’ân’ın 108. sûresi oldular). “Geser” (Kausar, Kevser) sözünün
mânâsı, bugüne kadar Doğu’da her ne kadar unutulmamışsa da, burada artık herkes
hatırlamıyor.
Grigoris, uzun süre âyinlerin sırlarını özümsedi. Derbent’te bir Hristiyan kilisesi yapmasına
yardım ettiler. (Daha sonra bu kiliseye –Kafkas’ta ortaya çıkan ülkenin ismiyle- Arnavut
kilisesi adı verildi; Geser şehri, anlaşılan, Kafkas Arnavutluğu’nun şehirlerinden birisiydi.)
Ermenistan, Avrupa’daki ilk kilisenin, kendisindeki yeni Hristiyan kilisesi olduğunu iddiâ etti.
Bu, 301 yılında olmuştu. Orada Tengri’yi ve onun haçını kabûl ettiler. Ermeniler, Türklerin
âyin törenini benimsediler. (Hristiyanların kendi törenleri bile yoktu; onlar Yahûdî dîninin
sinagoglarındaki kâidelere göre duâ ediyorlardı.)
Eski kâidelerden ilk olarak Ermeniler uzaklaştılar; böylece Roma’da infiâle sebep oldular.
İmparator Diokletian, o zaman, yeni Hristiyanlara yönelik meşhûr baskı ve kovuşturmalarına
başladı.
Ne var ki, tâkipler, îdamlar, sürgünler artık korkutmuyordu. Sâdece, yeni dînin taraftarlarının
sayısı arttı... Türk rûhî/mânevî kültürünün tohumları, pagan Roma’nın taşlık topraklarında
bile bol ürünler verdiler! Çünkü, dünyâda Gök Tanrı’dan daha güçlü kimse yoktur!
Roma imparatorluğu kavimleri, korkmadan, eski tanrıların güçsüzlüğünden söz ediyorlardı.
Herkes, Jüpiter’den açıkça yüz çevirdi. Merkür’ün heykellerini yıktılar; putların heykellerini
kırdılar...
“Tengri’nin takdîrinden kaçılmaz!”
Sonunda Roma’da bunu anladılar. İmparator Diokletian, yeni Hristiyanlığı kabûl etmeyi bile
istedi, fakat korktu. Ümitsizlik içinde tahtı terk etti ve saraydan ayrıldı. Bilge politikacı,
birdenbire, Türklere yenildiğini hissetmişti.
Yenilmişti, onlarla savaşa bile girişmeden!
AVRUPA MÂBEDLERİ ÜZERİNDEKİ HAÇ
Ermenistan, Kafkas Arnavutluğu, sonra İveriya (bugünkü Gürcistan), Sûriye, Mısır birbiriyle
yarışırcasına Kıpçakları çağırdılar: Büyük kavimler gücü, burada kendi devâmını buldu.
Fakat, bunu artık Büyük kültür göçü olarak tavsif etmek daha doğru olacaktır.
Her tarafta Tengri’nin haçını kabûl ettiler; onunla da Türk rûhî/mânevî kültürünü. (Türk
modeline göre şekillenen) Yeni Hristiyanlık, onların Roma hâkimiyetinden mutlak olarak
kurtulmalarını sağladı.
Onlar için –bu ülkeler için–, Kıpçaklar, bizzat Derbent’te Patriklik tahtı kurdular. Bu, mühim
bir girişimdi. Batı için, bir nevi rûhî/mânevî okuldu. Buraya (bir vakitler Altay’a veya Kuşan
hanlığına gidişte olduğu gibi), tecrübeli olarak gelmişlerdi. Burada ilk Hristiyan din adamlarını
okuttular; onlara ilâhî törenleri ve âyinleri gösterdiler, dînin sırlarını açtılar; vâizler
yetiştirdiler.
Diğer Avrupalılar, Gök Tanrı’yı nasıl öğrendiler?.. Kafkas, uzun süre daha, Orta Avrupa’nın
eğitimcisi olarak kaldı.
Burada –Derbent’te–, dünyânın ilk Hristiyan kilisesi kurulmuştu. Bu kilise de, yine Türk
mâbetleri örnek alınarak yapılmıştır; onda da sofaya girmek yasaktı. Roma’nın eski
kolonilerinden yeni rûhî/mânevî kaynağa yüzlerce insan koştu.
Bu kilise binâsı hâlâ ayakta... Arkeologlar, bu binâyı, kale kazılarını sürdürdükleri sırada,
tesâdüfen buldular. Hiç kimse, burada bu kadar paha biçilmez bir buluntuyla karşılaşmayı
beklemiyordu. Önceleri onun ne olduğunu anlamadılar; tahıl ambarı zannettiler. Ancak
sonra, binâ topraktan temizlendiği zaman, bunun eski bir mâbet olduğu açığa çıktı. Zîrâ,
kubbenin en üst kısmına kadar toprağa gömülmüştü... Bunca yüzyıl geçmiş, Tanrı onu
korumuştu.
Binânın üstten eşkenar haçları hatırlatması için, Türkler mâbetlerini tam böyle yaparlardı.
Derbent’teki tapınak tıpatıp böyleydi. Ölçüleri îtibâriyle küçük. Duvarları kerpiçten. Her şey,