Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə37/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   46

Hikâyeyi romanın sultasından kurtarma doğrultusunda atılan adımların ilki gerçekten Ömer Seyfettin'indir. Edebiyatımız, ilk kez onunla, dünyaya bir "hikayeci gözü ile" bakan, ayrıntıları dikkatle izleyip işlemeye çalışan bir hikayeci kazanmıştır. Üstelik onun hikâyelerinde -sınıfsal temeline oturtulmuş olmasa bile- Osmanlı'nın son dönemindeki yapısının belirlediği insan tiplerinin yansıdığını görüyoruz. Kısacası, Ömer Seyfettin'le birlikte, hikâyemiz, "Türkiye'ye özgü bir kişiliğe" ulaşma sürecine girer.

Bu süreç içinde, Ömer Seyfettin'den sonra olumlu bir adımı, Memleket Hikâyeleri ile Refik Halit Karay atacaktır. Ve ondan sonra sökün eden hikâyecilerin çabaları ile hi-

kâye kesin olarak özgürlüğünü ilan edecek, romandan ayrı kendi ekonomisini oluşturmaya başlayacaktır.

İkinci Meşrutiyetten sonra beliren Milli Edebiyat akımının temsilcileri (Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Ka- raosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin) asıl başarılı eserlerini Cumhuriyet döneminde verirler.

İdeolojik açıdan ele aldığımızda, Cumhuriyet öncesi romana, "bürokratik görüş biçimi" egemendir.

Nedir o?


Bazılarının "resmî ideoloji" diye adlandırdıkları bu görüş biçimini, "toplumdaki aksaklıkların, oluşumlarına yol açan sosyo-ekonomik gerçekliklere eğilmeden, bir kadro aracılığıyla, biçimsel reformlarla düzeltilebileceğine inanmak" diye tanımlayabiliriz.

Bürokratik görüş biçimi, romanımızın oluşumuyla başlar; İkinci Meşrutiyet'te Küçük Paşa dönemecinden geçerek Cumhuriyete ulaşır ve az buçuk değişikliğe uğrayarak devam eder. Ne var ki, Cumhuriyet döneminde, romanda, burjuva ideolojisinin etkinlik kazandığı bir ikinci dönem yaşanacaktır.

Romanda, işçi sınıfı ideolojisinin etkin olmak üzere olduğu dönemi de gene Cumhuriyette görüyoruz.

Cumhuriyet döneminde roman ve hikâye

Cumhuriyet dönemindeki Türk romanı ve hikâyesi, Türkiye'nin ve Türkiyeli insanın gerçeklerine gittikçe daha çok eğilir.

Kentte ve köyde yaşanan gerçek yaşam, bütün sosyal ilişkiler, günlük yaşayışın bütün bölümleri doğrulukla yansıtılır. Çukurova'dan Ege kıyılarına, Doğu Anadolu'dan büyük kentlerin gecekondu mahallelerine değin uzanan çevreler, cephelerde savaşanlar, pamuk, tütün, tahıl üreticileri, süngerciler, fabrika işçileri, hapislerde yatanlar, gurbetçiler... gibi çok zengin bir kahraman kadrosu vardır artık roman ve hikâyenin.

Bütün bu eserlerde gerçekler ortaya konurken eleştiriye girişmekten kaçınılmaz. Roman türündeki eserler sos-

yal gelişimi gözlemekte, dile getirmekte; bununla da kalmayıp, sosyal bozuklukların giderilmesi için öneriler ileri sürerek, siyaset adamlarına, hatta bilim adamlarına öncülük etmektedir. Roman yazarları, anlattıkları gerçeklerin içinden, canlandırdıkları kahramanlar arasından yetişmiştir. Bu durum romana, doğruluk ve konu zenginliği kadar, dil ve anlatım zenginliği de kazandırır. Bölge ağızlarından derlenen sözler, anlatım biçimleri, sözdizimi özellikleri -roman aracılığıyla- yazı diline geçer.

Cumhuriyet döneminde roman ve hikâye, birkaç aşamadan geçerek günümüze ulaşır.

