102
düşüncelerden bir şey anlamaz, zaten Hüsrev’in tüm düşüncelerini ona anlatmasının
bir nedeni belki de budur.
Eserde anlatılan kişiler içinde Hüsrev’in gerçek dostları “Ölüm Korkusu”
adlı piyesinde başrol oynayan Mansur ve kendi evladı gibi yetiştirdiği Selma’dır.
Mansur, onun tek dostudur. Nevzat ve Şeref’in yaptıklarını görür ve Hüsrev’e yar-
dım etmeye çalışır. Selma ise Hüsrev’in akrabasıdır, konaktaonun evladı gibi büyür.
Mansur Hüsrev’den Selma’yı ister ama Selma evlilik düşünmediği için reddeder.
Aslında Selma, Hüsrev’e âşıktır fakat bunu ona itiraf edemez. Bu durum, daha sonra
Şeref’in gazetesinde yayınlanan Selma’nın günlüklerinden anlaşılır. Bu günlüklerde
Selma Hüsrev’e olan aşkını yazmaktadır. Selma’nın eserdeki yeri çok önemlidir,
çünkü onun kaza ile “Ölüm Korkusu” oyununda geçen kahramanın kendi annesini
vurması sahnesinin olasılığı yüksek bir olay olduğunu ispat etmek isteyen Hüsrev’in
elindeki tabancadan çıkan kurşunla ölmesi, eserin sonunda Hüsrev’in tımarhaneye
gitmesi ile sonuçlanan sürecin en önemli dönüm noktasıdır.
Yukarıda sayılan şahıs kadrosu Necip Fazıl’ın tiyatroları için tipik özellikler
taşır. “Necip Fazıl’ın bütün tiyatrolarında kişiler genelde iki kategoride sunulur.
Birincisi, olumlu tavır ve davranışlarıyla idealize edilen kişiler; diğeri de olumsuz
tavır ve davranışlarıyla adeta olumlu kişilerin daha net tanınmalarını sağlamak
üzere esere sokulan olumsuz nitelikli kişilerdir” (Sağlık, 2005:357). Bu durumda
eserdeki kişilerden Hüsrev, Selma, Ulviye, Mansur ve Osman olumlu kişilerdir;
Nevzat, Şeref, Zeynep ve Turgut ise olumsuz kişilerdir.
Eserin başkahramanı Hüsrev’dir ve bütün olay onun etrafında dönmektedir.
Eser, Necip Fazıl’ın nitelemesiyle “cins bir kafanın” kader ve kaza üzerinde, zaman
üzerinde kafa patlatmasıdır. Yazar bir konferansında şöyle der: “Hiçbir cins kafa
gelmemiştir ki, Sokrates’ten Bergson’a kadar, zaman üzerinde cinnet buhranları
çekmemiş olsun. ” (Kısakürek, 2012:82). İşte Hüsrev de bu cins kafalardan biridir.
“Bu piyes bir “Crise-Intellectuelle”, bir “fikir buhranı”nı çerçevelemek gayretinde
…” (Kısakürek: 2013, 5). Necip Fazıl’ın eserlerinde bir sanatçıyalnızlığı, anlaşıla-
mama şikâyeti hep vardır, o hep yalnızlıktan mustariptir. Bir Adam Yaratmak adlı
eserdeki kahramanı Hüsrev de bu tip sanatçılardan farksızdır:
“Mansur! Âlemden gizli tek bir sırrım kaldı. İçimdeki kıyamet! Kimse bir şey
bilmiyor. Bakma kıvranışlarıma! Bakma ağzımın dikişlerinden sızan hırıltılara!
Bakma beni çıldırıyor sanmalarına! Bilmiyorlar. Söyleyemiyorum. İstesem de söyle-
yemem. Söylesem de bir şey anlaşılmaz. ” (Kısakürek, 2013:70).
Bir Adam Yaratmak ve yazarın hayatıyla kesişmeler
Ruhdilbilim açısından metin, tamamlanmış, sonlandırılmış bir üründür. Me-
tin, yazarın, kalemini veya fırçasını bir kenara bıraktıktan sonra ortada duran sonuç-
tur (Krasnıh, 2005). Her türlü metin, oluşumunda birçok etken barındırır. Zaman,
mekân, ruhsal durum, metnin amacı, uyaranlar vb. daha birçok olgu metnin oluşumu-
nu etkiler. Bir metin incelenirken dilbilimsel yanının yanı sıra ruhsal boyutunun da
mutlaka dikkate alınması gerektiği gerçeği ruhdilbilimi ortaya çıkarır. “Ruhdilbilim,
tek bir dilsel olgunun ardında farklı ruhsal gerçeklikler olabileceğini varsayar. ”
(Belyanin, 2010).
103
Bu açıdan bakıldığında, Bir Adam Yaratmak adlı eserin incelenmesinde
yazar Necip Fazıl Kısakürek’in hayat hikâyesinin ve dolayısıyla ruhî dünyasının da
iyi bir şekilde tetkik edilmesi gereklidir. Necip Fazıl’ın hayatı incelendiğinde iki ayrı
Necip Fazıl ile karşılaşırız. Bu iki Necip Fazıl birbiri ile neredeyse taban tabana zıttır.
Birinci Necip Fazıl’ı doğumundan itibaren eğitim gördüğü yıllar, Fransa’ya burslu
olarak yollanması, buradaki eğitimini yarıda bakarak dönmesi ve nihayetinde 1934
yılında Seyit Abdulhâkim Arvasî ile tanışmasına kadarki dönem kapsar. İkinci
dönem ise Nakşibendi şeyhi Abdulhâkim Arvasî ile tanıştıktan sonra ölene kadar
dindar olarak yaşadığı dönemdir. Bu iki dönem fikrî bakımdan zıttır. Yazarın sa-
natsal gelişiminde ilk dönemin daha büyük etkisi olduğu açıktır, çünkü onun sana-
tında çocukluk döneminin, yetiştiği kocaman konağın, paşa büyükbabası ve anne-
sinin, eğitim hayatının büyük etkisi vardır. 1934 yılından sonra büyük bir değişim
yaşamasına rağmen, sanatçı dehası ve hep mustarip olduğu sanatçı yalnızlığı her iki
dönemdeki eserlerinde de rahatlıkla görülür.
Yazarın eserini kaleme aldığı yıl, şeyhi ile tanıştığı 1934 yılından 3 yıl son-
radır. Necip Fazıl bu eserinde, Batılılaşma eğilimlerinin son hızla yayıldığı yıllara
denk gelmesine rağmen, o dönem için pek hoş karşılanmayacağı düşünülen Allah,
kader, ölüm gibi dini konulara değinmiştir. Yazarın bu konulara ilgisi aslında 1934
öncesinde de vardır. Bu dönemdeki şiirlerinde ölüm, metafizik korkular, metafizik
öğeler, yalnızlık, kader konuları işlenmiştir (Ölünün Odası (1925), Çan Sesi (1925),
Ruh (1931), Kaldırımlar (1927), Şehirlerin Dışında (1926) vb.). Yazarın 1934 yı-
lında yaşadığı dönüm noktasından sonraki eserlerinde de aynı konular işlenir. Ancak
bu kez adı geçen konular dini bir bilinç çerçevesinde işlenir.
Eserde, yazarın bu geçiş döneminin izleri görülür. Hüsrev, metafizik bir
arayışa girmiştir ve çevresindekiler onun durumunu garip karşılar:
HÜSREV-“… Bir arkadaşıyla konuşur, bir vitrini seyreder. Bu masum hare-
ketlerin bile birkaç dakika sonra kopacak faciada hisseleri vardır… Tesadüflerin
kim bilir nasıl ve nereden idare edilen son derece girift ve içinden çıkılmaz bir
riyaziyesi vardır. ”
NEVZAT- “Sen adeta kadere inanıyorsun”.
HÜSREV- “Kadere inanıyor muyum onu siz keşfedin! Fakat hayatın gizli bir
şuuru olduğuna inanmak istiyorum. Öyle bir şuur ki, kendisini, yok gösterecek kadar
gizleyebilmiştir. ” (Kısakürek, 1998:45).
Hüsrev’in bu arayışları, büyük olasılıkla Necip Fazıl’ın kendi hayatındaki
yaşadığı buhranların esere yansımasıdır. Buhranların nedeni yazarın yaşadığı
değişimdir. Bu değişim eserde Hüsrev’in ağzından şöyle anlatılır:
“…Kırk sene inandığım hakikatler, başımı bir yastık gibi dayadığım emniyet-
ler, üstüne binalar kurduğum nisbetler, avucumdan kayıp gidiyor” (Kısakürek,
1998:67).
“Dipsiz bir uçuruma sarkıyorum, yakalayabildiğim bir iki ot tutuyor beni. Bu
otlar sökülüyor. Yumuşak toprağın içinden kökleriyle beraber geliyor. Düşüyorum.
” (Kısakürek, 1998:69). Tüm bu çığlıklar, Hüsrev’in kaderi ve Allah’ı keşfetmesinin
çığlıklarıdır. Bu zihinsel bir doğumdur ve her doğum gibi acı verir. Hüsrev’in bu
keşfe ulaşması yine sanatı sayesinde olur. Hüsrev piyesinde bir insan yaratmaya