kabartmalı kapaklarında gezdirerek, onlarda bu kadar dikkat çekici ne olabileceğini anlamaya
çalışıyordu. Kitaplara yukarıdan, aşağıdan, tersten, düzden bakıp harfleri bir şeylere benzetmeye
çabalıyordu. Çabaları sonuç vermediğinde harflere duyduğu nefret katbekat artıyor, içindeki öfke
dalgası kabardıkça kabarıyordu. Küçücüktü harfler; yan yana dizilmiş bir sürü çiziktirik; eğri
büğrü, kargacık burgacık, saçma sapan. Olmayan ağızlarıyla ne anlatıyor olabilirlerdi ki? Babası
onlarda ne buluyordu da, gece gündüz başlarından kalkmıyor, yanlarına koşmak için yemeğini
bile bir an evvel bitirmeye çalışıyordu?
Ölümü anlamak çok daha kolaydı. Ölmüş bir baba zaten yok demekti. Oysa hayatta olan bir
babanın yokluğunu içine sindirebilmesi bir hayli zordu. Eskiden olsa bu kadar kahrolmazdı,
çünkü annesinin sevgisiyle avunurdu. Fakat şimdi o da değişmiş, ellerinin arasından kayıp
gitmişti. Suratı hep asık, gözleri hep dalgındı. Amcası ise, hepsinden daha hayırsız çıkmıştı.
Nicedir, hep çocuğun uykuya daldığı saatlerde dışarlarda oluyor, sabahları ise erkenden fırlayıp
gidiyordu. Oysa eskiden, beraber oyunlar oynar, evi neşeye boğarlardı. Amcası hep düşmanlar
için çalışan casus olur; gizlice kralın çadırına süzülmeye çalışırken yakalanıp esir alınırdı.
Çocuk, dizlerinin üzerinde aman dileyen casusu önce sımsıkı bağlar, sonra pata küte dövmeye
başlardı. Küçük yumrukları sertleşmeye başladığında, aniden ipleri kopartan casus onu kucağına
alıp havada döndürürdü. Bazen de, çocuğu kaptığı gibi avluya götürür ve onu havaya, güneşe
fırlatırdı. Çocuk her seferinde hem kahkahalara boğulur hem de amcasının onu tutmaması
endişesiyle ürperirdi. Tam elini güneşe değdirmek üzereyken, gürültüye uyanan güneş avurtlarını
şişirip var gücüyle üfler, çocuk da o ani rüzgârla hızla aşağılara düşmeye başlardı. Endişeleri
boşunaydı, çünkü her seferinde tutardı amcası. Güçlü kuvvetli kollarıyla onu yakalar, kucağına
bastırırdı.
Oysa aylar var ki, Fortuna Sokağı'ndaki ev, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi sessiz ve
ıssızdı. Evdekiler birbirlerine değmeden, birbirlerini görmeden yaşamaya başlamışlardı. Tek bir
oyun arkadaşı bile kalmamıştı. Kimselerin sevmediği, özlemediği, istemediği bir çocuk olduğuna
göre, kabahat belki de ondaydı. Belki de hiç doğmamalıydı. Oysa iyi bir çocuk olabilmek için
elinden geleni yapıyordu. Kimseyi kızdırmıyor, söylenenleri harfiyen yerine getiriyor ve her gece
yatmadan evvel, gözyaşları içinde Tanrı'ya dua ediyordu. Tanrı'dan yardım istemek için değil,
onu görmek için dua ediyordu. Tanrı'yı görmeyi her şeyden çok istiyor, göremedikçe
öfkeleniyordu. Onun neye benzediğini bilmek, sesini duymak için neler vermezdi ki... Geceleri
Tanrı'ya, ellerini tutması için yalvarıyordu. Rüyalarında kocaman, karbeyaz bulutların üstüne
çıkıyor; o yumuşaklığa kendini bırakıveriyordu. Uyandığında gene altına yaptığını anlıyordu.
Annesi hiç kızmıyordu yatağını ıslattığı için. Keşke kızsaydı. Keşke bağırıp çağırsa, çişli
çarşafları suratına fırlatsaydı. Kim bilir, belki de aslında annesi kızıp köpürüyor, Tanrı mırıl mırıl
konuşuyordu da o duyamıyordu. Belki de doğuştan sağır bir çocuktu. Ya da daha kötüsü, belki
de bütün bunları hak edecek bir günah işlemişti. Bu dünyaya hiç gelmemeliydi. Tanrı da bunu
bildiği için ondan yüz çevirmişti. Kimselerin istemediği, sevmediği bir çocuktu o. Hiç kimsenin
umurunda değildi. Bir kişi hariç: Elena Rodriguez!
Komşu kadınla beraber olduğunda böylesi sıkıntılar yaşamıyordu. Kadın ona cicili bicili
hediyeler alıyor, birbirinden nefis tatlılar pişiriyor, hatta dışarıda satılan her türlü yiyecek ve
içeceğe tiksintiyle bakmadığı zamanlarda çikolata bile ısmarlıyordu. Çocuk ona "señora" diye
hitap ediyordu. Kadınsa bu mesafeli hitap tarzından hoşlanmadığını saklamıyor ama sesini
çıkarmıyordu. Zaten, çocukla istediği sıklıkta görüşememenin acısını duyduğundan, bir de
birlikte geçirdikleri zamanı zehretmek istemiyordu. Varsın ufaklık şimdilik böyle hitap etsin.
Nasıl olsa zamanla alışır, ısınır. Bu ümitle kadın, çocuğun bir dediğini iki etmiyor, onu hep el
üstünde tutuyordu. İlahi adalet dedikleri tam da böyle bir şey olmalıydı. Tanrı ondan Diego'yu
almış, sonra da nasıl perişan olduğunu görüp haline acıdığından ona küçük Andres'i yollamıştı.
Evet, hiç şüphesiz, Andresillo çekilen onca acının mükâfatı, Tanrı'nın armağanıydı. Şimdilik
kimse bu hakikati bilmese de çok yakında herkes öğrenecekti. O vakte kadar tek yapması
gereken dişini sıkıp sabretmek ve çocuğun sevgisini kazanmaktı. Ancak o zaman geçmişin
olanca ağırlığı omuzlarından kalkacaktı.
Diego'nun ölümünden sonra sık sık canına kıymak istemiş ama her teşebbüsünde, inancı onu
böyle korkunç bir günah işlemekten alıkoymuştu. Şeytanın ekmeğine yağ sürmemek için hayata
daha sıkı tutunmaya çalışırken, her yeni gün biraz daha kahır dolu, her gecenin sabahı biraz daha
puslu olmuştu. Nihayet, cılız ama inatçı bir ışık sûretindeki o ilahi nişâneyi gördüğü zaman, bu
kadar yakında olan kurtarıcısını daha önce fark edememiş olmasına şaşırmıştı. Evet, Elena
Rodriguez'e göre kurtuluş yakında, hem de çok yakındaydı. Bunun farkına vardığından beri,
günler daha az boğucu, geceler daha az karanlıktı. Çektiği acıların dinmesine, günün ağarmasına
çok az zaman kalmıştı.
Rüzgârlı, yağmurlu bir gündü. Elena Rodriguez yola çıkmadan evvel eve uğrayıp Diego'nun
patlıcan moru, kadife şapkasını dolaptan çıkartmıştı. Şapka biraz büyük gelmişti çocuğa, ama
onu hem yağmurdan hem de rüzgârdan koruyabilirdi. Hem zaten çocuk dediğin hızla büyüyüp
serpildiğine göre, pek yakında Diego'nun şapkası tam oturacaktı küçük Andres'in kafasına. Gene
de kadının içini kemirip duran bir şüphe vardı. Acaba Diego, Andres'i sevmesini istemiyor
muydu? Bu sebepten mi geceleri şeytanla pazarlık edip yeryüzüne iniyor, kapıları çerçeveleri
indirerek annesine rahat vermiyordu? Fakat eğer böyle bir şey varsa, bu korkunç bir haksızlıktı.
Hem küçük Diego nasıl olur da Tanrı'nın inayetine karşı çıkardı? Belki de Diego, onun biricik
Diego'su, aslında hep annesinden çok babasına yakın olmuştu. İyi bir Hıristiyan olabilmek için
değil gayret etmek, parmağını dahi kıpırdatmayan, nefsinin pençeleri arasında kıvranan, buna
rağmen senelerdir günah çıkartmayan, oğlunun ölümüne bile gözyaşı dökmeyen babasına. Hayır,
böyle bir şeyin olmasına imkân yoktu. Muhakkak ki, Diego annesinin oğluydu ve Andres,
masumiyeti ve güzelliğiyle küçük ölünün de huzura kavuşmasını sağlayacaktı.
Birlikte çikolata içmişlerdi. Andres bayılıyordu çikolatanın kokusuna, tadına, kıvamına.
Daha önündekini bitirmeden bir tane daha istemişti. Kadın, dantelli, karbeyaz mendilini diliyle
ıslatıp çocuğun çikolatadan bıyığını itinayla silmişti. Sonra hiç telaş etmeden, ağır adımlarla
Fortuna Sokağı'na uzanan yolları geride bırakıp ara sokaklara dalmışlardı. Uyuz sokak köpeği bu
sokaklardan birinde takılmıştı peşlerine ve gene bu sokaklardan birinde terk etmişti onları.
Nihayet uzun bir yürüyüşten sonra, festival kalabalığının en yoğun olduğu noktaya varmışlardı.
Burada sokak iki yana doğru biraz daha genişlediğinden daha çok insan toplanmıştı. Cıvıl cıvıl
renklere bürünmüş insanlar sadece yolun sağına soluna yığılmakla kalmamış; pencerelerden,
balkonlardan, ağaçlardan sarkmışlardı. Lıkır lıkır şarap içtiklerine göre, çok geçmeden pek çoğu
sızıp kalacaktı. Zaten daha şimdiden bazılarının gözleri kan çanağına dönmüş, burunları
kızarmış, ayakları birbirine dolanmaya başlamıştı. Kuytularda ateşli ateşli öpüşen çiftlere
rastlamışlardı. Andres onları yakından görmeye çalıştığında, Elena Rodriguez onu süratle
uzaklaştırmıştı. İki adımda bir, yiyecek içecek satan birileri vardı. Suratlarındaki keyifli ifadeye
ve giderek şişkinleşen para keselerine bakılırsa, onlar için hayli kazançlı bir gün olmalıydı.
Satılan etlerin, tatlıların, çöreklerin kokuları, ter ve içki, sidik ve kusmuk kokularına
karıştığından, açık havanın ve rüzgârın dahi kıramadığı ağır bir koku her tarafı kaplamıştı. Yolun
tam ortasından yürüyüş alayı geçiyordu. Yürüyüş alayı bir nehir gibi çağlayarak, kıyılarında
toplananlara avuç avuç su serpiyordu. Her şey, herkes sırılsıklam olmuştu. Sadece, resmin tek
siyah noktasındaki kadın ile elini sımsıkı tuttuğu çocuk, sadece onlar kuru, kupkuruydular.
Dostları ilə paylaş: |