- Cumhuriyet Türk roman ve hikâyesinin ilk dönemi, Milli Edebiyat akımı temsilcilerinin eserlerini kapsar.

Aslında İkinci Meşrutiyet sonrasında başlayan bu dönem, 1931'de "toplumcu-gerçekçi roman ve hikâyeye geçiş dönemi"ne değin sürmüş; daha sonra temsilcileri ürün vermeyi sürdürmüşlerse de, roman ve hikâyede daha çok top- lumcu-gerçekçi nitelikler ağır basmaya başlamıştır artık.

Milli Edebiyat akımı temsilcileri, kolay anlaşılır bir dille, gözleme dayanan, halkın yaşantısını konu edinen, sosyal sorunlara değinen eserler verdiler. Doğacılığa yönelen deneylerden (Selahattin Enis), psikolojik çözümlemelere (Peyami Safa) değin uzanan eserlerdir bunlar.

Bu kuşağın temsilcilerinden Yakup Kadri Karaosma- noğlu, romanlarında, Türk toplumunun Tanzimat'tan 1950'lere değin uzanan serüvenini konu edindi. Onun, köy hayatını gerçekçi bir yöntemle dile getiren ve köylü ile aydın tipi arasındaki zıtlaşmaya değinen Yabanı, ileride yazılacak gerçekçi köy romanlarının öncüsü oldu bir bakıma. Halide Edip Adıvar ruh çözümlemelerine, duyarlıklı bir anlatıma yer veren eserleriyle tanındı. Cumhuriyet çağında yazılmış en iyi roman olduğu kabul edilerek CHP Roman Ödülü verilen (1942) Sinekli Bakkal (1936), Batı uygarlığına karşı "geleneksel-mistik değerleri" savunan bir tez getiriyordu. Köy ve kasaba gerçekleri içinde bir genç öğretmen kızın karşılaştığı güçlükleri dile getiren Çalıkuşu (1922) romanıyla ün yapmış Reşat Nuri Güntekin, yer yer romantizme uzanan bir anlatımla, yeni yaşamdan sahneler yansıttı.

Cumhuriyet döneminin bu ilk romancılar kuşağı, hikâye türünde de eser vermiştir. Bu kuşağın hikâyeleri, konu bakımından halkın yaşayışına, katı gerçeklere yöneliyor. Anadolu'ya ait canlı gözlemleri gitgide daha geniş ölçüde kullanıyordu.



- Toplumcu gerçekçi roman ve hikâye akımının doğuşu, 1930'lardan başlar. Bu dönemin önemli olaylarından biri, "hikâyemizdeki büyük sıçrama"dır.

Gerçekten, Ömer Seyfettin'le başlayan, hikâyemizin romandan ayrı bir tür olarak gelişimi, Sadri Ertem, Fahri Ce- lalettin, Memduh Şevket Esendal ve Kenan Hulusi Ko- ray'ın katkılarıyla, hikâyemizi bir sıçramanın eşiğine getirip bırakır. Beklenen sıçramayı ise, iki usta, Sabahattin Ali ile Sait Faik gerçekleştirir. Bu iki ustanın elinde, hikâye, tam anlamıyla "özerk" bir tür haline gelir artık. Bağlı oldukları dünya görüşlerinin birbirinden farklı olmasından dolayı, aralarında büyük farklar, giderek ayrılıklar bulunsa da.



Sabahattin Ali, "bürokratik görüş biçimi"nin karşısında yer alıp, rejimle hesaplaşmayı göze alarak giriştiği uğraşında, gerçekçi yöntemleri yerli yerine oturttuğu gibi, Türkiyeli insanı da -bütün boyutlarıyla- hikâyeye taşımasını bilmiştir. Ona gelinceye dek, ucundan bucağından hikâyeye taşınmış olan Türkiyeli insan, onun hikâyelerinde sınıfsal bir temele oturarak karşımıza çıkar. Sabahattin Ali'nin hikâyeye, konunun işlenişi açısından da kattıkları vardır kuşkusuz.

