Yapılan ilmî buluşlar, dağların, Altay’ın eski sâkinleri için sâdece ‘dağlar’ değil, aynı zamanda
faydalı mâdenlerin depoları olduklarını ispat ediyorlar! Demek ki, gezegenin en eski jeologları
esas Altaylılardır. Zîrâ, taş âletlerin yapılması için gerekli ve faydalı mineralleri aramayı ve
çıkarmayı ilk olarak esas onlar öğrendiler.
Demek ki, jeoloji Altaylılarda doğdu.
ALTAY’DAN İLK GÖÇ
Mağara hayâtı, Altay’larda binlerce ve binlerce yıl devâm etmişti; bu uzun zaman zarfında
pratikler hiç değişmedi; insanları eskiden olduğu gibi, avcılık ve balıkçılık besledi.
Bu yavaş hayatta yine de değişiklikler oldu. Arkeologlar, değişen zamânın nabzını, buluntular
üzerinde hissediyorlar.
Söz gelişi, ilim adamları, metalden bir biblonun ortaya çıkışına işâret emişlerdir. (Bu bronz,
kalay ve bakır alaşımı idi). Demek ki, Eski Altay’da bronz çağı başlamış, taş devrinin yerini
almıştı.
Tabiî ki, insanlar metalin taştan daha dayanıklı olduğunu ne bir günde, ne bir yılda anladılar.
Bronzdan yapılmış ok ve mızrak uçları, uzun süre, Altaylıların yaşantısında birlikte
kullanıldılar. Bu, çok şeyi açıklıyor. Bu arada, o konuda, Altaylıların hayâtı engellenemez
biçimde değişti; hayatta devâsâ değişiklikler görülmeye başladı. Artık bronz baltalarla
ağaçları kesmek mümkündü!
Ağaçları kesmek, büyük bir iş olarak görülüyor! Ancak, bu basit sözlerin gerisinde ne çok şey
yatıyor. Her şeyden önce, insanların hayatları ibtidâîlikten, tabiatin kaprislerine bağlı
olmaktan kurtuldu. İnsan, mağaralardan çıktı! Ev seçiminde serbest hâle geldi. Konutunu
kendisi yapmaya başladı.
Gelişmeler (hiç mübâlağasız) çok değerli idi. Demek ki insanlar, ağaçlardan sıcak konutlar
yapmayı o sırada öğrendiler. Bu, onlarca yıl kendilerine lâzım oldu; fakat ahşap evler, ileriye,
ilerlemeye doğru devâsâ bir adımdı. Onlara kuren adını verdiler.
Kuren, husûsî bir evdi. O, henüz izbe [ağaçtan köylü evi] değildi; fakat mağara da, şalaş
[dal, saman ve otlarla örtülü, sırıklardan yapılmış hafif yapı, barınak] da değildi. Ne
pencereleri, ne kapıları, ne de tahta döşemeli tabanı vardı; sâdece duvarları, ağaç dallarıyla
ve toprakla kaplı çatısı bulunuyordu. Yapıya yan taraflardan toprak serpiyorlar, veya onu
toprağa gömüyorlardı. Kurenin üstü (plânda), sekiz yüzlü gözüküyor. Bina girişlerini doğu
tarafa yapıyorlardı (ve bu, yüzyıllarca an’anevî Türk evi oldu!). Kapı yerine postlar astılar;
zemîni kuru otla veya samanla döşediler. Kurenin ortasında ateş-ocak yandı; bu sebeple,
duman ve ışık için çatıda delik açtılar. Kurenler, şiddetli ayazda bile sıcak idiler.
İnsanlar, yeni konutları, diledikleri yere yaptılar. Beğenilen her yere. Onlar, tabiatin yaptığı
ve hiç bir yere taşınması mümkün olmayan mağaralardan farklı idiler.
Yapılan kurenlerle, daha doğrusu, yeni köy kentlerle, eski insanlar yavaş yavaş Altay’ın
vâdîlerini şenlendirdiler. Yerleştikleri yerlerde tabiat zengin, avlanma imkânları boldu;
buralar kendilerine rahat bir hayat sağladı.
O sırada dünyâda hiç kimse ağaçları kullanarak ev yapmıyordu. Yapamıyordu. Ahşap yapılar,
tartışmasız, Altaylıların buluşlarıdır. İlkel insanları dünyâya, yeryüzüne çıkaran büyük bir
buluş.
Bu sırada Altay’dan Sibir’e, Ural’a bâzı göçler oldu... Fakat, Ural’a Türklerin yerleştiklerini
iddiâ etmek mümkün değildir. Hayır. Beş bin yıl önce, Altay’dan uzakta “Altay-vârî”
yerleşmelerin ortaya çıktığı sırada, Türk milleti yoktu. Henüz erkendi. Meyve daha
olgunlaşmamıştı.
Altaylılar, konuşmalarda sâdece on civârında kelime kullanıyorlardı. Dilleri, kuş cıvıltısı gibi,
çok basitti; bu dili, bir konuşma dili olarak görmek doğru değildir. Münferit sesler, jestler,
basit kelimeler olsa bile, bu henüz bir dil değildir. Bu, ancak bir dilin emriyonu, ilk filizleridir.
Dil için yüzyılların geçmesi, evvelâ dilin sıraya dizilmesi ve sonra ifâde edilecek şekilde
ağızdan dökülmesi gerekir.
Eski Altaylılar, Ural’a gelirken, buraya kendi bilgilerini de getirdiler. Bu, gâyet tabiî bir şeydir.
Meselâ, onlar tıpkı kurenler gibi konutlar yaptılar. Çünkü, diğer konutları bilmiyorlardı.
Yeni köyler ve yerleşim yerleri de ormanlarda, ırmak kenarlarında ortaya çıktılar. İzleri hâlâ
duruyor. Onlar, şaşılacak şekilde Altay’dakilere benziyorlar. Hemen hemen aynılar. Ev
eşyâları, iş âletleri ve daha başkaları da aynı.
Arkeologlar, Ural’da, o zamandan kalma metrûk şehirler de buldular. Oysa (tahmin yürütmek
mümkün olabilir), bu tür şehirler Altay’da idiler. Bu durum hakîkaten böyledir; esefle
söylemek gerekir ki, tanınmış eski Altay şehirlerini, gerçekten, hiç kimse incelemedi.
Ama onlar var idiler!
Ural’da en fazla incelenmiş şehir, Arkaim’dir; beş bin yıllık bir şehirdir. Burada metalürji
ustaları yaşamışlardı. Onlar, bakır ve gümüş çıkarmışlar, onlardan bronz elde etmişlerdi.
Arkaim avlularının en az yarısında metalden yapılmış soba vardı. Gece gündüz ateşleri hiç
sönmedi. Urallılar, ufak el-işi eşyâlarını Altay’a götürmüşlerdi.
Arkaim’de acabâ kimler yaşamıştı? Şehri hangi millet yapmıştı? Bu hususta tartışmalar çok,
fakat netlik yoktur.
Altay’dan gelen kabîleler, Ural’a sıkışık koloniler hâlinde yerleştiler. Sonra, bir kısmı daha
öteye, batıya doğru, iklimin yumuşak ve tabiatin zengin olduğu yerlere gittiler. Her koloni
veyâ kabîle (henüz devlet değil, ancak istikbâlin devlet ve beyliği), yüzyıllarca orada
yaşamak için, uygun topraklar aradılar.
Kuzey Avrupa’nın meskûn olmayan topraklarına Altaylı kabîleleri yollar değil, vahşî hayvan
patikaları götürmüşlerdi. Yavaş yavaş bir kabîlenin diğerinden ayrılması ve uzaklaşması
başladı. Bunlar çok uzun süren, kolayca fark edilemeyen olaylardır.
Konuşma dili, insanın hayat tarzı gibi, yüzyılların ardından değişikliğe uğradı. Evvelki
(jestlerin ve mimiklerin hâkimiyetindeki) basit dil, karmaşıklaştı, sesler dili zenginleştirdi;
fakat o, şimdi sâdece aynı kabîleden olanların anlayabilecekleri bir dildi.
Hayret edilecek bir durumdur ki, eskiden, basit de olsa, bir dili bilen insanlar, birbirlerini
unuttular (Demek ki, efsânenin Bâbil kulesi hakkında söylediği şey doğru?!).
Kuzey Avrupa topraklarına yerleşen dünkü kabîledaşlar, sanki kendi içlerine kapanmışlardı;
çünkü sâdece yakın ve uzak akrabalarıyla temâs hâlindeydiler. Bu durum kendi netîcelerini
veremezdi: Kabîleler (daha doğrusu, kabîleler birliği), yavaş yavaş çoğalıp kavimler oldular
ki, onların Altay’a dayanan ortak bir kökü vardı.
Bugünkü Udmurtlar, Mâriler, Mordvinler, Komiler, Finler, Vebsler, Ruslar ... böyledirler. Her
milletin, yüzyıllar içinde, kendi dilleri, kendi âdetleri ve gelenekleri, kendi bayramları ve
sıradan günleri teşekkül etti. Kısacası, kendi kültürleri.