Microsoft Word kip\307aklar



Yüklə 0,83 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə8/34
tarix19.07.2018
ölçüsü0,83 Mb.
#57002
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   34

İşte kaya resim sanatının değeri; o, dil gibi, milleti millet yapmıştır. 

Eski  Türklerde  bu  sanat,  üç-dört  bin  yıl  önce  doğdu.  Bizzat  hayâtın  kendisi,  sanatkârlara 

konuları  (süjeleri)  fısıldadı,  sanatkârlar  da  onları  tasvir  ettiler.  Bunlar  resim  bilimi  için  ilgi 

çekicidirler:  Sâdece  bakmak  gerekli,  kayalar  canlanıyorlar,  geçmişten  haber  vermeye 

kendileri başlıyorlar. 

Sanatkârlar,  kendi  çalışmaları  için,  umûmiyetle  sarı  veya  kahverengi  kayaları  seçmişlerdi. 

Onların  nesi  çekici  geldi?  Bilinmez. Fakat, ilim  adamları,  eski  resimleri  tam  bu  tür  muhtelif 

renkli  kayalar  üzerinde  buldular.  Üstelik  tasvirler,  kâide  olarak,  kocaman  kayalar  üzerinde 

birinci, ikinci, üçüncü gruplar hâlinde yer almıştı. Anlaşılan, bunda da bir mânâ, bir sır vardı. 

Şüphesiz, eski sanatkâr, fırçasız ve boyasız “resim yaptı”. O, oyma kalemi ile taşların üzerine 

art-arda  noktalar  kazdı.  Bu  noktalardan  çizgi  oluştu.  Çizgi,  sanatkârın  emânet  ettiği  tasviri 

aktardı.  Kendi  kendilerine  çok  şaşıran  arkeologlar,  taş  tablolardaki  hayvan  figürlerinin,  sık 

sık,  beş  veya  on  adet  yerleştirildiklerini  fark  ettiler.  “Fakat,  bu  parmak  hesâbı!”  diye 

bağırdılar.  Demek  ki,  uzak  geçmişteki  Türkler  sayı  sayabiliyorlardı?!  Onlar,  her  bakımdan, 

mükemmel sayıyorlardı. 

Eski  Altay’da,  “hayvan  serisi”  takvimi  vardı.  Bu  takvim,  her  on  iki  yılda  bir  yeniden 

başlıyordu. Efsâne, bu konuyu şöyle anlatıyor... 

Bir  han,  vaktiyle  vuku’  bulmuş  bir  savaş  hakkında  bilgi  edinmek  istedi.  Fakat  kimse,  bu 

savaşın târihini söyleyemedi. O zaman  han,  bütün  bilinen  hayvanların  ırmağa sürülmelerini 

ve  suya  düşürülmelerini  emretti.  Irmağı  sâdece  on  iki  hayvan  geçti.  Onların  isimlerini 

takvimin yıllarına verdiler. İnek yılı, Tavşan yılı, Pars yılı ve diğerleri. Han, Türk milleti için bir 

yılda on iki ay belirledi ve onlara on iki büyük takım yıldızının adlarını verdi. 

Şaşılacak şey. Bu on ikili takvim, ayın ve güneşin hareket safhalarına tâbi idi. Âlimlerin tesbit 

ettikleri  gibi,  bu  tesâdüfî  değil,  teferruatlı  matematik  ve  astronomik  hesaplardan  sonra 

düzenlenmişti. Bizim benimsediğimiz, bir yılın on iki ay oluşu, acabâ Altaylılardan mı geliyor? 

Kezâ, bir günde iki defa on iki saat oluşu?.. Birincisi gündüz için, ikincisi gece için. 

Her halde böyle. İlim adamlarının eski Türk yazılarında rastladıkları, meselâ, şu tür târihler 

başka nasıl izah edilebilir: “Pars yılının beşinci ayı İnek günü At saati”. İlgi çekici olan şey, 

sözü geçen hâdisenin ne zaman olduğunu herkesin anlaması... Demek, Türklerde, saatleri ve 

günleri bile hayvan adları mı belirliyordu? Yine de onların, kendi dünyâlarını nasıl gördükleri, 

ilgi çekici. 

Her  yılın  ayırt  edici  belirtileri  vardı;  onları  da  herkes  biliyordu.  Meselâ,  Tavşan  ve  Koyun 

yıllarında felâket ve kıtlık beklediler; Pars, Köpek ve Koyun yılı, bilakis, insanlar için ürün ve 

mutluluk habercisiydi. 

Meraklı  bir  araştırmacı,  eski  Altay  resimlerinde  çok  şey  okuyabilir.  Resimler,  meselâ, 

Altaylıların nasıl avlandıklarını anlatırlar. Köpeklerle. Bu da sanatkârın dikkatinden kaçmadı. 

Bir resimde, ava giderken tasvir edilmiş bir erkeğin sırtında yay, yanında oklarıyla deri sadak 

görülüyor, arkasından ise köpek koşuyor. 

Türklerin  erken  devir  sanatı  müthiş  ve  şaşırtıcıdır.  Hayır,  bu  sanatın  değeri,  sanat 

bakımından üstünlüğünde değildir; o, uzak geçmişin insanlarının hayatını aktarıyor. Bu, çok 

daha  mühim.  O,  bu  hayatın  nasıl  göründüğünü  ve  bizâtihî  nasıl  olduğunu  haber  veriyor. 

Vahşî  hayvanların,  balıkların,  kuşların  siluetleri  bile,  sâdece  sanatçının  keyfine  bağlı 

değildiler. Bunlar, halkın rûhî/mânevî kültürlerinin parçaları idiler. 

Sonra sanatçıların rûhî hâllerinde değişmeler belirdi. Bu değişmeler, yaklaşık üç bin yıl önce 




veya  biraz  sonra  başladı.  Vahşî  hayvanlar  geri  plâna  çekilerek,  yerlerini  insan  figürlerine 

bıraktılar. 

Çehrelerin  hayret  verici  güzellikleri,  yüzyılların  derinliklerinden  bakıyorlar.  Onlardan  yüz 

çevirmek, onları unutmak mümkün  değildir. Bu  portreler,  bizim atalarımızın...  ninelerimizin 

ve dedelerimizin. Bizi, yüz veya hattâ iki yüz nesil ayırıyor. 

Yaklaşık bu sırada, Altay’da ilk insan heykelleri görülmüştü. Dahası, eski heykeltıraşlar, esas 

îtibâriyle,  kâbiliyetlerini  kadınlarla  ortaya  koymuşlardır.  Onlar,  henüz  çok  mâhir  ustalar 

değillerdi;  heykelleri  bodur  ve  kaba  idiler.  Fakat  yüzler...  Yüzleri  öyle  mânâlı  yapmayı 

başardılar ki!.. Kendine özgü açılış biçimli gözlerle, birazcık çıkık elmacık kemikleri. Yeni aya 

benzeyen  gözler,  Altaylıların  ayırdedici  husûsiyetleridir.  İşte  dikkate  değer  şey,  bugün 

Türklerin tam da bu şekilde gözlerle temâyüz ediyor olmalarıdır. 

Resimlere  göre,  eski  Altaylılar,  şarkı  söylemeyi,  halka  oyunu  oynamayı  seviyorlardı.  Onlar 

maskeli  balolar  düzenlediler,  el  ele  tutuşarak  çok  ateşli  danslar  ettiler.  Ve  onların  bu 

heyecânını, kayalar yüzyıllarca korudular. 

Milletin sanatı, onun rûhudur! Milletin kendisi ölse de, o ölmüyor. 

BİR ÜSTÜN KEŞFİ NASIL YAPTILAR?

 

Türkleri  diğer  kavimlerden,  şüphesiz,  sâdece  sanat  değil,  fakat  dünyâyı  tanıma  isteği  de 



ayırmaktaydı.  Onlar,  seyâhat  etmeyi,  tabiatı  tanımayı  seviyorlardı;  onun  esrârengiz 

hâdiselerine  îzahlar  aradılar.  Bu,  kışın  şiddetli  ayazları  ve  yazın  dayanılmaz  sıcaklarıyla 

güçsüzler  için  müsâit  olmayan  bir  iklimin  bulunduğu  dağlarda  yaşama  husûsunda  onlara 

yardım etti. 

Pek çetin Altay, sâdece akıllı ve bilgili insanlar için baba evi, ata yurdu olabilirdi. 

İşte yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce, burada, Altay’da, bir mûcize olmuştu. Daha doğrusu, 

tam bir mûcize  olmamış, sâdece,  üstün kâbiliyetli  bir millet ile er veya geç olması gereken 

bir mûcizevî değişiklik vukû’ bulmuştu. 

Kısacası,  birisi,  parlak  bir  çizgi  gibi  gökyüzünün  çizildiğini  ve  yere  bir  yıldızın  düştüğünü 

gördü. Bu bir meteor, büyük siyah bir taş idi. Semâvî misâfir, fark edilmeden kalmadı; Temir 

adlı bir kişinin çok ilgisini çekti... 

Böylece  (belki,  hiç  de  böyle  değil)  eski Türkler,  ilk  defa  demir  hakkında,  o  “semâvî  metal” 

hakkında bilgi sâhibi oldular; çünkü yere düşen meteor, demir idi. 

Tabiî  ki,  insanlar  meteorları  eski  zamanlardan  beri  biliyorlardı;  binlerce  kez  onları 

görmüşlerdi.  Bilenler  sâdece  Altay’da  değildi.  Meselâ,  Eski  Mısır’da  meteorlardan,  müthiş 

dayanıklı  bıçaklar  yapmışlardı;  bunlar  altından  daha  değerliydi.  Sâdece  hükümdarlar 

demirden silâhlara sâhip olabilirlerdi. 

Altay’da,  Temir  adlı  bu  özbeöz  Türk,  dünyâda  hiç  kimsenin  aklından  geçmeyen  bir  şey 

yapmayı öğrendi. Demir üreten bir metalürji ocağı, bir fırın îcat etti. 

Bu,  insanlığın  muhteşem  îcatlarından  biriydi.  Bu  ancak  tekerleğin  bulunuşuyla  mukâyese 

edilebilir; onun netîceleri bile sıralanamaz. Dünyâ târihinde bu tür buluşlar topu-topu iki-üç 

kez  oldu.  Onlar  olağan-üstüdürler.  Dâhiyânedirler!..  Ebedîdirler.  Diğerlerini  onlarla 

değerlendirmek kolay değildir. 

Temir’in  sâyesinde,  demir  insanlara  kolay  anlaşılır  hâle  geldi.  “Sopa  silâhlı  düşmana  karşı, 




Yüklə 0,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə