Microsoft Word kip\307aklar



Yüklə 0,83 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə16/34
tarix19.07.2018
ölçüsü0,83 Mb.
#57002
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   34

hanlarını hatırlamıyorlar. 

... Bereket versin ki, bu yüce insanı diğer milletler hatırlıyorlar. 

BOZKIRDAKİ YOLLAR

 

Kuşan hanlığının II. yüzyıldaki parlak dönemi, anlaşılan, Altay’ı uyandırdı; daha doğrusu, onu 



harekete geçirdi. Bunun sebepleri vardı.   

Altay’da  iklim  Merkezî  Asya’dan  daha  serttir.  Onun  için  burada  ürün  çok  kıt  idi.  Dağlar, 

belirtmek  gerekir  ki,  her  yerde,  toprak  ve  refah  bakımından  cimridirler...  Ve  Altaylı  hanlar 

bozkıra baktılar. Orada verimli topraklar çok fazla, fakat az insan yaşayabilmekte idi. 

Bozkır eskiden insanları korkutmuştu. Orada ağaçlar yoktu; bu, ocaklar için yakacak, izbeler 

ve  kurenler  için  tomruklar  yok  demekti.  Orada  ırmaklar  azdı;  bu,  hayvanlar  için,  sebze 

bahçeleri  için su yok  demekti; bâzan sâdece  içmek  için  bile su yoktu. “Bozkır – Karanlıklar 

Ülkesi”, diye fısıldıyorlardı ihtiyarlar. 

Onlar  haklı  idiler.  Orada,  yön  bulmaya  yarayacak  belli  başlı  noktalar  bile  yoktur;  çevrede 

sâdece  dümdüz  toprak,  bir  de  gökyüzünde  güneş  vardır.  Nereye  gidilir?  Nasıl  yol  bulunur? 

Rüzgârlar  bâzan  haftalarca  eser...  Korkunç  rüzgârlar.  Tipi,  bir  anda,  bir  kasabayı  çatılara 

kadar kar altında bırakır... 

Bozkır  iklimi  somurtkandır.  İbtidâî  insanlar  bile,  hiçbir  zaman  burada  yerleşmediler. 

Kaçındılar.  Dağlarda,  deniz  kıyılarında,  ormanlarda  yerleştiler,  bozkırda  ise,  –hayır. 

Hazırlıksız  insanın  burada  yaşaması  mümkün  değildir.  Meselâ,  gezmeğe  çıkamaz;  uzun 

yürüyüşlere  ayakkabı  dayanmaz;  sert  bitkiler,  onu  delecek  kadar  inceltir.  Çıplak  ayaklar 

hakkında konuşmak gereksiz. 

Fakat  Altay  Türklerinin  başka  yolları  da  yoktu.  Halkı  geleceğe  götüren  hayat  yolu,  sâdece 

bozkırdan geçiyordu. Zengin otlaklara, cömert/verimli tarlalara. Nihâyet, enginliğe/açıklığa. 

Altaylılar, terâzinin iki kefesindeki kaderlerine nasıl baktılar, hangi kefe daha ağır çekti? Ümit 

ve korkunun, insanın iki kanadı olduğu biliniyor. Ümit ağır bastı. 

İlk  âileler,  yeni  ikâmet  edecekleri  yerlere  korka  korka  göç  ettiler.  Altay’da  ise,  “Kıpçak” 

kelimesi  yeniden  konuşma  diline  girdi;  burada  göçmenlere,  dâimâ  “Kıpçaklar”  adını 

verirlerdi.  Hindistan’dan,  oradaki  Türklerden  itibâren  böyle  devâm  etti.  Bu  isimlendirme  ne 

mânâya  geliyordu?  Onu  farklı  şekillerde  îzâh  ediyorlar.  Meselâ,  “yeri  dar/sıkışık  olan 

kimseye” Kıpçak denmiştir. 

Bununla birlikte, başka şeyleri de göz ardı etmemek gerekir. “Kıpçak”, eski Türk boylarından 

birinin  adıdır.  Altay’dan  ilk  defa  bu  boyun  göç  etmiş  olması  ve  bilâhare  diğer  göçmenlerin 

onun ismiyle isimlendirilmesi mümkündür. 

Böyle veya başka türlü; fakat sâdece güçlü bir boy, çetin bozkırla başbaşa kalabilirdi. Sâdece 

güçlü bir kavim orada yerleşebilirdi. Türkler, kendi mukadderatlarına kendileri karar verdiler; 

onları  Altay’dan  kimse  kovmadı;  kendileri  gittiler.  Fakat,  elleri  boş  olarak  gitmediler.  O 

sırada, halkın elinde dünyâdaki en iyi iş âletleri, demirden yapılmış âletler vardı! Arkalarında 

Hindistan’daki,  Merkezî  Asya’daki,  ve  tabiî,  Ural’daki  ve  Eski  Altay’daki  hayâtın  muazzam 

tecrübesi duruyordu... Maalesef, târihçiler bütün bunları unutmuş gibidirler. 

Bozkırda  şehirlerin  ve  kasabaların  bu  kadar  hızlı  kurulmuş  olmasına  hayret  etmek 

gerekmiyor  mu?..  Yolların  açılmasına,  ırmaklar  üzerinden  geçitler  geçirilmesine,  kanalların 

kazılmasına...  Kudretli  bir  milletin  yaptıkları  işte  apaçık  ortada;  onların  eserleri  yüzyıllardır 




ayakta duruyor! Bu eserler, bugün arkeologların tâlihidir. 

Yıllar içinde, Yedisu –yeni Türk hanlığı– mâmur bir ülke hâline geldi. Şehirleri, bozkırda pırıl 

pırıl  parladılar,  gökteki  yıldızlar  gibi...  Tabiî  ki,  şüpheli  olsa  da,  bu  şehirler  mîmârîleriyle, 

zarâfetleriyle hayretler içinde bıraktılar... Onların vazîfeleri başka idi. 

Zamânımızda  bu  şehirleri,  ünlü  Kazak  arkeolog,  akademik  Alkey  Hakenoviç  Margulan 

inceledi.  O,  eski  yıkıntıları,  ilk  defa,  bir  tesâdüf  eseri  olarak,  bir  uçağın  penceresinden 

görmüştü.  Tecrübeli  bilim  adamı,  uçsuz  bucaksız  bozkırda  otlarla  kaplı,  kumlarla  örtülü 

binâların  yıkıntılarını  fark  etti.  Sonra,  Alkey  Hakenoviç,  bozkıra,  metrûk  şehirlerin 

bulundukları yerlere gitti... Akademik Margulan, yapabileceğini yaptı; o şehirler hakkında bir 

kitap yazdı. 

Fakat,  bu  zamâna  kadar  çok  şey  meçhûl  kaldı.  Fevkalâde  büyük  obje  incelemeleri! 

Haddinden fazla karmaşık... Bu, insanlık târihinde çok mühim bir dönemdi: İnsanlar, bozkırı 

–eskiden  kimsenin  yaşamadığı  tabiat  bölgesini–  şeneltmeye  başladılar...  (Kuşkusuz,  söz 

konusu  olan  münferit  yerleşim  yerleri  değil,  esas,  gezegenin  gayr-i  meskûn  bölgelerinin 

iskân edilmesi.) 

O sırada ilmin cevaplaması gereken pek çok soru vardı. Meselâ, insanlar nasıl ve neyle yer 

değiştirdiler?  Bunu  bilmek  çok  mühim.  Görünüşte  basit  bir  soru.  Bozkıra  yürüyerek 

gidemezsin; üzerinde fazla bir şey taşıyamazsın. Demek ki, hiçbir yerde bulunmayan bir şeyi 

bulmak gerekiyordu? Ama ne? 

Evet,  Türkler  atlılar  olarak  kabûl  ediliyorlardı;  atları  eyerlediler.  Fakat  atlı,  atla  sâdece 

kendisini  taşır.  Ona  yük  nasıl  yüklenebilir?  Yapı  için,  ocak  için,  yaşamak  için...  Yedek 

maddeler stoklamak, kendisiyle birlikte almak, her şeyi götürmek gerekliydi. 

Araplar,  o  zamanlar,  yükleri  develer  üzerinde,  Hintliler  filler,  Çinliler  mandalar,  İranlılar 

eşekler üzerinde taşıyorlardı... Türklerde ise at vardı; halkın imdâdına o yetişti. 

Bugün  dört  tekerlekli  arabalar  (telega)  ve  iki  tekerlekli  yaylılar  (briçka)  hakkında  bilgi 

sahibiyiz.  Eski  Altaylı  insanlar  onları  bilmiyorlardı;  tekerleği  düşünmediler:  Bu,  dağlardaki 

hayat  için,  pek  elverişli  bir  ihtiyaç  maddesi  değildi.  Basitçe,  gereksizdi.  Altaylılar,  bunları 

bozkıra uygun hâle getirmek zorunda kaldılar! Tekerlekli taşıma... Bozkırın iskânı işte onunla 

başladı. Üstün bir zekânın eseri... 

Dört  tekerlekli  arabayı  ve  iki  tekerlekli  yaylıları  kim  buldu?  Tabiî  ki  Türkler.  Çünkü  bunlar, 

asıl onlara gerekli olmuştu. Demek oluyor ki, Türk kültürünün ayırt edici başka bir alâmeti de 

nakil vâsıtalarıdır. Kerpiç, izbe ve keçe gibi, biri daha. 

Îcâd  edenlerin  isimleri  unutuldu;  dört  tekerlekli  arabalar  ise,  o  târihten  bu  yana  hâlâ 

insanlara  hizmet  ediyorlar.  “Telegan”  (dört  tekerlekli  araba),  eski  Türk  dilinde  “tekerlek” 

mânâsına geliyordu. Başka bir deyişle, “tekerlekli taşıma”. 

Briçka daha sonra ortaya çıktı. Telegaya benziyor, fakat ondan daha iyidir. Bozkırda bunun 

muâdilleri  yoktu.  İki  veya  üç  at  koşulmuş  briçka  ile,  taşımacılık  çok  daha  hızlı  hâle  geldi. 

Kadarka  ve  tarantas  (tenteli,  üstü  kapalı,  pencereli  at  arabası)  da  vardı.  Üç  atlı  briçkalar, 

bozkırda, arkalarında toz bulutları bırakarak, rüzgar gibi, uçtular. 

Onlar için yollar yaptılar; şehirler arasında “yam”lar (Türkler postaya böyle diyorlardı) gidip 

geliyordu.  O  devirde,  kimse  bu  kadar  hızlı  gidip  gelemiyordu.  Arabalı-postacılar 

fermanları/buyrukları inanılmayacak kadar  hızlı  ulaştırıyorlardı;  üç  atlı  posta  arabacıları,  bir 

günde iki yüz veya hattâ üç yüz kilometre yol alıyorlardı. 



Yüklə 0,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə