Microsoft Word kip\307aklar



Yüklə 0,83 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə21/34
tarix19.07.2018
ölçüsü0,83 Mb.
#57002
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   34

benzerlerini Karpatlarda Keltler yaptılar). Fakat yine de, onlara sâhip olmadan savaş, hayâta 

değil,  ölüme  götürürdü.  Kafkas  metali  olmasaydı,  Roma  imparatorluğunda  sonsuza  kadar 

bronz  çağı  olurdu.  Burada  demir  yapmasını  bilmiyorlardı.  Onun  için,  lejyonerlerinin 

pusatlarını bile bronzdan yapıyorlardı. İran dahi Kafkas demirini kullanıyordu. 

Türkler,  Kafkasya’da  İran  ordusunu  bozguna  uğrattıkları  zaman,  her  şey  birden  tersine 

döndü;  her  şey  hiç  beklenmedik  bir  biçimde  değişti.  Yüzyıllar  içinde  teşekkül  eden  dünyâ 

politikası,  bir  günde  çöktü.  Gürültüsüz,  çatırtısız  çöktü.  Fakat  bunu,  ancak  çok  tecrübeli 

insanlar anlayabilirdi. 

Kıpçakların arasında böyleleri bulunmuyordu. Onlar, Avrupa’da olup biten şeylerin çoğundan, 

umûmiyetle  habersizdiler.  Kendi  zaferlerinin  meyvelerini  bile  tatmadan,  Kafkasya’dan 

ayrıldılar; orayı başkalarına bıraktılar. 

“Sâhipsiz”  kalan  Kafkasya’da  ise,  o  zamânın  kurnaz  tilkilerinden  ve  bilge  politikacılarından, 

Roma  imparatoru  Diokletian  acele  etmeye  başladı.  Avrupa,  onun  hâkimiyeti  altında 

bulunuyordu; şimdi o, dünyânın sâhibi olabileceğini hissediyordu. 

Diokletian, 297 yılına doğru, bütün Kafkasya’yı hâkimiyeti altına aldı. Sonra, zayıflamış olan 

İran  üzerine  saldırdı;  onun  en  zengin  eyâletlerini  ele  geçirdi.  Sefer  hızlı  olmuştu. 

Muzafferâne.  Roma  çok  sevindi.  Artık,  imparatorluğun  “Altın  Çağı”nı  konuşuyorlardı. 

Başarının böylesini hiç kimse beklememişti; imparatorun kendisi bile. 

Fakat zafer çok kolay elde edilmişti. Şüphe uyandıracak kadar kolay; bu durum, Diokletian’ı 

kuşkulandırdı.   

Farslar karşısında kazanılan bu zaferdeki felâketi, sâdece o hissetti. Sonradan Ermenistan’da 

patlak veren isyân, imparatorluğun üzerine kaçınılmaz bir duvar gibi çöken bu felâketin uzak 

habercisiydi. 

Ermenistan’daki  isyânı,  tabiî  ki,  bastırdılar.  İsyânı  tertip  eden  Hristiyanları  hapse  attılar. 

Fakat,  bu  artık  hiçbir  şeyi  değiştiremeyecekti.  Ermeniler  büyülenmiş  gibiydiler.  Neredeyse 

olması  gereken,  çok  mühim  bir  hâdiseyi  bekliyorlardı.  Hristiyan  Grigoriy’in  önceden  haber 

verdiği mûcizeleri bekliyorlardı. 

Bu  Grigoriy,  gök  yüzünde  ateşten  bir  sütun  ve  onun  tepesinde  bir  haç  görmüştü.  Haçtan 

–yıldırımdan çıkar gibi– parlak bir ışık yayılıyordu. 

Ermeniler,  o  sırada,  haçın  kurtarıcı  gücüne  henüz  inanmıyorlardı;  pagan  idiler.  Ama,  buna 

karşılık,  herkes,  altında  Kıpçakların  savaştıkları  haçlı  bayrakları  çok  iyi  hatırlıyordu.  Hayret 

içerisinde kalmışlardı. Grigoriy, gök yüzünde tıpatıp böyle bir haç görmüştü! İlâhî bir işâret. 

Onlar, “Türklere Gök Tanrı’ları yardım ediyor” diye düşündüler. 

Her  şeye  kâdir  Türk  Tanrısı  hakkındaki  rivâyet,  Avrupa’ya  bir  rüzgâr  hızıyla  yayıldı.  Onu, 

dünyâyı  Roma’nın  hâkimiyetinden  kurtaran  atlılarla  ilgili  Îsâ  (İsus  Hristos)’nın  kehânete 

benzeyen sözlerini tekrarlayarak, Hristiyanlara yaydılar. Bu kehânet, Hristiyanların belli başlı 

kitaplarından  biri  olan  Apokalipsis’te  yazılıydı!  Onunla  yaşadılar.  İnsanlar,  her  satırı, 

çevrelerinde olup biten şeylerle karşılaştırarak okudular ve tekrar okudular. Her şey tam da 

böyle olmuştu; onun söylediği gibi; ona Hristo adını verdiler. 

Gökyüzünde  Tengri’nin  parlayan  haçını  gören  Grigoriy,  herkese  “Kehânet  hakîkat  oldu. 

Bekleyiniz.”  dedi...  Ermenilerin  onu  daha  sonra  kendi  Eğitimci-Bilgiyayıcı-Hakîmleri 

olarak tavsif etmeleri, bu sözler dolayısıyla değil midir? 




Zafer pek yakındı; o kendisi gelmeliydi. 

...Kuşkusuz, Türkler Avrupa’da olup biten şeyler hakkında bir şey bilmiyorlardı; hattâ tahmin 

bile etmiyorlardı. Onlar, kesinlikle hiçbir şey bilmiyorlardı. Onlara, genç Ermeni papazı henüz 

gelmemişti. Ona, Grigoris adını verdiler; o, Hakîm Grigoriy’in torunuydu. On beş yaşına yeni 

gelmiş bir gençti. O, başını eğerek selâmladı ve kırık bir Türkçe ile, Kıpçakların hükümdârıyla 

görüşmek istedi. 

Demişti ki: “Tengri’nin takdîrinden kaçılmaz!” 

TÜRKLER VE HRİSTİYANLIK

 

Genç piskopos Grigoris niçin gelmişti? Handan ne istiyordu? Hayır, askerî yardım değil. 



Ermeniler,  bu  kez,  onların  gâlip  gelmelerinin  sebeplerini  öğrenmek  istemişlerdi.  Onlar 

(paganlar,  ateistler!),  Türkleri  yenilmez  bir  kavim  yapan  Gök  Tanrı  inancını  kabûl  etmek 

istiyorlardı. Hristiyan piskopos Grigoris, Gök Tanrı inancını öğrenmek ve sonra kendi kavmini 

bilgilendirmek  için  gelen  ilk  Avrupalıdır.  Aslında  o,  Geser’in  ve  Han  Erke’nin  faaliyetlerini 

devam ettirmek istiyordu; fakat artık Avrupa’da!.. 

Belirtmek gerekir ki, Avrupa’da Gök Tanrı’yı duymamışlardı bile. Yahûdîler putlara (terafim) 

ve  pagan  tanrılarına  (elohim)  duâ  ediyorlardı.  Romalılar,  Jüpiter’e  tapınıyorlardı.  Her  yerde 

putperest çok-tanrıcılığı ve açık bir barbarlık hüküm sürüyordu. 

Hristiyanlar, umûmî olarak, hiçbir tanrıya inanmıyorlardı. Tanrıları inkâr ve kendilerini ateist 

olarak  tavsif  ediyorlardı.  Sâdece,  atlıların  –Gök  Tanrı’nın  Elçisi’nin  habercilerinin–  gelişlerini 

bekliyorlardı... Ve işte atlılar zuhûr ettiler! 

Kıpçakların Roma imparatorluğunun sınırlarında belirmelerini, onların İran karşısındaki parlak 

zaferlerini ilk önce Hristiyanlar fark ettiler. Yabancılar hakkında konuşmaya başladılar. Onlar 

çok farklı idiler: Demirden pusatları ve teçhîzatları, Kıpçakları, Avrupalıların gözlerinde başka 

bir  dünyâdan  gelmiş  yabancılar yapmışlardı. Aslında  doğrusu  da  böyleydi. Onlar, Tengri’nin 

yüce göğü altında yaşayan aydınlık bir dünyâdan gelmişlerdi. 

Paganist Avrupa, onları tepeden tırnağa süzdü; yayanın atlıya ancak böyle bakması gerekir. 

Avrupa, aslında Türklerden  geri  idi: Tanrı’ya inanma,  onun  için erişilemez kadar değerliydi! 

Demiri Türk kavmine hediye eden Tanrı’ya. 

Bu sözlerin mânâsını anlamak için basit bir örnek yeterlidir: İyi bir demir kılıç darbesi, bronz 

kılıcı ikiye bölmüştü. Başka bir ifâdeyle, göklere çıkarılan Roma ordusu, Kıpçakların önünde 

sanki silâhsızdı. Ağaç sopalı vahşîler gibi. 

Roma  imparatorluğunun  inkırâzı  hakkında  çok  şey  söylemek,  pek  çok  faraziye  ve  tahmin 

sıralamak  mümkündür;  fakat  bu  basit  gerçeği  göz  önünde  bulundurmadan  yapılan  bütün 

konuşmaların boşuna olacağı açıktır. 

Türk  Tengri’si  demiri  sembolleştirdi,  Roma’nın  Jüpiter’i  ise  bronzu.  Demirin  bronz 

karşısındaki  zaferi  nasıl  mukadderse,  Kıpçakların  zaferleri  de  öyle  mukadderdi.  Roma 

imparatorluğu,  ölüme  mahkûmdu;  onun  mukadderâtı,  sâdece  zamâna  ve  Kıpçakların 

arzûlarına bağlıydı. 

...  Ermenilerin  piskopos  Grigoris’i  Türklere  göndermelerinin  tesâdüf  olmadığı  açıktır.  Onlar, 

belki,  Avrupa’da,  müstakbel  hâdiselerin  seyrini  sezen  yegâne  kimselerdir.  Bu  yüzden,  can 

çekişmekte olandan uzaklaşmaya başladılar; ancak Roma henüz ölmüş değildi. 




Yüklə 0,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə