Hattâ, yazılı anıtlar, İskit kurganlarında bulunanlar ve Türkçe runik yazılarla yazılı şeyler,
inanmayanları iknâ edemiyorlar. Hiçbir şey iknâ edemiyor. Demek ki, “herkes, görmek
istediği şeyi görüyor” atasözü doğrudur.
Fakat gerçek, yasak altında bile, yine de gerçek olarak kalıyor. O, dürüst ilim adamlarını
kendine çekiyor. Profesör Sergey İvanoviç Rudenko, bereket versin ki, böyleleri arasından
biri olarak ortaya çıktı.
O, yasağa karşı gelmedi; bu büyük bir felâket olurdu. Fakat ilim adamı, kendi kitaplarında,
Türkler ve onların kültürleri hakkında aslolanı dürüstçe anlattı. Onun eseri, satırlar arasında
okunan bu gerçekleriyle değerlidir. (Ne yaparsın, tehlikeli zamanlarda, ilim adamları bâzı
kitapları tam da böyle, söylemek istediklerini satır aralarına gizleyerek yazdılar.)
Rudenko, İskitlerin Altay’da yaşadıklarını ve Avrupa’ya tam buralardan göçtüklerini ortaya
koydu. Onlar, Türkler idiler: Türk dili ile konuşmuşlar ve yazmışlardı. Gerçi, Herodot’un
ifâdesine göre, kendilerini skolt diye adlandırsalar da.
İranlılar ve Hindliler, onları “sak” ismi altında tanıdılar. İskitlerin bu isimleri,
“korumak-muhâfaza etmek” mânâsına gelen eski Türkçe “sakl” sözünden çıkmıştı...
Başkaları arasında çok doğru bir kelime! Evet, İskitler Altay’dan gittiler. Fakat gururla,
atalarının inançlarını kendilerinde muhâfaza ederek gittiler!.. Belirtmek gerekir ki, bu,
tamâmen açıklığa kavuşmamış bir târih bilgisidir; bu konuda hemen hemen hiçbir şey
bilinmiyor. Sâdece halk efsâneleri ve bir de Budist vakâyinâmeleri bu konuyla ilgili bilgi
kırıntıları saklıyorlar.
Anlaşılan, o sırada iki bin beş yüz yıl önce, Altay’da çok kan döküldü. Ateşli tartışmalar
savaşa dönüştü. Kimi kabîleler, ellerinde silâhlarıyla eski tanrıların (Yer-Su’nun, Ülgen’in,
Erlik’in) hâkimiyetini savundular. Diğerleri ise, Gök Tanrı’nın, Herşeye Kâdir Tengri’nin
zaferini savundular.
Dünyâ insanlık târihinde, ilk kez, putperestlik ve yeni din savaş meydânında karşı karşıya
geldi! Bu, âşikârdır ki, din-inanç yüzünden çıkmış bir savaş idi.
“Eski inançlar”ın taraftarları gerilediler; onları İskitler (veya Skoltlar, yâhut Saklar) olarak
isimlendirdiler. Tabiî ki, onlar yeni bir millet değillerdi ve olamazlardı da. Ansızın ortaya
çıktılar ve ansızın yok oldular. Meçhûl kuyruklu yıldız gibi.
Fakat, bir millet hiçten ortaya çıkmaz ve hiçte yok olmaz ki.
HEDİYE EDİCİ TENGRİ
Mânevî ihtilâf niçin tam da Altay’da çıkmıştı? Cevap, Türk milletinin rûhunda. Türk’ün rûhu,
yâni anlaşılmaz bir hayâl dünyâsı ve esrârengiz semboller, işte bunlar mânevî kültür
zenginliğini doğurdular.
Eski Türklerde halkın refâhı ve mutluluğu, nesillerin koruyucusu ruhların hâkimiyetinde
sayıldı. Ve insanlar, kendilerinin Sâhip/Efendileri diye niteleyerek, onlara inandılar. Kimisi
kuğuların ruhlarının hâkimiyetine inandı; kimisi kurtların, ayıların, balıkların, geyiklerin
ruhlarında himâye aradı.
Türkler, hep birlikte Yılan’a veya Ejderhâ’ya da saygı gösterdiler. (Zmeya- yılan, eski
Türkçe’de “maga” veya “yılan”, ejderhâ “lu”, kertenkele ise “got” idi; anlaşılan, Avrupa’da
Türklerden dolayı pekişmiş olan gotlar ismi, buradan çıktı.)
Neslin efendisini, bayraklar üzerinde tasvir ettiler. Koruyucu-ruh, asıl bayraklar üzerinde
yaşadı; onun için bayraklara karşı husûsî bir tavır takınıldı. Bu arada, eski Altaylıların dilinde
“bayrak” ve “ruh” kelimeleri, tamâmen aynı biçimde ve bir mânâda kullanıldı.
Eski Türkler, kendi bayraklarını önce ölü hayvanların postlarından yaptılar. Sonra da
kumaştan veya ipekten. Bayrağı yere düşürmek, büyük felâket; bayrağı indirmek, büyük
utanç sayıldı.
Yılanın cihan-şümûl bir tapınma nesnesi olması tesâdüfî değildir. İnsanların ilk atası sayılan
yılanın, onlara bilgelik ve bilgiler verdiği varsayıldı. Bu efsâne, çok eski zamanlardan beri
yaşıyor... Merkezî Asya’da, bugüne kadar yılana husûsî bir saygı vardır; ona bayramlar
adıyorlar; onun tasvirlerine her tarafta rastlamak mümkün...
Diğer milletlerin efsânelerinde, eski Türklerin sık sık “nagi” veya “yılan-insanlar” olarak
isimlendirilmesi ilgi çekicidir. Yılan, efsânelere göre, yer-altı dünyâsının hâkimi idi. Onun için,
ona itaat eden tanrılar (Yer-Su, Erlik, ve diğerleri), yer-altında yaşadılar. Ve insanlar, uzun
süre, onlara, yâni yer-altı dünyâsının hâkimlerine inandılar.
Yeni Tanrı –Tengri– tamâmen başka bir dünyâdandı. Gökyüzünden. İnsanlara onunla başka
bir din-inanç geldi. Ve başka bir hayat! Ellerde demirden yapılmış âletlerle. “Dünyânın
Efendisi – Gök Tanrı”, dediler Türkler. Daha doğrusu, eski tanrıların güç kaybettiklerini
anladılar.
Tabiî ki, bu tür sözler herkesin hoşuna gitmedi. Karşı çıkanlar, yer-altı dünyâsının
hâkimlerine olan eski inançlarını muhâfaza ederek, Altay’ı terk edip gittiler... Böylece
mîlattan önce V. yüzyılda İskitlerin (Sakların, Skoltların) târihi başladı.
Onlar gittiler, Altay’da ise muazzam değişiklikler başladı ki, bunlar, demirden yapılmış
âletlerin yanında, olması gereken değişikliklerdi. Onları, Profesör Sergey İvanoviç Rudenko
inceledi. İlim adamı, Pazırık kurganları kazılarını sürdürdü; orada gerçek hazîneler buldu.
Tabiî ki, söz konusu olan altın ve gümüş değildi. Onun buldukları çok daha değerliydi. Bunlar,
demire sâhip olan Türklerin hayâtını öğrenmeye imkân verdiler. Profesör Rudenko, toprak
altından deliller çıkardı! Altaylıların elleriyle yapılan deliller. İşte onun çalışmasının güzel
tarafı burası.
O, ilim sunağına, Çar’ın emrine göre hareket eden ücretli ilim adamları gibi boş sözleri değil,
arkeolojik buluntuları sundu! En değerli hazîne, şüphesiz, dizgin takımıydı. Onsuz at koşumu
mümkün değildir. Toprak altındaki kurganlar, sâdece deri kayışları/kemerleri değil, fakat
demirden yapılmış gemleri de saklamışlardı. Dahası, süs olarak kullanılan demir haçları.
Bugün dizgin takımı, sıradan bir eşyâdır. Onun Altay’da ortaya çıktığını çok az kimse biliyor.
Onunla birlikte, Türk kültürü diye isimlendirilen yeni bir kültür doğdu... Görünüşte o, basit
bir dizgin takımıdır, fakat yenilmez atlarıyla Türkleri Türk yapan da asıl odur! Dünyâda
kimse, atları o kadar zarif eyerlemeyi ve at üstünde dünyâyı fethetmeyi başaramadı.
At, Eski Altay’ın sınırlarını araladı, uzak yolları açtı; taşımacılık, hayvan gücüyle yeni bir
biçim aldı. Türk milleti, esas at sırtında ileriye, terakkîye koştu... Altaylıların yaşantısında pek
çok yenilik ortaya çıktı.
Arkeologlar, Altay kurganlarında büyük kılıçlar, kılıççıklar ve hançerler, üzengiler ve örme
zırh gömlekler, miğferler ve zırhlar... buldular. Bunlar inandırıcı mı? Elbette. Dünyâda hiçbir
millet, böyle güzel âletlere sâhip olmamıştır. Sâdece Türkler. Onlar, Çin imparatorunun
muazzam ordusunu, asıl bu sebeple bozguna uğrattılar... “Türk” sözü, Çin
vekâyi-nâmelerinde, işte bunun için yer aldı. Dahası, daha mîlattan önce IV. yüzyılda Çinliler
Türklerin kıyâfetlerini benimsediler; hattâ pantolon giymeye başladılar. Sonra ata binmeyi
öğrendiler...