Dönemdaşı Sait Faik ise, daha çok, hikâyeye sağladığı teknik ve tematik olanaklar bakımından önemlidir. Yoksa, onun hikâyeleri bir çelişkiler toplamıdır. Değer yargılarından, yaşama biçiminden ve mekanikleşmiş ilişkilerinden nefret edip bir türlü mücadeleyi göze alamadığı burjuvazi ile yaşayışlarındaki doğallığa hayran olup bir sığınak olarak gördüğü, ama bir türlü de bütünleşe- mediği küçük insanlar arasında bocalayıp durmuştur yaşamı boyunca. Bu bocalamasını hikâyelerinde sürekli olarak dışlaştıran Sait Faik, insanları sınıfsal temellerinden koparıp, soyut bir sevgiyle yüceltme yanılgısına sürüklenmiştir. Gerçi o, hikâyelerini etkileyici kılan içtenliği ile,

içerisinde bulunduğu açmazı dile getirmekten kaçınmamıştır. Ama içtenlik, onu kurtarmaya yetmemiştir.

Hiç kimseyi kurtarmaya yetmediği gibi...

1948 yılında Sabahattin Ali'nin öldürülmesi ile birdenbire gerçekçi hikâyemizin boş kaldığına, siyasal iktidarın baskısıyla da Sait Faik anlayışının ön plana geçtiğine tanık oluyoruz. Bu geçiş, 1950-1960 arasında, Demokrat Par- ti'nin faşizan baskıları altında iyice belirginleşecek ve 1966'lara değin sürecektir. Bu dönem içerisinde, hikâyemizin, teknik açıdan birtakım yeniliklerle zenginleşirken, tematik açıdan başını alıp Türkiye sınırlarının dışına çıktığına da tanık oluyoruz. Gerçekçi hikâyeye yeni bir boyut ekleyerek, hikâyemize de ivme kazandırmış olan Orhan Kemal'in, bu dönem içerisinde hikâyenin onurunu koruyan -belki- tek sanatçı olduğunu görüyoruz. Sait Faik'in, sınıfsal temelinde iğdişleştirerek anlattığı küçük insanı, yeniden sosyal temeline oturtarak anlatır Orhan Kemal.



Ancak Orhan Kemal hikâyesinin önemi, Orhan Kemal'in genel olarak hikâyemize -özel olarak da sosyal gerçekçi hikâyemize- kattıklarından ileri gelmemektedir yalnız. Onun, Sait Faik'in çarpıttığı küçük insanı özüne uygun bir biçimde vermesi kadar, 1950-1960 dönemi içerisinde, "bunalıma hikâye"mizin karşısında bir seçenek olarak yer almasının da etkisi vardır bunda. Demokrat Parti'nin faşizan baskıları yoğunlaştıkça, Sait Faik'ten kaynaklanan ve -daha çok da- Fransız varoluşçularına özenen kimi hikâyecilerimizin, kendi insani gerçeklerimiz yerine, Batılı olanı anlatmaya yönelmeleri karşısında, Orhan Kemal, insani özümüzü, ulusal ve sosyal boyutlarıyla verme kavgasını sürdürüyordu.

Türlü yasal ve yasadışı baskılara karşın hem de...

Toplumcu-gerçekçi dönemin önemli bir kesimini köy romanı kapsar. Bu dönemin ana niteliği, köy yaşantısını, köy insanlarını ele almasıdır. Bazıları köyden yetişmiştir bu yazarların, bazıları kasabalıdır. Bazıları da taşradaki görev yıllarında ya da hapishanelerde yatarken tanımış-

lardır köyle ilgili gerçekleri. Köy romanı yazarları arasında, Anadolu'nun birbirinden ayrı bölgelerini -bütün iktisadi ve sosyal sorunlarıyla birlikte- konu edinenler oldu. Yaşar Kemal ile Orhan Kemal'in eserlerinde özellikle Toroslar ve Çukurova, Kemal Tahir'de Orta Anadolu, Samım Kocagöz'de Söke dolayları, Kemal Bilbaşar'da Ege bölgesi ve Doğu Anadolu, Necati Cumalı'da Urfa, Fakir Baykurt'ta Burdur ve Ankara dolayları, Talip Apay- dın'da İçbatı Anadolu, Ümit Kaftancıoğlu'nda Kars yöresinin yaşamı anlatılır.

1960'lardan sonra, romanda sosyal-siyasal tezler de ağır basacaktır. 27 Mayıs hareketiyle, Türkiye sola açılınca, tüm aydınlar gibi romancı da yeni bir arayış içine girer. Bu konuda dikkatleri en çok çeken de -kuşkusuz- Kemal Tahir oldu.



Kemal Tahir, sanatçılığı ve romanımıza getirdiği yeni boyutların yanı sıra, bir düşünce adamı olarak da dikkatleri üzerine topladı.

Düşüncesinin ekseni yaptığı sorun, toplumumuzun en önemli sorunlarından biriydi: "Doğu-Batı ilişkisi." Bu konuda, "resmî ideoloji"nin dışına çıkarak -daha doğrusu karşısına geçerek- aydınlatıcı, uyandırıcı ve arıtıcı bir rol oynadığı yadsınamaz. Ancak, bütün bu çabalarında aşırılıklara düşmediği de söylenemez. Bu yüzdendir ki, Kemal Tahir'in geniş, derin ve kiilyutmaz düşüncesinde, olumlu yanları olumsuzlardan iyice ayırmak, değerlendirmek ve gerçek yerine oturtmak gerekiyor.

Yazarlık sezgisiyle bilimsel kuramlar oluşturmaya kalkmanın tehlikelerine de işaret ederek...

Özellikle 70'lerden bu yana, romanımızın dünyası, Adalet Ağaoğlu ile, Sevgi Soysalda, Çetin Altan'la, Vedat Türkali ile, Oğuz Atay'la, Erol Toy la, Demir Özlü ile, Selim İleri ile, İrfan Yalçında, Pınar Kür'le, Aysel Özakm'la... daha da zenginleşti.

Ama bütün bunlara karşın, romanımız genel olarak bir "çırpınış" içinde bugün.

Umut verici çabalar, bu gerçeği değiştirmiyor.

Hikâyeye gelince... Demokrat Parti iktidara geçtikten sonra, devrimcilerle devrimci sanatçılara karşı uygulanmaya başlanan baskı havası içinde ön plana geçmeye başlayan Sait Faik, kısa zamanda bir yığm izleyici bulur kendine: Daha ilk çıkışlarında kişiliklerini tanıtlamış olan Oktay Akbal, Necati Cumalı ve Sabahattin Kudret Aksal'ı bir yana bırakırsak, izleyicilerin, ilk aşamasında, onun çelişkilerle dolu, ama oldukça içten olan evrenini soyutlaş- tırmaya başladıklarını; evrenin anlaşılmazlığını, bunaltıyı, yılgınlığı, kaosu, insanın hiçliğini ve güçsüzlüğünü... odaklaştırarak "bunalıma hikâye"ye doğru yelken açtıklarını görüyoruz. Batı'nın sıkıp posasını çıkardığı tekniklerle, Türkiyeli insanı değil de, Batılı bunalan insanı, zaman zaman da insan simgelerini anlatan bunalıma hikayecilerimiz arasında Adnan Özyalçıner, Bilge Karasu, Vüs'at O. Bener, Yusuf Atılgan, Nezihe Meriç, Onat Kutlar, Feyyaz Kayacan, Demir Özlü... adları sayılabilir...

Bu kördövüşii içerisinde 1960'lara ulaşan hikâyemiz, 27 Mayıs hareketinin getirmiş olduğu 1961 Anayasası'nın güvencesindeki özgürlük ortamında, bir uzun zaman, beklenen açılımı gerçekleştiremez. Orhan Kemal de, Dünyada Harp Vardı'da doruğuna ulaştırdığı ustalığını, söz konusu kitabın yayım tarihi olan 1963'ten sonra sürdüremez. Orta kuşak ve ara kuşak sanatçılarından da ileriye dönük, yeni ve olumlu bir atılım gelmez pek. Enstitülüle- rin hikâyeleri ise, her geçen gün biraz daha bir-örnekleş- mektedir. Artık, gerek okurda gerekse sanatçılar arasında, hikâyenin can çekişmeye başladığı hakkında birtakım kanılar oluşmaya başlamıştır. Herkes umutsuzdur; sanatçısı da, eleştirmeni de... İşte hikâyeye karşı ilginin oldukça azaldığı böylesi bir ortamda, Reşo Ağa adı altında bütünleştirdiği hikâyeleriyle -adı o güne dek kulaklara yabancı- bir kişinin sesi yükselir: Bekir Yıldız'ın!

Bu kitabını izleyen öteki kitaplarıyla, bütün gözlerin yeniden hikâyeye dönmesine yol açacaktır bu sanatçı...

DAHA ÇOK BİLGİ



Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, 3 cilt, İstanbul, 1959-1965.

Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, 2 cilt, Ankara, 1970-71.

Mehmet Ergün, "İdeolojik Açıdan Türk Romanının Evrimi", Yeni Adımlar, sayı 13.

Mehmet Ergün, Hikâyemizde Bekir Yıldız Gerçeği, İstanbul, 1975.

Konur Ertop, "Türk Romanının 50 Yılı", Türk Dili, sayı 266, s. 116-123.

Fethi Naci, On Türk Romanı, İstanbul, 1971.

Fethi Naci, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul, 1981.

Rauf Mutluay, Çağdaş Türk Edebiyatı (1908-1912), İstanbul, 1973.

Mehmet Şeyda, Türk Romanı, İstanbul, 1969.

Türkiye Ansiklopedisi (1923-1973), "Roman" ve "Hikâye" maddeleri.

Aytekin Yakar, Türk Romanında Milli Mücadele, Ankara, 1973.

Yansıma Dergisi, "Günümüz Türkiye Hikâyesi" özel sayısı (sayı 6).

Hilmi Yavuz, Roman Kavramı ve Türk Romanı, Ankara, 1977.

OKUMA


HİKÂYEMİZDE BEKİR YILDIZ GERÇEĞİ

Bekir Yıldız'ın birdenbire büyük bir ilgi bulması, bugüne kadar, onun hikâyeciliği veya hikâye kitapları üzerine yazı yazan- larca tartışma konusu yapıldı...

Türün genel evrimi dikkate alınmadan verilen bu yargıların ortak oldukları nokta, Bekir Yıldız'ın birdenbire ilgilerin odağı haline gelmesinin sanat-dışı birtakım faktörlerle açıklanmaya kalkışılmasıdır. Söz neredeyse "birtakım koşulların kesişmesiyle Bekir Yıldız diye bir sanatçı ortaya çıkmıştır ve bunda pay Bekir Yıldız'da değil, ortamdadır; o ortam Bekir Yıldız'ı yarattığı gibi, bir başkasını da yaratabilirdi" demeye getirilmek istenmektedir.

...Bekir Yıldız'ın hikâyelerini türün genel evrimini dikkate almadan belli bir yere oturtmaya imkân yoktur.

Yapılan açıklamalara dikkat edilirse, bir edebî tür olarak kendine özgü bir yapı inşa etmeye çalışmış olan hikâyemizin, 1936 sonrası dönem içerisinde, konumları farklı iki çizgi üzerinde gelişimini sürdürmekte olduğu görülür:

(a) Öncüsünün Sait Faik olduğu ve bunalımcı hikâyemize doğru uzanan bireyci çizgi,

(b) Öncüsünün Sabahattin Ali olduğu ve toplumcu gerçekçi hikâyeye doğru açılan toplumsal gerçekçi hikâye çizgisi.

Bekir Yıldız'm ilk kitabını yayımladığı yıllarda birinci çizgi tam anlamıyla çıkmazda idi. Sait Faik'in tutarsız ama duru ve aydınlık olan dünyasını modaya katılarak karartmış olan 1950- 1960'ın bunalımcıları ya susmuşlardı (Onat Kutlar, Yusuf Atılgan, Vüs'at O. Bener) veyahut da yine mezhepler peşinde koşmaya başlamışlardı (Leyla Erbil, Adnan Özyalçmer). Onları izlemeye kalkışan yeni yetmeler ise, tam bir keşmekeş içerisinde idiler ve Kafka-Joyce-Faulkner üçlüsü arasında dönenip duruyorlardı. İkinci çizginin tek temsilcisi durumunda bulunan Orhan Kemal ise, kendini yineleme dönemine girmekle, söz konusu çizginin önünün tıkanmasına yol açmış gibiydi. Orhan Kemal'in hikâye dünyasının yakınlarında dolanan ama insanı ve insani olanı onun kadar yetkin bir biçimde kavramanın oldukça uzağında bulunan Metin İlkin ise, gerek Mescit Çıkmazı ve gerekse Konuşmak'ta bütünleştirmiş olduğu hikâyeleriyle, saflarına katılma çabası içerisinde bulunduğu toplumsal gerçekçi hikâyeye ivme kazandırmanın oldukça uzağındadır. Üstelik eleştirel bir gözle vermesinden geçtik, gerçekliği bütün karmaşıklığı ile tespit etmenin de uzağındadır. Bu nedenle hikâyeleri insanı ve dolayısıyla da insani olanı içermemektedir. Böylece, ondan da hikâyemize herhangi bir hayır gelecek gibi değildir. Kısacası 1960 sonrası dönem içerisinde hikâye türü bir genel kriz içerisindedir. Ve Bekir Yıldız, böyle bir ortamda hikâyeye adımını atar. Bu dönem, kesin bir seçmeyi gerektiren; yalpalamayı, kararsızlığı bağışlamayan bir dönemdir. Bekir Yıldız, bu durum karşısında, toplumsal gerçekçi hikâye çizgisinden yana seçmesini yaparak, söz konusu çizginin uzantısında yer alır. Önü açık, toplumdaki değişim ve dönüşümler yoğunlaştıkça, daha da geniş olanaklara kavuşacak olan bu çizgiyi derinleştirmeye, ona ivme kazandırmaya çalışır. Üstesinden gelmeyi becerdiği için de, hikâyemizde bir gerçek haline gelir. Yani Bekir Yıldız'm kısa zamanda hikâyeciliğimizin önde gelen imzaları arasında yer alışının nedeni, sanat dışı faktörler değil, bizzat Bekir Yıldız'm sanatçı yeteneği ve gücüdür...

(Mehmet Ergün, Hikâyemizde Bekir Yıldız Gerçeği,

İstanbul, 1975, s. 36-39)

SORULAR


  1. Roman ve hikâye, Türk edebiyatına bir tür olarak ne zaman ve nasıl girer? İlk romancı ve hikâyecilerimizden kimleri tanıyorsunuz? Genellikle hangi akıma bağlıdırlar eserlerinde bu sanatçılar?

  2. Cumhuriyet'e kadar olan dönemde, Türk romanının çerçevesindeki genişleme nasıl olur?

  3. Halit Ziya Uşaklıgil ile Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın sanat anlayışları nasıldır? Karşılaştırınız bu iki yazarı!

  4. Türk romanında "Küçük Paşa dönemeci" neyi anlatır?

  5. Ömer Seyfettin'in Türk hikâyeciliğindeki önemi nedir?

  6. Cumhuriyet döneminde, roman ve hikâyenin ulaştığı boyutlar nelerdir? Bu türlerin Cumhuriyet'teki gelişmesi hangi dönemlere ayrılır?

  7. Cumhuriyet dönemi roman ve hikâyesinde Milli Edebiyat temsilcileri kimlerdir? Ne gibi katkılarda bulunmuşlardır? Bunlar arasında Yakup Kadri'nin yeri nedir?

  8. Cumhuriyet dönemi hikâyesinde, Sabahattin Ali ile Sait Faik, hangi çizgileri temsil ederler? Ve ne gibi gelişmelere yol açmıştır bu çizgiler daha sonra?

  9. Gerçekçi "köy romanı" ne zaman doğar? Kimleri tanıyorsunuz köye eğilen yazarlardan? Ve hangi bakımlardan ele almışlardır köyü?

  10. Kemal Tahir'in sanatçılığının yanı sıra, düşünce adamı olarak yaptığı nedir?

  11. Türk romanının bugünkü tablosu ve sorunları nedir?

  12. Hikâyemizde Bekir Yıldız gerçeği nedir? (Okuma parçasını okuyunuz.)

BÖLÜM VIII

TİYATRO, SİNEMA VE MÜZİK

TİYATRO

19. yüzyılın, Türkiye'nin kültür tarihindeki önemi, tiyatro bakımından da kendini gösterir: Türkiye, o yüzyılda, kendi geleneksel tiyatrosunu bırakır, Batı tiyatrosunu kabul eder. Doğaldır ki, Batılı tiyatro uygulaması da bugüne değin önemli aşamalardan geçer.



Bu geçişi ve aşamaları -tanınmış tiyatro tarihçimiz Metin And'ın yardımıylaI- aşağıda özetleyeceğiz.

Ancak, hemen şunu söyleyelim ki, Türkiye'nin gerek uzun tarihi boyunca geliştirdiği geleneksel tiyatrosuyla, gerek 19. yüzyılda benimsediği Batı tiyatrosunu vurgulayarak vardığı aşamayla, İslam dünyasında apayrı bir yeri vardır. İslam ülkelerinden hiçbiri, Türklerin tiyatro alanında gösterdiği yetkinliğe ulaşamamışlardır.



Geleneksel tiyatrodan Batılı tiyatroya

Türkler, Anadolu'ya gelirken, birtakım kukla türlerini biliyorlardı. Bunun yanı sıra, dansları ve belki birtakım ilkel taklit gösterileri de vardı. Anadolu'ya yerleştikten sonra, orada daha önce yaşamış halklarla, çağdaş oldukları halkların kültürleriyle alışverişleri olmuştur. Bunun sonucunda, özellikle Anadolu köylüsünün bugün de oynadığı, bolluk törenlerinin kalıntıları olan ve dünya tiyatrosunun en önemli kaynağı sayılan seyirlik oyunlarını geliştirmişlerdir. Aslında, Batı tiyatrosuna kaynaklık eden eski Yunan dramı da buradan gelmiştir. Ne var ki, Anadolu Türkleri, yüzyıllar boyunca bu bolluk törenlerini ilkel bi-

çimlerinde korumuş olmalarına karşın, Batıklar gibi bunlardan olgun bir tiyatro geliştirememişlerdir.

Dramatik özellikte olan seyirlik oyunların belli başlıları, meddah, yalancı savaşlar, kukla, gölge oyunu, hokkabaz, dramatik danslar ve ortaoyunudur.

Geleneksel tiyatromuzun türleri bunlardır.



Meddah ya da dramatik biçimde hikâye anlatma sanatı, İslam ülkelerinde çok görülen bir türdür. Bu yüzyılın başına değin -kesintisiz- gelebilmiş olan meddah geleneği, dramatik seyirlik oyun türleriyle birçok ortaklaşa özellikler göstermekle birlikte, öteki türlerin hep güldürmeye yönelmiş ve göstermeci bir sunuşta olmalarına karşılık; dinsel, destansı, yiğitsi, duygusal, ağlatılı konulara da yer vermesi, ayrıca dinleyici ve seyirciyle duygusallık bağı kurmaya ve özdeşleşmeye dayanması bakımından, meddah, öteki türlerden ayrılır. Kahvehanelerden, han köşelerinden, konaklara, saraylara değin, yüzyıllar boyunca, meddah hikâyeleri Türk halkının dramatik gereksinmesini en iyi karşılayan türlerden birisi olmuştur.

Kuklaya gelince, bu belki de Türklerin Anadolu'ya gelmeden de bildikleri bir türdü. Ama kuklanın asıl gelişmesi, Türklerin Anadolu'ya yerleşmelerinden sonra başlar. Ne var ki, bu tür, 16. yüzyılda Türkiye'ye giren gölge oyunu ya da Karagöz kadar yaygınlaşmadı.

Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə