arasında, sırf dış görünüş bakımından bile, çok farklılık var. Meselâ, Afrika ülkelerinde siyah
derililer, Çin’de sarı, Avrupa ülkelerinde ise beyaz derililer baskın durumdadırlar.
Onların hepsi, gezegenimizin sâkinleri, bizim çağdaşlarımızdırlar.
Kuşkusuz, insanlar sâdece dış görünüşleri ile değil, fakat karakterleri, hâl ve hareketleri,
hayata ve çevreye karşı tavırları ile de farklıdırlar. Evet, milletler, tartışmasız, hem
birbirlerine benziyorlar, hem de bütünüyle benzemiyorlar. Sık sık, milletlere şu veya bu
ülkenin sâkinleri adını veriyorlar. Meselâ, Âzerbaycan’da Âzerbaycan milleti yaşıyor.
Gürcistan’da ise Gürcüler.
O zaman, ne kadar ülke varsa, o kadar millet mi var?
Kısmen, evet. Buradaki insanların ortak bir konuşma dili var; hepsi aynı şarkılardan, aynı
oyunlardan, aynı bayramlardan, aynı kıyâfetlerden hoşlanıyorlar. Onların ortak bir dinleri ve
tarihleri var. Onları birleştiren en mühim şey ise, Vatan duygusu. İnsan ve millet hakkında
ona göre hüküm veriyorlar. Hepsinin sâdece bir vatanı oluyor.
Fakat Bakü’de yaşayıp da Âzerbaycan dilini bilmeyen veya onu ana-dili saymayan, kendisini
Müslüman olarak adlandırmayan kimseler de var. Bu noktada şöyle bir soru ortaya çıkıyor:
Bu insanlar Âzerbaycan halkı mı? Elbette Âzerbaycan halkı. Buradaki Ruslar, Yahûdîler,
Gürcüler böyle.
Şu hâlde millet, sâdece ülke sâkinleri değildir... İnsanlar bir şehirde, hattâ bir hânede
yaşayabilirler; fakat farklı âdetlere göre yaşayabilirler.
O zaman, milletleri âdetler, gelenekler oluşturuyorlar, denebilir mi?
Evet de, hayır da... Millet, bir araya toplanmış insanlar grubu değildir. Ortak bir târihe, daha
doğrusu ortak atalara sâhip olmayan kimseleri bir araya toplamak ve kendilerine “millet”
demek doğru değildir.
Milletin oluşumu, çok uzun, yüzyıllar süren bir süreçtir. Bu gerçek târihî olgu, pek çok sebebe
bağlıdır. Bâzan en umulmadık şeyler. Millet, ağacın meyvesi gibi, ona takdir olunan zaman
içinde olgunlaşıyor. Nasıl? İşte bunu tam olarak hiç kimse bilmiyor.
Henüz çok eski devirlerde insanlar birbirlerini gözetlemeyi, birbirlerini gözlemlemeyi
öğrendiler. İnsanlıkta yavaş yavaş milletlerin yaşayışları ve kültürel husûsiyetleri, ilişkileri ve
farklılıkları hakkında bilgiler birikti. Bu bilgiler, çok sonra bir ilim dalı içinde toplandı. Ona
etnografya (“etnos” “halk”, “kabile” mânâsına geliyor), yâni dünyâ kavimleri ile ilgili bilim
adını verdiler.
Etnografyanın ortaya çıkışı tesâdüfî değildir. Bir ülkenin içindeki veya komşu devletler
arasındaki kavgaların ve savaşların, anlaşmazlıklar yüzünden ortaya çıktığı çoktan beri
bilinmekte idi. Anlaşmazlıklar ise, zaman zaman, komşuların âdetlerini ve alışkanlıklarını
bilmemek yüzünden ortaya çıkıyorlar. Bütün insanlar kendi geleneklerinin tahkir edilmesine
çok güç tahammül ederler; böyle bir şey, çok az kimsenin hoşuna gider.
Etnografik bilgiler, işte bunun için bu kadar mühimdirler: Onlar, gezegendeki barışı
korumaya yardım ediyorlar. Onların temellerinde dostluklar var! Komşunun gülümsemesi,
seni anlaması ve elini uzatması için, bâzan sâdece bir söz veya güzel bir jest gerekiyor.
Eğer bir adam bir diğerine tebessüm etse, onun bayramını kutlasa, hayat onlar için daha
aydınlık olur. Etnografya işte bunun için gereklidir: O, insanlara diğer insanlar arasında
düzgün yaşanması için yardım ediyor.
-Selâmün aleyküm, diyor bir Gürcü, bir Âzerbaycan’lıya.
-Gamarcoba (merhaba, selâm), diye cevap veriyor ona Âzerbaycan’lı, Gürcü âdetlerine saygı
göstererek.
Dünya ise, onların güzel selâmlaşmaları ve tebessümleri ile ısınıyor.
NİÇİN BÖYLE KONUŞUYORUZ?
Dünyâdaki milletleri, öncelikle, yine de tabiî ki dilleri ayırıyor. Dil ve yazı, insanların
hayâtında en mühim unsurlardır. Nasıl söylersen, seni öyle anlarlar: Kelimeler insanların
fikirlerini naklederler.
Her milletin kendi yazı dili, kendi konuşma dili, kendi konuşma ve düşünme tarzı vardır.
Bunu da etnografya fark ediyor. Dillerin nasıl ortaya çıktığı konusunu ise, çok eski devirlerde,
henüz ilimlerin bulunmadığı bir zamanda toplanan efsâneler anlatıyor.
Çok çok eski zamanlarda –efsâne ileri sürüyor- insanlar tek bir dille konuşuyorlardı.
Birbirlerini tercümanlar olmadan anlıyorlardı. Fakat bir gün, çok az kimsenin kurtulduğu
Büyük Tûfan oldu. İnsanlar, yeni bir tûfandan telef olmamak için, Babil şehrinde üzerinden
göğe yükselinecek bir kule yapmaya başladılar. Bu, tanrıların öfkesine sebep oldu; onlar da
kuleyi yıktılar. İnsanların yeni yapı hakkında söyleşmemeleri için dillerini değiştirdiler, onları
yeryüzüne dağıttılar. Her millet, o günden beri sâdece kendi dilini biliyor. Milletler, gûyâ,
böyle ortaya çıktılar.
Tabiî ki, bu sâdece bir efsâne... Ancak, bu uydurma, rastgele bir uydurma değildir. İnsanlar
onda, bâzı kabilelerin veya milletlerin niçin diğerlerinden farklı olduklarının, niçin birinin
diğerlerinin dilini anlamadığının îzâhını gördüler. Böyle bir îzah, onların çok işlerine geldi.
Eğer efsâneyi tâkip edersek, yüksek dağlarında iğne yapraklı ormanların yetiştiği, ışıl ışıl
parlayan ırmaklarının kristal göllerde boğulduğu, dünyânın en yüksek ve en temiz göğünün
bulunduğu yerde bir millet ortaya çıktı. Bu yer, Altay. Dünyâdaki en güzel yer. Ana-vatanın
tâ kendisi.
“Altay” sözü ne mânâya geliyor? Kimisi onu “altın dağlar” olarak çeviriyor. Fakat öyle değil.
Eskiden Türkler, onu başka türlü anlıyorlardı. Onlar, Altay’ı, kendilerinin, daha doğrusu,
bizim Ana-vatanımızı, ‘atalar toprağı’ veya ‘ilâhî ülke’ diye adlandırıyorlardı.
Eski devirlerde, burada konuşulan dil de esas olarak Türkçe idi. Onu ilk olarak Çinliler
işitmişlerdir.
“Türk”- “Tukû” sözünü ilk olarak asıl Çinliler yazdılar; ki bu, onların dilinde “sert / şiddetli”,
“güçlü” mânâsına geliyordu. Çin’in kuzey komşuları, dış görünüşleri ile herkesi şaşırtan
Altaylılar hakkında, vaktiyle şöyle yazmışlardı: Onlar açık/sarı saçlı ve mâvi gözlü idiler;
güçleri ve askerî ustalıkları ile fark ediliyorlardı.
Çinli bilgeler, Altaylıları “tele” diye de adlandırdılar. Fakat hepsini değil, sâdece dış
görünüşleri Çinlilere “tanıdık” gelenleri; yâni aynen Çinliler gibi koyu saçlı ve kahverengi
gözlü olanları.
Türkler arasında çok eski zamanlardan beri göze çarpan bu farklılıklar, bugüne kadar
muhâfaza edildi. Çok eski devirlerden beri “Türk” sözü, milletlerin târihlerinde yaşıyor... Tabiî
ki, Çinliler, bu sözü yine aynı Türklerden duydular; fakat onu, seslerini biraz tahrif ederek
aldılar. Her millet, yabancı bir kelimeyi kendi diline alırken, kendi telaffuzuna uygun hâle
getirmek için umûmiyetle onu tahrif ediyor.