Altaylı insanlar, Tengri’nin kendilerine fevkalâde bir kâbiliyet verdiğinin; O’nun toprağı
sürmeyi, hattâ dünyâda kimsenin yapamadığı şeyleri yapmayı öğrettiğinin farkındaydılar...
Dökme demirden sabanları (pulluğun atalarını), arkeologlar esas Eski Altay’da buldular!
Altaylılar, ürünü demir oraklarla topladılar, tahılı dövenle ayırdılar. Tarlalarda çavdar ve darı
yetiştirdiler... Tohumu, topraktan yapılmış küplerde sakladılar. Ürün için yine ambarlar ve
depolar, çuvallar ve sandıklar yaptılar. Husûsî fırınlarda somun ekmekler pişirdiler. Bunu,
ekmekçi-somuncular yaptılar. Onlar, güneşe benzemesi için, ekmeğe yuvarlak bir biçim
kazandırdılar... Leziz ekmekler yapıldı. Mayalı, nar gibi kabuklu.
O zamandan îtibâren, Altaylı insanlar kıtlığı unuttular.
Eski Türklerin evlerini de değişiklikler oldu. Kurenler, yerlerini, sıcak ve rahat olan ağaçtan
yapılmış izbelere bıraktılar (Türkçe “isi bina” – “sıcak yer”den “isba”). İzbelerin içine
kerpiçten ocaklar yaptılar. Kerpiçten ocağı, bugün nedense “Rus’un/Rus îcâdı” görüyorlar...
Kerpicin, Türklerin en başta gelen inşaat malzemesi olduğu unutuldu. (“Kirpeç”, Türkçe
“ocakta/peçte pişmiş kil” demek.)
Dünyâda hiçbir millet, o sırada kerpiçten ve ağaçtan yapı yapmamış, düpedüz yapamamıştı.
Eski Türkler, her şeyde kendi yüzlerini muhâfaza ettiler; onu yüzyıllar sonra bile
karıştırmadılar. Meselâ, kendi millî kıyâfetleri sâyesinde, dış görünüş bakımından diğer
milletlerden farklı göründüler. Etli ve yoğurtlu yemekler, onların sofralarını başkalarınkinden
ayırdı; kabarık kara ekmek, yiyeceklerini kendine özgü yaptı. Diğer kavimler ekmeği bile
farklı pişiriyorlardı.
Giyecek ve millî mutfak, etnografyada fevkalâde mühim şeylerdir. Atlı-kavimlerin kıyâfeti ve
yiyeceği, meselâ, balıkçı-kavimlerinkinden tamâmen farklıdır.
Altay’da, küçükten büyüğe herkes atlı idi. Yürüyerek gezmek ayıp sayılıyordu. Çocuklar önce
ata biniyorlar, sonra yürümeyi öğreniyorlardı. Türk, atın yanı başında büyürdü. At, bütün
hayatı boyunca onunla birlikteydi. Hattâ mezâra bile birlikte giderlerdi.
Dünyâda ilk pantolonun, şalvarın, ökçeli-topuklu çizmenin atlı bir millette, Türklerde ortaya
çıkmasının sebebi işte budur. Üzengili eyerler, demir kılıçlar, hançerler, mızraklar, şaşırtıcı
derecede sağlam yaylar da esas savaşçı-atlılarda, yâni Türklerde ortaya çıktı. Bu nesneler,
diğer kavimlere düpedüz gereksizdi. Onlar, bunları kullanamıyorlardı.
Demirden yapılmış orakları, baltaları, dökme demirden pullukları, sıcak izbeleri, zarif
sarayları, iki katlı evleri, at arabalarını, yaylı arabaları, kadarkaları ve daha nicelerini
insanlığa çalışkan Türkler hediye ettiler.
İşte onlar, eski Türk kültürünün müşahhas başarıları! Ortada... Eski zamanlarda Altay’da
şöyle derlerdi: “Her şeyi –iyiyi ve kötüyü, fakirliği ve zenginliği– sâdece Tengri veriyor.”
Gerçekten de öyle.
GÖK TANRI
Yüce Tengri, yâni Türk kültürünün kalbi, kim?
Tengri, gökte oturan görünmez ruh. Ulu. Gökten ve bütün dünyâdan Yüce. Bu sebeple, eski
Türkler O’nu “Sonsuz Mâvî Gök” veya “Han-Tengri” diye saygıyla isimlendirdiler. “Han”
unvânı, O’nun Kâinâttaki hâkimiyetine işâret etmekteydi.
O, Bir Tengri, dünyânın ve yeryüzündeki bütün varlıkların Yaratıcısı. Hâkimi. Bu konuda eski
efsânelerde muhâfaza olunanları unutmadılar.
Tengri’ye olan inancın hikmetini ve derinliğini anlamak için, insanların bedîhî bir gerçeği
kavraması gerekliydi: “Tanrı birdir, O her şeyi görür.” O’ndan hiçbir şeyi gizlemek mümkün
değildir. O, mâliktir, hâkimdir.
Türk milleti, o sırada İlâhî Yargılamadan korkma düstûruyla yaşadı. Fakat, dehşetle değil!..
İnsanlar şundan emindiler: Dünyâda yüce adâlet vardır. Bu İlâhî Mahkeme’dir. Onu kimse
atlatamaz, ne kral, ne de köle.
Tanrı... Himâye ve cezâ bir şahsiyette! Türklerdeki Bir Tanrı inancı buna dayanıyordu.
Din... İşte Türk milletinin mânevî kültürünün en üstün başarısı; insanlar putperestlikten
uzaklaştılar. Onlar, Tengri’ye dâimâ farklı hitap ettiler: Bog (Bogda veya Boje) Hoday (veya
Koday), Alla (veya Ollo), Gospadi (veya (Gozbadi).
Altay dağları, bu sözleri iki bin beş yüz yıl önce işittiler! Tabiî ki, Tengri’ye hitaplar farlı idi.
Fakat “Tanrı” sözü, daha çok kimse tarafından telaffuz edildi; bu söz, “barışa, huzura ve
kemâle kavuşmak” mânâsına geliyordu. Şimdi Türkler, Tanrı’yla savaşa gitmekte; her güç
işe Tanrı’yla girişmekte idiler.
“Hoday” hitâbı (kelimesi kelimesine “mutlu ol” demek) farklı idi; o, bu dünyâda Her Şeye
Kâdir Tengri’yi işâret ediyordu. Dünyâdaki her şeyin Yaratıcısı, Var-Eden’i. Kâdir-i Mutlak,
Mutluluk Verici buradan geliyor.
“Alla” (Ala)’yı eski Türkler nâdir telaffuz ettiler; sâdece Yüce Han-Tengri’den bir şey
istedikleri zaman... En mahrem şeyleri... Bu söz, Türkçe “al” (el)dan geliyordu. Başka bir
ifâdeyle, “veren ve alan”, işte bir zamanlar “Alla” [Allah] kelimesi bu mânâdaydı. Onu
telaffuz ederek duâ okumak ve Sonsuz Mâvi Gök’e avuç açmak usûldendi.
“Gospadi” sözü pek nâdir kullanılırdı; onu telaffuz etme hakkına sâdece din adamları
sâhiptiler. O, kelimesi kelimesine “gözü açan” veya “göze ışık veren” mânâsına geliyordu.
Bu, Tengri’ye en yüce, en mahrem hitaptı. Çok derin bir mânâya sâhipti. Rûhen temiz dindâr
kişi, onu söyleyerek, hâdiselerin görünür yüzünün gerisinde yatan şeyi anlamak için doğru
yola iletmesini niyâz ederdi.
Yıllar geçtikçe, insanların duâ ettikleri, bayramları kutladıkları, oruç tuttukları kâideler, daha
kesin ve açık bir biçimde belirlendi. Bu kâideleri, âyin olarak isimlendirdiler. Âyini din
adamları yönettiler.
Türk din adamları, diğer insanlardan kıyâfetleri ve parlak fikirleriyle ayrılırlardı. Onlar, uzun
kaftanlar ve sivri uçlu başlıklar içinde dolaşırlardı... En yüksek rütbeli din adamları beyaz
kıyâfetli olanlardı; diğerleri ise, siyah kıyâfetler giyiyorlardı.
Tabiî ki, eski sanatkârlar, din adamlarını Altay kayaları üzerine “resmettiler”. Bugün, onların
nasıl olduklarını, bu esrârengiz “beyaz kıyâfetli gezgin-dervişleri”, halkın onları nasıl
adlandırdıklarını, bu resimlerle tanıyoruz. Dinin yayıcılarını.
Türkler, Han-Tengri’nin sembolü olarak, dört kolu eşit uzunlukta (eşkenar) haç seçtiler ve
buna “aci” adını verdiler. Belirtmek gerekir ki, eskiden Türk kültürü haça âşinâ idi; “eğik” haç
da cehennemin ve eski yer-altı tanrılarının sembolüydü.
Önceleri, haçın yapılışı basitti; sonra gerçek bir sanat eseri oldu; bunları kuyumcular
yaptılar: Rûhu parlatması ve güldürmesi için, haçın üzerini altınla kapladılar, değerli taşlarla