Bâzı ilim adamları, târihi yazarken, politikacıların emriyle, bâzı şeyleri inkâr ediyorlar, sükûtla
geçiştiriyorlar veya gizliyorlar. Onlar, hakîkati gizlemenin mümkün olmadığını sanki
bilmiyorlar. Onlar, çuvaldan biz çıkar gibi, ansızın ortaya çıkıyorlar. Grekler, hakîkatleri
gizleme yoluna gittiler. Konstantin zamânında Tanrı dînini kabûl ettiler; bunu kimse inkâr
etmiyor. Fakat, bu dîni Türk din-adamlarından aldılar! İşte bu konuda târihçiler nedense
susuyorlar. Gök Tanrı inancını o sırada öğreten ve taşıyan başkalarının bulunmadığını,
bunların sâdece Kıpçaklar olduklarını unutuyorlar!
Türklerin dîninden Doğu’da Budizm, Batı’da ise yeni bir Hristiyanlık doğdu. Tengri, insanlara
farklı biçimlerde göründü; bu da (O’nun huzûrunda) Büyük kavimler göçünün bir başka
eseridir. Avrupalılar, Tanrı’yı kabûl ettiler; onunla da Türk rûhî/mânevî kültürünü. Bu, gizli
bir şey değildir!
Konstantin’in Tanrı’yı kabûl etmediğini gizlemek pek mümkün değildi. O, ömür boyu pagan,
Yüksek bir râhip olarak kaldı. Çünkü, onu ilgilendiren din değil, iktidardı. O, her şeye
başvurdu; yeter ki, Kıpçaklar kansın. Yeter ki, onlarla birlikte olsun. Yeter ki, onlar iktidar
için maşa olarak kullanılsın.
Romalılara karşı zafer için cömert davranan Konstantin, hediyeler ve vaatler husûsunda da
cimrilik etmedi. Hiçbir şeye acımadı; yeter ki, Türk askerleri yanında daha uzun süre tutsun.
Yeter ki, onlar kendisine hizmet etsinler. Ve atlılar kaldılar! Grekler sanki onları sarhoş
ettiler... Bunları “federat”, sonra da hâinler olarak tavsif ettiler. (“Federat” kelimesi, Latince
“antlaşma”dan geliyor.)
Konstantin, onlara yapabildiği kadar yaranmaya çalıştı. Meselâ, yeni bir takvim ihdâs etti;
tâtil gününü, Türklerde olduğu gibi, Pazar günü olarak belirledi. İnsanları kiliseye gitmeye,
yeni Gök Tanrı’ya duâya mecbûr etti.
Belirtelim ki, Grekler, 325 yılına kadar sâdece Tengri’ye duâ ettiler! Türklerin kutsal
metinlerini ve duâlarını okudular!
Fevkalâde bir vâkıa. Tamâmen unutulmuş. Bu durum, Avrupa târihinin bâzı karanlık
noktalarını çok iyi aydınlatıyor... Bizans sikkeleri üzerine, Güneş tasvirleri, daha doğrusu,
güneşli ışınlarını temsil eden eşkenar haçlar darbettiler... “Güneşin İşâretleri”. Konstantin’in
kendisinin mutlakâ “güneş kültüne tapan” biri olduğunda söz ederler. Bu da nerden çıktı?
Diğer taraftan, Türk dili uzun süre Bizans ordusunun dili olarak kaldı; onu “asker dili” olarak
tavsif ettiler. Binlerce bozkırlı âile, Greklere göç ettiler. Onlara en iyi toprakları verdiler;
onların göç etmeleri için, Deşt-i Kıpçak hanlarına altın ödediler. Tabiî, bu göçler de Büyük
kavimler göçü, onun devâmıdır. Ne var ki, serbestçe değil! Daha doğrusu, onlar, ne de olsa,
altın karşılığında satın alınan insanlar idiler.
Kıpçaklar, aslında, Bizans’ı –doğu Avrupa’nın ünlü ülkesini– kurdular... Üç nesil sonra, orada
iki halkın ortaklığının meyvesi olan ve bugüne kadar hayranlık uyandıran Bizans kültürü
oluştu. Fakat, uzmanlar, burada Doğu’nun açık bir şekilde baskın olduğunu varsayıyorlar.
Şaşırtıcı hiçbir şey yok. Avrupa toprağında, Kuşan hanlığının târihi tekrarlanıyordu; ondan
farklı olan tek şey, Bizans’ta hükümdarın Türk değil Grek olmasıydı. Fakat iki kültürün
kaynaşması ortada! (Basitçe, Greklerin Kıpçakları nasıl satın aldıkları, nasıl onları kurnazlıkta
ustaca bastırdıkları.)
...Konstantin’in artık düşmanları yoktu; o, saf-dil Kıpçakları eyerledi. Bu sebeple, onlarla
dostluk uğruna, onları kandırıp kendi tarafına çekmek için hiçbir şeye acımadı. Başka türlü,
Bizans’ı kimse hiçbir vakit duymazdı.
İmparator, 324 yılında Konstantinopol’ün, yeni başkentin temelini attı. Bu işe Türk ustaları
memur etti. Onlar, Roma’ya nisbet olsun diye kendi –doğu– modellerine göre inşâ ettiler.
Şehir içinde, Tengri adına mâbetler diktiler... Kurnaz (imparator), her şeyi hesâba katmıştı.
Böylece Bizans doğdu.
İMPARATOR KOSTANTİN’İN İHÂNETİ
Roma’nın dünkü kolonisi, yıldan yıla görülmemiş bir güce kavuştu; Kıpçaklar sâyesinde, hızla
mâmur bir ülke hâline geldi. Türklerle ittifak, onu kazançlı çıkardı. Grekler, kendi şartlarını
Mısır’a, Filistin’e, Sûriye’ye ve bizzat Roma’ya dikte ettirdiler. Fakat bunlar Konstantin’e artık
az geliyordu.
325 yılında Konstantin, İznik şehrinde bütün Hristiyan din-adamlarını topladı. Bu, İznik
ismiyle bilinen ilk rûhânîler toplantısı (Ekümenik konsül) idi.
Konsül, tek bir hedef gözetmekteydi. Bunu saklamadılar bile. İmparator, Konsül’e
Hristiyanlığın kilisesini kurmayı emretti; fakat bu kilise, artık Türk modeline göre değil, Grek
modeline göre olacaktı. Uzun yıllar zihninde taşıdığı, uğruna her yola başvurduğu, işte
buydu.
Grek kilisesinde Tengri ve Hristos, Konstantin’in fikrine göre, tek bir şahsiyet, daha doğrusu
tek tanrı hâlini aldılar... Grekler, böylece, Tengri adını kullanarak, ilâhî gücü ele geçirmeye
karar vermişlerdi. Bunun için onlara İznik konsülü ve kendi kiliseleri gerekliydi.
Fakat, Tengri’yi kendi kiliselerine kapatıp, Türklerin duâlarına, âyinlerine/törenlerine,
mâbetlerine saldırdılar... Onların rûhî/mânevî kültürlerinin hepsine. Türklerin yüzyıllar içinde
biriktirdikleri, şimdi Bizans’a, onun kilisesine geçiyordu. Bu, Türk milletine karşı işlenmiş bir
suç değil midir?! Böyle îtinâ ile sakladıkları, bu değil midir?!
İznik konsülünde hiç kimse, imparator Konstantin’in emrettiği şeyi anlamadı bile. Anladıkları
zaman ise, öfkelendiler. Tanrı ile insanı birleştirmek, düşünülemeyecek büyük bir saçmalıktı.
Bu bir hakâretti.
Tengri’yi ilk olarak Mısırlı piskopos Ariy müdâfaaya kalktı. O, Tanrı’yla insanı aynîleştirmenin
imkânsız olduğunu söyledi. Çünkü, Tanrı rûh, insan ise cisim, yâni Tanrı’nın eseridir; o,
ancak Tanrı’nın irâdesi üzerine doğar ve ölür. Ariy, çok tahsilli bir adamdı. O, güvenle
inandırdı. Onu, Ermeni, Arnavut, Sûriye ve diğer ülkelerin kiliselerinin piskoposları
selâmladılar. Onlardan hiç biri, tabiî ki, Hristo’yu inkâr etmiyorlardı; fakat hiç biri Tanrı ile
onu aynîleştirmediler. Gök (Tanrı)’ün cezâsından korktular.
İhtilâf hüzünlü bitti. İmparator Konstantin, kendisine muhâlefet edilmesine müsaade
etmeyeceğini söyleyerek, anlaşmazlığı kaba bir biçimde kesiverdi.
Fakat, muhâlif piskoposlar fikirlerini değiştirmediler. Onlar, Konstantin’in emrine boyun
eğmediler ve Tengri’yi Hristo’ya eş tutmadılar. Diğer bir deyişle, Derbent’te Türk
din-adamlarının kendilerine öğrettikleri temiz dîni muhâfaza ettiler.
Ermenistan, Kafkas Arnavutluğu, İveriya (Gürcistan), Sûriye, Mısır, Habeşistan’ın hristiyan
kiliselerinde, Tengri, gerçek Tanrı olarak kaldı. Sâdece O, O’na duâ ettiler. O’nun sûretinin
benzeri, ikonlar üzerinde tasvir olundu. O’na mâbetler tahsis ettiler.
Şaşırtıcı olan şu: Türk hanları, İznik konsülünün farkına varmadılar; onlar sanki başka bir
dünyâda yaşıyorlardı. “Tanrı’dan başka tanrı yoktur” düşüncesiyle yaşıyorlardı.