Microsoft Word kip\307aklar



Yüklə 0,83 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə28/34
tarix19.07.2018
ölçüsü0,83 Mb.
#57002
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   34

kazanmıştı. Burada zengin müzâyedeler, fuarlar gerçekleşiyordu; buraya deniz-aşırı tüccarlar 

geldiler.  Şehrin  ismi  (Türkçe  “bol-zengin”),  bu  konuyu  anlatıyor.  Tabiî  ki  Baltavar,  Deşt-i 

Kıpçak’ta ticâret yapılan tek şehir değildi. 

Han Kobyak, Don’un aşağı bölgelerinde, yüksek bir tepe üzerinde bir şehir kurmuştu. Onu, 

bugüne kadar Kobyak harâbeleri olarak adlandırıyorlar. Aksay şehrinin yanı başında. Burada 

Don’un girişini tuttukları söylenen muhâfızlar yaşadılar... Kıpçaklar, her büyük nehrin aşağı 

bölgelerinde bir kale-şehir inşâ etmişlerdir. 

Onlar, şehirlerini ustalıkla yaptılar. Görünüşte basit, özensiz gibiydiler; fakat rahat şehirlerdi: 

Mahalle plânlarıyla, geniş caddeleriyle. Onları, Türk mîmârî kâidelerine göre –kerpiç temelli 

olarak– inşâ ettiler. Mutlakâ meydanlıydılar (şehir sâkinlerinin toplantılar yaptıkları merkezî 

meydanlıydılar). 

Arkeologlar, eski binâlar ve onların dış görünüşleri hakkında, temellerine göre hüküm 

veriyorlar. Bunların girift mühendislik tesisleri oldukları görülüyor. Binâ ustaları, işe 

başlamadan önce hesaplar yapıyorlardı... Demek ki, “göçebeler” arasında mühendisler, 

matematikçiler, proje çiziciler vardı?.. Veyâ, bu bilgileri bir adam mı üzerinde taşıyordu? 

Hayrete şâyân. 

Şehrin altında yer-altı yolları, devâsâ salonlar açmışlardı; burada yiyecek stoklarını 

saklıyorlardı. Şehirliler, ânî baskınlar sırasında düşmanlardan yer-altında saklanıyorlardı. 

Şehir, sanki ıssızlaşıyordu. Mevcut insanları hiçbir şey dağıtamıyordu. 

Arkeologlar, bu yer-altı şehirlerine çok şaşırdılar: Bir şehrin altında sanki bir şehir daha 

vardı! Atlıların içlerinde kolayca dağıldıkları kerpiçten tonozlu salonlara, iyi düşünülerek 

yapılmış galerilere şaşırdılar. Orada havalandırma ve su dağıtma sistemleri bulunuyordu... 

Bu kadar sanatkârâne bir iş nasıl başarıldı? Anlaşılmıyor. Fakat, Kıpçaklar bir zamanlar tam 

da böyle iki katlı şehirler inşâ etmişlerdi. Bâzan kendi şehirlerinin etrâfını ağaçtan kazıklarla 

veya kerpiçten duvarlarla çevirmişlerdi. Bu da bir savunma, fakat değişik nitelikli bir 

savunma tarzı. 

Su tesisatı nâdirattan değildi: Taş kaldırımlar altına kilden yapılmış su boruları döşemişlerdi. 

Güzel ve rahat olsun diye geleceğin şehirleri için öyle yerler seçtiler ki. Meselâ, Aksay 

şehrinin karşısında az bulunur bir görüntü vardı: Don, bozkır ve ufka kadar gökyüzü... 

Don’dan, Greklerin Borisfen adını verdikleri ırmağa yollar çekildi. Şimdi bu ırmağı Dnyepr 

olarak biliyorlar. 

“Dnyepr” kelimesi ne mânâya geliyor? Farklı fikirler var. Fakat söz konusu olan bu değil. 

Daha ilgi çekici olan başka bir şey var: Kıpçaklar, Avrupa’daki büyük ırmaklara “Don” 

kelimesiyle başlayan isimler veriyorlardı. Niçin? Dnyepr, Donyestr, Donay. Apaçık bir şifreli 

yazı. Bu ne demekti? İlim adamları, buna bir açıklama bulamadılar. Tesâdüf olduğuna karar 

verdiler. Hiç de tesâdüf olmadığı görülüyor. Açıklama, bu ırmakların yanı başlarından 

aktıkları tepelerde, sırtlarda ve Türk geleneği içinde. (Yeni topraklar açmak –doğru coğrafî 

isimler vermek, bize meçhul bir husus– genel olarak unutulmuş bir konu). 

Türklerin öncü keşif kolları vardı; bunlar bozkırda otlaklara, tarlalara, iskân yerlerine 

bakıyorlar ve isimler veriyorlardı. Nasıl? Bilmiyoruz. 

Keşifçiler, kimsenin gitmediği bozkıra dikkatli bir şekilde gittiler. Onların ardından, dikkatli bir 

şekilde göçmenler gittiler. 




Türk kavminin öncüleri, Altay’dan iki yüz yıl boyunca ilerlediler; ancak henüz Avrupa’ya 

kadar ulaşmamışlardı. 

Alpleri (daha doğrusu, hemen bütün Avrupa’yı!) görme şerefi, büyük Türk hükümdârı 

Attila’ya, Büyük Bozkır’ın ebedî kahramânına nasip oldu. 

ROMA’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

 

Kıpçaklar, sâkin ve rahat hareketleriyle Romalı yöneticileri dehşete düşürdüler. Kendine 



güvenen atlılardan korktular. Ve ilk uygun fırsatta zarar vermek isteyerek, onların 

arkalarından câsusluk yaptılar. Fakat, zâhiren her şey tamâmen yolunda görünüyordu. 

Meselâ, 312 yılından îtibâren Deşt-i Kıpçak’a gönüllü olarak haraç ödemeye hazır olduklarını 

kendileri söyleyen Grekler, Kıpçaklardan övgüyle söz etmekteydiler. (Kıpçaklar, eğer onların 

ordularında hizmet etmekte, tarlalarını işlemekte iseler, nasıl övgüyle söz edilmez, nasıl 

yaranılmaz, nasıl ödeme yapılmaz.) 

Roma da haraç ödedi. Fakat bunu hiç de kendisi isteyerek yapmadı. 

380’li yıllarda, Roma (Batı) imparatorluğunun kuzey sınırlarının yakınında bozkırlıların ilk 

yürüyen evleri göründüler. Çağdaşlar, tam da bu târihe işâret ediyorlar. Demek ki, o sırada, 

burada ilk Türk yerleşim yerleri ortaya çıktılar. 

Kıpçaklarla komşuluk, önceleri Romalıları çok korkutmuştu. Fakat yıllar içinde her şey 

değişti. Korkmayı bıraktılar. Roma, Bizans örneği üzere, Doğu’lu göçmenlere yaklaşma 

yollarını aramaya başladı. Ve buldu. 

Bu hızlı oldu. O sırada Kıpçaklarda kıtlık, iki yıl sert bir kuraklık olmuştu. Açlık, insanları, ot 

gibi, “biçiyordu”. Romalı tüccarlar, tilkilerin kümeslere dadanması gibi, yeni Türk sitelerine 

dadandılar. Onlar, Kıpçakların açlıklarından kazanç sağladılar: Onlara bayat ürünlerini 

sattılar. 

Sâdece altın karşılığında sattılar. Âilelerde altın bitince, bu tüccarlar, gebermiş Roma 

köpeklerinin etleriyle Türk çocuklarını değiş-tokuş ettiler. Anne-babalar, böyle bir 

değiş-tokuş için bizzat gittiler; açlık yüzünden ölmekten kurtuluşun tek çıkar yolu olarak 

gördükleri için, çocuklarını köleliğe kendileri verdiler. 

Vâkıa iğrençti. Çirkindi. Ne var ki, bu, Romalıların ahlâkını, hakîkî yüzlerini gösteriyor. 

Türkler, bu felâkete sabır ve metânetle dayandılar. Onlar, tüccarları yağmalayabilir veya 

kovabilirlerdi; fakat böyle yapmadılar. Dişlerini sıkıp, dayandılar... Söz arasında, bu yıllarda 

Roma, “katılikom” –yâni Türklerin müttefiki– ismiyle Grek hristiyanlığını kabûl ettiler. 

Türklerin felâketlerinden kâr ettiler. 

Bu “müttefik” her şeyi yapabilecek durumdaydı. O, artık Bizans’a tâbi idi; fakat bütün 

dünyâdan nefret ediyordu. Bilhassa Roma’yı eski kudretinden mahrûm bırakmış olan 

Kıpçaklardan. Romalılar, açıktan savaşı bırakıp gizli mücâdeleye başladılar. Bu mücâdele yüz 

yıldan fazla sürdü. Burada gâlip geldiler: Türkleri hilkat garîbeleri, vahşîler ve hattâ “vahşî 

hayvanlar gibi yemek yiyen” göçebeler şeklinde göstererek, gelecek nesiller önünde onlara 

iftirâ ettiler... Bu kulis mücâdelesinde pek parlak bir başarı sağladılar. 

“Vahşî hayvanlar gibi” nasıl yenilebilir? Anlaşılan, çok basit. Kaşık veya çatalı ele almak 

gerek; Türkler, bıçağın da yardımıyla, böyle yiyorlardı (bıçak, dâimâ, hançerle birlikte 

kınındaydı). “Vahşî hayvanlar gibi” yemek yemeden önce, ibrikten ellerini yıkamaları ve 

onları havlularla kurulamaları gerekiyordu. İşte hepsi bu. 




Yüklə 0,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə