Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə18/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20

Route 5'in benim yürüdüğüm kısmında görüş alanı genellikle iyidir, ama kısa ve dik bir yamaçta, kuzeye doğru yürüyen bir yayanın karşıdan geleni pek iyi göremediği bir bölüm vardır. Dodge minibüsün sahibi ve şoförü olan Bryan Smith tepeye ulaştığında, ben de yokuşun dörtte üçünü çıkmış durumdaydım. Yolda değil banketteydi. Benim yürüdüğüm bankette. Bunu kavramak belki saniyenin dörtte üçü kadar bir zamanımı aldı. Sadece, Tanrım, bir okul aracı çarpacak bana, diye düşünecek vaktim olmuştu. Soluma doğru yöneldim. Hafızamda o noktadan sonra bir boşluk var. Sonra hatırladığım şey, yerde yatmış, uzaklaşan minibüsün arkasından bakıyor oluşum, araç artık yola çıkmış, bu kez öbür tarafa doğru yalpa yapıyordu. O görüntüyü çok iyi ve net hatırlıyorum, sanki bir

264


Yazma Sanatı

anı değil de bir film sahnesi gibi. Minibüsün arka lambalarının etrafında bir toz bulutu vardı. Plakası ve arka camlan kirliydi. Bu düşünceleri, kaza geçirdiğimi filan algılamadan kaydetmişim sanki. Sadece bir sahne, hepsi o. Zaten hiçbir şey düşünmüyordum; kafam bomboştu.

Buradan sonra yine küçük bir boşluk var ve sonra sol elimi kullanarak büyük bir dikkatle gözlerimdeki bir avuç kanı silişimi hatırlıyorum. Gözlerim nispeten temizlenince etrafıma bakındım ve yakındaki bir kayanın üzerine oturmuş bir adam gördüm. Kucağına yayılmış bir hasır vardı. Bu, aracıyla bana çarpan kırk iki yaşındaki Bryan Smith idi. Smith'in kabarık bir vukuat listesi vardı; neredeyse bir düzine araçla işlenmiş cürüm kaydı bulunuyordu.

O gün hayatlarımız kesiştiğinde yola bakmıyordu çünkü rottweiler cinsi köpeği, minibüsün en arkasından atlayıp, içinde et bulunan buz kutusunun durduğu arka yolcu bölümüne geçmişti. Rottweiler'in adı Bullet (mermi)'ydi ve Smith'in evde adı Pistol (tabanca) olan başka bir rottweiler'i daha vardı. Bullet buz kutusunun kapağını koklamaya başlamıştı. Smith de arkasına dönmüş Bullet'i kovalamaya çalışıyordu. Yokuşun tepesine ulaştığında, hâlâ Bullet'e bakıyordu ve hayvanın başını buz kutusundan itmekle meşguldü; bana çarptığında da aynı vaziyetteydi. Smith, daha sonra arkadaşlarına, benim kanlı gözlüğümü minibüsün ön koltuğunda görene kadar, "Küçük bir geyiğe" çarptığını zannettiğini söylemişti. Ben Smith'in önünden kaçmaya çalışırken gözümden fırlamıştı gözlüğüm. Çerçevesi eğilip bükülmüş ama camları kırılmamıştı. Şu anda bunları yazarken de aynı camları kullanıyorum.

265

Stephen King



-2-

Smith ayıldığımı görünce yardım çağırdığını söyledi. Sakin bir şekilde, hatta neşeli bir şekilde konuşuyordu. Kucağındaki hasırla kayada otururken gözlerindeki ifadede keyifli bir kader ortaklığı seziliyordu: İkimiz de amma şanslıymışız, ha? der gibiydi. Bullet'le ikisi bulundukları kamp yerini terk ettiler, sonradan bir müfettişe, buz kutusundaki o Marzes gofretlerinden yemek istediğini söylemiş. Haftalar sonra bu ayrıntıyı duyunca, neredeyse kendi romanlarımdan fırlamış bir karakter tarafından öldürülmüş olacağımı düşündüm. Adeta komik bir durumdu.

Yardım geliyor, diye düşünüyordum ve bu da iyiydi çünkü berbat bir kaza geçirmiştim. Hendeğin dibinde yatıyordum, tüm yüzüm kan içindeydi ve sol bacağım acıyordu. Aşağı baktım ve hoşuma gitmeyen bir şey gördüm: sanki bedenim alt kısmı tümüyle sağa doğru yarım tur burulmuş gibi, karnım yana kaymıştı. Tekrar hasırlı adama bakıp, "Lütfen sadece kemik çıkığı olduğunu söyleyin," dedim.

"Yok," dedi. Yüz ifadesi gibi sesi de neşeliydi, konuyla da pek ilgili değildi. Pekâlâ, Marzes gofretini yerken bütün bunları televizyonda izliyor da olabilirdi. "Beş altı yerinden kırılmış."

"Üzgünüm," dedim... -Allah bilir niye- ve bir süreliğine tekrar bayıldım. Tam anlamıyla bayılmak gibi de değildi; daha çok hafıza filmi şuradan buradan parça parça ekleniyor gibiydi.

Bu kez kendime geldiğimde, turuncu beyaz bir minibüs flaşör-leri yanar vaziyette bir kenarda durmaktaydı. Bir acil yardım görevlisi -adı Paul Fillebrown- yanıma diz çökmüştü. Bir şeyler yapı-

266

Yazma Sanatı



yordu. Gerçi bu sonradan da olmuş olabilir ama galiba kot pantolonunu kesiyordu.

"Bir sigara içebilir miyim?" diye sordum. Adam güldü ve içmesem daha iyi olacağım söyledi. "Ölecek miyim?" diye sordum. Ölmeyeceğimi söyledi, ama hastaneye gitmem gerekiyordu, hem de bir an önce. Hangisine gitmeyi tercih ederdim, Norway-Paris' tekine mi, yoksa Bridgton'dakine mi? Ben Bridgton'daki Kuzey Cumberland Hastanesi'ne gitmek istediğimi söyledim, çünkü en küçük çocuğum -az önce havaalanına bırakmış olduğum- yirmi iki yıl önce orada doğmuştu. Fillebrown'a ölüp ölmeyeceğimi bir daha sordum ve o da ölmeyeceğimi bir kez daha söyledi. Sonra sağ ayak parmaklarımı oynatmamı istedi. Annemin zaman zaman tekrarladığı garip şiiri hatırlayarak oynattım parmaklarımı: Bu küçük domuzcuk pazara gitmiş, bu küçük domuzcuk evde kalmış. Ben de evde kalmalıydım, diye düşündüm; bugün yürüyüşe çıkmak gerçekten kötü bir fikirdi. Sonra felç geçiren insanların hareket ettiklerini sandıklarını ama aslında etmediklerini hatırladım.

"Parmaklarım oynadı mı?" diye sordum Paul Fillebrown'a. Gayet güzel ve sağlıklı bir biçimde oynadıklarını söyledi. "Tanrı adına yemin eder misin?" dedim ve sanırım etti. Yine bayılacak gibi oluyordum. Fillebrown yüzüme doğru eğilmiş, ağır ağır ve yüksek sesle, karımın göl kenarındaki o büyük evde olup olmadığını soruyordu. Hatırlayamadım. Ailemden kimsenin nerede olduğunu hatırlayamadım ama görevliye hem büyük evimizin, hem de gölün karşısında, kızımın ara sıra kaldığı kulübemizin telefonunu vermeyi başardım. Sorsaydı Sosyal Güvenlik numaramı bile söyleyebilirdim. Bütün numaralar aklımdaydı. Sadece numaralar dışındaki her şey gitmişti.

267


Stephen King

Başka insanlar da gelmeye başlamıştı. Bir yerlerdeki telsizden polis anonsları cızırdıyordu. Bir sedyeye yerleştirildim. Canım yandı ve bağırdım. EMT kamyonunun arkasına kaldırıldım ve polis anonsları daha yakından gelmeye başladı. Kapılar kapandı ve başıma dikilen biri, "Biraz sıkıntınız olabilir," dedi. Sonra yola çıktık.

Paul Fillebrown yanımda oturuyordu. Elinde bahçe makası gibi bir alet vardı ve sağ elimin üçüncü parmağındaki yüzüğü keserek çıkaracağını söyledi... o bana 1983 yılında, gerçekten evlenişimizden on iki yıl sonra Tabby'nin verdiği nikâh yüzüğüydü. Filleb-rown'a onu sağ elime taktığımı, çünkü asıl nikâh yüzüğümün hâlâ sol elimin üçüncü parmağında olduğunu anlatmaya çalıştım... ilk yüzüklerimizi Bangor'daki Day's Mücevherat'tan 15.95 dolara almıştım. Başka bir deyişle, ilk yüzüğüm sadece sekiz dolara mal olmuştu ama işe yaramış gibiydi.

Bunları biraz çarpık çurpuk anlattım, muhtemelen Paul Fillebrown aslında hiçbir şey anlamamıştı ama şişmiş sağ elimdeki ikinci, daha pahalı nikâh yüzüğümü keserken sürekli başını sallayarak gülümsüyordu. İki ay kadar sonra, teşekkür etmek için Fil-lebrown'u aradım; o zaman kavradım ki, olay yerinde yaptığı doğru müdahale ve sonrasında da o bozuk, tümsekli arka yollardan saatte yüz kırk kilometre hızla beni hastaneye yetiştirmesi sayesinde belki de hayatımı kurtarmıştı.

Fillebrown bana yardım edebildiği için çok sevindiğini belirtti ve belki de birilerinin beni gözettiğini söyledi. "Bu işi yirmi yıldır yapıyorum," dedi telefonda. "Ve sizi o hendeğin içinde yatarken gördüğümde ve çarpma verilerini değerlendirdiğimde hastaneye kadar dayanabileceğinize ihtimal vermemiştim. Hâlâ programa devam edebildiğiniz için şanslı bir kamp sakini olduğunuzu bilin."

268


Yazma Sanatı

Çarpma etkisiyle oluşan yaralarımı gören Kuzey Cumberland

H| Hastanesi doktorları da beni orada tedavi edemeyeceklerine karar

^B vermişlerdi; birileri beni Lewiston'daki Central Maine Tıp Merke-

HT zi'ne götürmesi için bir LifeFlight helikopteri çağırmıştı. Tam o

™ noktada karım, büyük oğlum ve kızım geldiler. Çocuklara kısa bir

ziyaret izni verildi, karım ise daha uzun kaldı. Doktorlar ciddi bir

kaza geçirdiğimi ama atlatacağımı söylemişlerdi. Bedenimin alt

kısmı sargılar içindeydi. Belimden aşağısının o garip bükülmesine

bakmasına izin vermediler ama yüzümdeki kanları temizlemesine

ve saçıma giren camları ayıklamasına izin verildi.

Bryan Smith'in ön camıyla çarpışmam neticesinde kafa derimde uzun bir kesik oluşmuştu. Şoför mahallinin çelik dikmelerinin beş santim altına çarpmıştı kafam. Oraya çarpmış olsa, muhtemelen ya ölmüş olacaktım ya da komaya girecek, ayaklı bir sebzeye dönüşecektim. Route 5'in banketinden sonraki kayalık zemine fırlamış olsam da ya ölecektim ya da ömür boyu felçli kalacaktım. Oraya fırlamamıştım, minibüsün üstünden beş metre yukarı fırlamıştım ama kayaların tam dibine düşmüştüm.

Sonradan Dr. David Brown, "Son anda hafifçe sola dönmüş olmalısınız," demişti. "Dönmeseniz bu konuşmayı yapamazdık."

LifeFlight'in helikopteri Kuzey Cumberland Hastanesi'nin pistine indi ve beni sedyeyle yanına götürdüler. Gökyüzü son derece parlak ve maviydi. Pervanelerden büyük bir gürültü çıkıyordu. Biri kulağıma eğilip, "Daha önce hiç helikoptere binmiş miydin Steven?" diye bağırdı. Konuşanın sesi neşeli geliyordu, benim adıma heyecanlanmış gibiydi. Evet demeye çalıştım, daha önce de binmiştim helikoptere -hem de iki kere- ama yapamadım. Nefes almak bile çok zor geliyordu.

269

Stephen King



Beni helikoptere bindirdiler. Kalkarken masmavi gökyüzünü görebiliyordum; tek bir bulut bile yoktu. Çok güzeldi. Daha fazla telsiz sesi duyuluyordu. Belli ki sesler duyma günümdeydim. Bu arada, nefes almak daha da zorlaşmıştı. Birine işaret ettim ya da etmeye çalıştım ve görüş alanıma tersten bakan bir yüz girdi.

"Boğuluyormuş gibi hissediyorum," diye fısıldadım.

Biri bir şeyleri kontrol etti ve başka biri, "Ciğeri sönmüş," dedi.

Bir paket açılıyormuş gibi sesler çıktı ve sonra başka biri kulağıma eğilip pervane sesini bastıracak kadar bağırarak, "Sana bir göğüs tüpü takacağız Steven," dedi. "Biraz acıyacak, küçük bir çimdik gibi. Dayan."

Deneyimlerime göre (daha küçücük bir çocukken geçirdiğim kulak iltihabı sayesinde edindiğim deneyimler), bir tıp mensubu küçük bir çimdik hissedeceğinizi söylüyorsa, bu canınızı bayağı yakacakları anlamına geliyordu. Ama bu kez beklediğim kadar kötü olmadı, belki gırtlağıma kadar ağrı kesici dolu olduğum için, belki de tekrar bayılmanın eşiğinde olduğum için. Sanki elinde kısa ve sivri bir şey tutan biri göğsümün sağ tarafına çok yukarıdan bir darbe indirmiş gibiydi. Sonra göğsümden hava kaçırıyormuşum gibi tehlikeli bir ıslık sesi geldi. Aslında kaçırıyordum sanırım. Bir an sonra, o sevimsiz şlop, şlop, şlop sesinin yerine, bütün hayatım boyunca (hiç farkında olmadan Tanrı'ya şükür) duymaya alıştığım o normal nefes alıp verme sesleri gelmeye başladı. İçime çektiğim hava çok soğuktu ama en azından havaydı ve havayı içine çekmeye devam ettim. Ölmek istemiyordum. Karımı, çocuklarımı göl kenarındaki yürüyüşlerimi seviyordum. Ayrıca yazmayı da seviyordum; yarısı bitmiş yeni kitabım evdeki masamda beni bekliyordu. Ölmek

270


Yazma Sanatı

istemiyordum ve parlak mavi gökyüzüne bakarak helikopterde yatarken, aslında ölümün eşiğinde olduğumu fark ettim. Yakında biri beni iki taraftan birine çekecekti; olayın çoğu benim elimden çıkmıştı. Benim tek yapabildiğim, orada öylece yatıp gökyüzüne bakmak ve cılız, sızıntılı nefes seslerime kulak vermekti: şlop-şlop-şlop.

On dakika sonra CMMC'nin beton pistine indik. Bana göre beton bir kuyunun dibine inmiş gibiydik. Mavi gökyüzü uzaklaşmış ve pervanelerin vop, vop, vop sesleri artıp, bir dev el çırpıyormuş gibi ekolu bir hale gelmişti.

Aynı güçsüz biçimde nefes almaya uğraşırken, helikopterdeki yerimden kaldırıldım. Birisi sedyeye çarpınca haykırdım. "Pardon, pardon, iyisin Stephen," dedi biri... herkes ilk adımla hitap ediyordu, herkes arkadaşımdı.

"Tabby'ye onu çok sevdiğimi söyleyin," dedim, o sırada sedyemi çabucak helikopterden indirmiş ve tekerlekli bacaklarının üstünde beton bir yola koymuşlardı. Birden ağladığımı hissettim.

Birisi, "Ona kendin söyleyebilirsin," dedi. Bir kapıdan geçtik; girdiğimiz yer klimalıydı ve tepede lambalar yanıyordu. Hoparlörlerden anonslar duyuluyordu. Birden, bulanık bir şekilde, bir saat önce yürüyüş yaptığımı ve Kezar Gölü'ne bakan tarlalardan böğürtlen toplamayı planladığımı hatırladım. Fazla toplayamayacak-tım ama; beş buçukta evde olmam lazımdı çünkü hep birlikte sinemaya gidecektik. John Travolta'nın oynadığı The General's Daughter filmine. Travolta, ilk romanım Came'den uyarlanan filmde de oynamıştı. Kötü adamı oynuyordu. Ne kadar çok zaman geçmişti aradan.

271

Stephen King



"Ne zaman?" diye sordum. "Ona ne zaman söyleyebileceğim?" "Yakında," dedi ses ve bir daha kendimden geçtim. Bu kez gidip gelmeler olmamıştı, hafıza filmimi kaplayan büyük bir boşluk vardı; sadece düşünceli yüzler ve röntgen cihazları bulunan ameliyathaneler beliriyordu ara sıra; verdikleri morfin ve Dilaudid yüzünden hayaller, halüsinasyonlar görüyordum; yankı yapan sesler ve uzanıp kurumuş dudaklarımı nane tadında süngerle ıslatan eller vardı. Ama çoğunlukla karanlık vardı.

-3-


Bryan Smith'in yaralarımla ilgili tahminlerinde cimri davrandığı ortaya çıkmıştı. Bacağımın alt kısmı en az dokuz yerinden kırılmıştı -bacağımı yeniden birleştiren müthiş ortopedi uzmanı David Brown, sağ dizimden aşağısının karate darbesiyle kırılmış mermerlere benzediğini anlatmıştı. Bu tür alt bacak ameliyatlarında, parçalanan tibia kemiğinin yarattığı baskıyı ortadan kaldırmak ve bacağın alt kısmına kan gitmesini sağlamak için iki derin kesik yapılması gerekiyordu, bunlara medial ve lateral fasyotomi deniyordu. Bu fasyotomiler yapılmasa (veya bu konuda geç kalınsa) muhtemelen bacağın kesilmesi gerekecekti. Sağ dizkapağım da neredeyse tam ortasından içeri göçmüştü; bu tür bir duruma tıpta, "Ufalanmış iç artiküler tibial kırık," deniyordu. Ayrıca sağ kalçamda da hokka şeklinde başka bir kırık -ciddi bir raydan çıkma, durumuydu yani- ve yine aynı bölgede başka bir açık kırık vardı. Omurgam sekiz yerinden hasar görmüştü. Dört kaburga kemiğim kırıktı.

272


Yazma Sanatı

Sağ köprücük kemiğim yerindeydi ama üzerindeki et sıyrılmıştı. Kafamdaki yaraya yirmi beş otuz dikiş atılmıştı.

Eh, sonuçta Bryan Smith'in tahminlerinde gerçekten eli sıkı davrandığını söyleyebilirim.

-4-


Bay Smith'in bu vakadaki araç kullanma biçimi sonunda büyük jüri önüne çıktı, hakkında iki suçlama vardı: tehlikeli araç kullanmak (oldukça ciddi bir suç) ve şiddetli saldırı (çok ciddi, hapis cezası gerektiren bir suç). Yaşadığım küçük köşenin bu tür vakalarda davayı açmaktan sorumlu Bölge Savcısı, dosyayı dikkatle inceledikten sonra, Smith'in daha az ceza alacağı tehlikeli araç kullanma suçundan yargılanmasına izin verdi. Smith altı ay bölge cezaevinde yatma cezası aldı (cezası ertelendi) ve bir yıl boyunca araba kullanmaktan men edildi. Herhangi bir başka motorlu araç da kullanamayacaktı. Sonuç olarak, Bryan Smith, 2001 sonbahar veya kışında yasal olarak yollara dönmüş olacak.

-5-


David Brown, beni zayıf, güçsüz bırakan ve neredeyse dayanma gücümün sonuna getiren beş ameliyat maratonuyla bacağımı toparladı. Ayrıca, en azından tekrar yürüyebilmek için mücadele etme şansı da vermişlerdi bana. Bacağıma, harici fiksatör denilen uzun, çelik ve karbon karışımı bir aparat takılmıştı. Fiksatöre bağlı sekiz büyük kanca dizimin hemen altında ve üstünde kemiklere

273


F: 18

Stephen King

tutturulmuştu. Bir de dizimden dışarı uzanan, daha küçük beş tane çelik çubuk vardı. Çocukların çizdiği güneş resimlerini andırıyordu. Dizkapağım yerine sabitlenmiş durumdaydı. Günde üç kez hemşireler küçük çivileri ve çok daha büyük olanları açıyor ve deliklerden içeri hidrojen peroksit döküyordu. Daha önce hiç bacağımı gaza batırrp ateşe tutmamıştım ama yapmış olsam bu günlük çivi bakımıyla aynı şeyleri hissedeceğimden eminim.

Hastaneye haziranın on dokuzunda girdim. Yirmi beşi civarında ilk kez ayağa kalktım ve komodine doğru üç adım atmaya çalıştım, sonra kucağımda hastane ördeği ile oturup inlememeye ve düşmemeye çalıştım. İnsan kendine sürekli olarak şanslı olduğunu, çok şanslı olduğunu hatırlatmaya çalışıyor ve bu genellikle de işe yarıyor, çünkü doğru. Ama bazen de işe yaramıyor işte. O zaman ağlıyorsunuz.

O ilk adımlardan bir iki gün sonra, fizyoterapi başladı. İlk seansta, bir yürüteç yardımıyla koridorda on titrek adım atmayı başardım. Benimle birlikte yürümeyi öğrenmeye çalışan Alice adlı bir hasta daha vardı, seksen yaşlarındaki o minicik kadın da felç geçirmişti. Soluklarımız yettiği zaman şakalaşıyorduk. Koridordaki üçüncü günümde Alice'ye külotunun göründüğünü söyledim.

"Senin de kıçm görünüyor evlat," diye muzipçe hırıldadı ve yürümeye devam etti.

Dört temmuzda tekerlekli sandalyeyle hastanenin arkasındaki yükleme yerine gidebilecek ve oturduğum yerde havai fişek gösterilerinin bir kısmını seyredebilecek hale gelmiştim. Aşırı sıcak bir geceydi, caddeler bira içen, bir şeyler atıştıran ve gökyüzünü seyreden insanlarla doluydu. Gökyüzü kırmızı, yeşil, mavi ve sarı ışıklarla aydınlanırken Tabby de yanımda durmuş elimi tutuyordu. Has-

274


Yazma Sanatı

tanenin karşısındaki binanın bir dairesinde kalıyor ve her sabah sütlü yumurta ve çay getiriyordu. Yediklerimi yakabiliyordum herhalde. 1997'de, Avustralya çöllerindeki bir motosiklet turundan döndüğümde doksan yedi kiloydum. Central Maine Tıp Merke-zi'nden taburcu olduğumda ise yetmiş dört kilo geliyordum.

Üç hafta hastanede kaldıktan sonra, dokuz temmuzda Ban-gor'daki eve döndüm. Esneme, eğilme ve koltuk değneğiyle yürümeden oluşan günlük rehabilitasyon programımı uygulamaya başladım. Cesaretimi ve inancımı kaybetmemeye çalışıyordum. Dört ağustosta başka bir ameliyat için yeniden hastaneye döndüm. Koluma bir katater takan anestezi uzmanı, "Tamam Stephen... şimdi birkaç tane kokteyl yuvarlamış gibi hissedeceksin," dedi. Bunun ilginç olacağını, çünkü on bir yıldır kokteyl içmediğimi söylemek üzere ağzımı açtım ama daha bir şey diyemeden kendimden geçtim. Bu kez ayıldığımda uyluğumdaki büyük Schanz çivileri gitmişti. Dizimi yine bükebiliyordum. Dr. Brown iyileşme sürecimin iyi gittiğini söyledi ve biraz daha rehabilitasyon ve fizyoterapi görmek üzere evime yolladı. Aslında gördüğüm fizyoterapinin baş harfleri, artık acı ve işkence anlamına gelmeye başlamıştı.

Yirmi dört temmuzda, yani Bryan Smith'in Dodge minibüsüyle bana çarpmasından beş hafta sonra, yeniden yazmaya başladım.

-6-

Aslında bu kitaba 1997 yılının kasım veya aralık ayında başlamıştım ve her ne kadar genelde bir kitabın ilk müsveddesini bitirmem sadece üç ay sürse de, on sekiz ay sonra ancak yarısına gel-



275

Stephen King

mistim çünkü nasıl devam edeceğimi ya da devam edip etmeyeceğimi bilememiş, şubat ya da mart 1998'de bir kenara kaldırmıştım. Kurgu yazmak hemen hemen her zaman eğlenceli olmuştu, ama hiçbir kelimesi kurgu olmayan bir kitap yazmak işkence gibiydi. The Stand'dan bu yana bir kenara bıraktığım ilk kitabımdı ve çekmecede çok daha uzun kaldı.

Haziran 1999'da yazı, lanet kitabı bitirmek için harcamaya karar verdim -iyi mi kötü mü olduğuna bırak Scribner'deki Nan Graham karar versin diye düşündüm. Kendimi en kötüsüne hazırlayarak müsveddeyi okudum ve bir biçimde hoşuma gittiğini keşfettim. Bitirmek için izleyeceğim yol da netleşmişti kafamda. Nasıl bir yazara dönüştüğümü anlatan olayları ve yaşam durumlarını aktardığım anı bölümünü (C.V.) bitirmiş ve işin mekanik kısmına gelmiştim; bu kısım en azından benim açımdan, çok daha önemliydi. Sadece kitabın anahtar bölümü, yani seminerlerde ve konuşmalarımda sorulan sorulara ve sorulmasını arzu ettiğim... dille ilgili sorulara vereceğim yanıtlar kalmıştı.

On yedi haziran gecesi, Byran Smith'le olan küçük randevuma (Bullet adındaki rottweiler'den söz etmeye gerek yok) kırk sekiz saatten az bir süre kaldığından tamamen bihaber olarak, yemek masamızın başına oturdum ve cevap vermek istediğim tüm soruların ve belirtmek istediğim tüm noktaların bir listesini yaptım. Ayın on sekizinde, "Yazı Yazma Üzerine" bölümünün ilk dört sayfasını yazdım. Haziran sonunda kitaba dönmeye... en azından bir denemeye karar verdiğimde başlangıç noktam burasıydı.

İşe dönmek istemiyordum. Çok ıstırabım vardı, sağ dizimi bü-kemiyordum ve bir koltuk değneğine mahkûm olmuştum. Tekerlekli iskemlemde bile olsam, uzun süre masa başında kalmayı ha-

276

Yazma Sanatı



yal dahi edemiyordum. Kalçamdaki zedelenme yüzünden kırk dakikadan sonra, oturmak işkence oluyordu, bir saat, bir saat on beş dakikayı geçmem ise imkânsızdı. Bütün bunlara ilaveten bir de -eskisinden bile beter gözümü yıldıran- kitabın kendisi vardı, kendi dünyamdaki en önemli şey Precocet'in bir sonraki dozuna ne zaman ihtiyaç duyacağım konusuyken, diyalog, karakter, ajans bulmak gibi konularda nasıl yazı yazacaktım?

Yine de, bir yandan da bütün seçeneklerin bittiği o yol ayrımlarından birine geldiğimi hissediyordum. Ve daha önce de, yazı yazmanın aşmama çok yardımcı olduğu korkunç durumlar yaşamıştım... en azından bir süre derdimi unutmamı sağlamıştı. Belki yine işe yarardı. Fiziksel yetersizliğim ve ağrılarım göz önüne alınınca iyimser olmak gülünç geliyordu ama zihnimin gerisindeki o ses yine ortaya çıkmış ve hem sabırlı hem amansız bir tavırla, Chambers Brothers'in sözlerini kullanarak Bugün Zaman Geldi diyordu. O sese itaat etmemem mümkündü ama inanmamam mümkün değildi.

Sonunda, hayatımın pek çok kritik anında olduğu gibi kararın verilmesini Tabby sağladı. Umarım zaman zaman ben de onun için aynı şeyi yapmışımdır, çünkü bana göre evlilik, insan kararsız kaldığında karşı tarafın ipleri ele alabilmesidir.

Bana çok çalıştığımı, biraz ağırdan alma zamanımın geldiğini, bir süre o lanet kitaplara ara vermem gerektiğini, biraz dinlenmemi söyleyen kişi hep karım olmuştur. O temmuz sabahı işe başlamayı düşündüğümü söylediğimde de, bir vaaz dinlemeyi bekliyordum. Oysa Tabby düzenimi nereye kurmak istediğimi sordu. Bilmediğimi, hatta bu konuyu hiç düşünmediğimi söyledim.

277

Stephen King



O düşünmüştü ve, "Arka tarafta, kilerin önündeki koridora bir masa düzeni kurabilirim," dedi. "Orada bir sürü priz var, Mac'ın, küçük yazıcın ve bir de vantilatör konabilir." Vantilatör şarttı, feci şekilde sıcak bir yazdı ve çalışmaya yeniden başladığım gün, dışarıda ısı kırk dereceydi. Arka koridor da daha serin sayılmazdı.

Tabby birkaç saatini her şeyi toparlamakla geçirdi ve o gün öğleden sonra dörtte beni mutfaktan çıkarıp, eve yeni eklenmiş tekerlekli sandalye rampasından indirerek arka koridora götürdü. Orada bana harikulade bir küçük yuva hazırlamıştı: dizüstü bilgisayarım ve yazıcım yan yana konmuş, bağlantıları yapılmıştı, masa lambam, müsveddelerim (bir ay önce aldığım notlar da düzgün bir şekilde üzerine konmuş olarak), kalemlerim, referans malzemelerim, hepsi tamamdı. Masanın köşesinde küçük oğlumuzun Tabby tarafından o yaz başında çekilen bir resmi çerçeve içinde duruyordu.

"Her şey tamam mı?" diye sordu.

"Muhteşem," dedim ve ona sarıldım. Hakikaten muhteşemdi. Tabby de öyle.

Maine Oldtown'dan, eski adıyla Tabitha Spruce ne zaman fazla çalıştığımı bilirdi, ama aynı zamanda, bazen beni ayakta tutanın işim olduğunu da bilirdi.

Beni masanın başına yerleştirdi, şakağımdan öptü ve söyleyecek bir şeylerimin kalıp kalmadığını anlayayım diye orada bırakıp gitti. Anlaşıldı ki az da olsa varmış, ama Tabby sezgileriyle zamanın geldiğini kavramamış olsa, ikimiz de bundan emin olamayabi-lirdik.

278

Yazma Sanatı



İlk çalışmam tam bir saat kırk dakika sürdü ki Smith'in minibüsüyle bana çarpmasından bu yana hiç bu kadar uzun süre dik oturmamıştım. İşimi bitirdiğimde ter içinde kalmıştım ve neredeyse tekerlekli sandalyemde bile oturamayacak kadar yorulmuştum. Kalçamdaki ağrı facia düzeyindeydi. Ve ilk beş yüz kelimemin hepsi de dehşet vericiydi, sanki daha önce hayatımda tek satır yazmamışım gibiydiler. Bütün eski hilelerim beni terk etmiş gibiydi. Bir kelimeden diğerine, çok yaşlı bir adamın bir nehir üzerindeki taşlardan zikzak çizerek gidişi gibi ilerliyordum. O ilk öğleden sonrada hiçbir ilham yoktu ortalıkta, sadece inatçı bir kararlılık ve devam edersem işlerin düzeleceği umudu vardı.


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə