Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə36/43
tarix25.06.2018
ölçüsü2,2 Mb.
#51113
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   ...   43

510


Bu karınca bu ölünün hakkmdan gelecek.» Bey de ağır, oturaklı, güvenli, tok bir sesle, «Gelecek,» diye karşılık veriyordu. «Gelecek. » Başı ağır bir külçe gibiydi. Hiç bir şey düşünemiyor, düşünmenin, beklemenin, hayal kurmanın bugün hiç tadına vara-mıyordu. Bütün bedeni, damarlarındaki kanı, beyni, görmesi duyması, koku alması uyuşmuş, donmuştu. Arada şırada, ne için olduğu belirsiz, karınca için mi, Derviş için mi, kendi de bilmeyerek: «Gelecek,» diyordu. Her «gelecek» dediğinde de sesi başka türlü çıkıyordu. Bazı keskin, bazı soğuk, bazı bağırtı, bazı duyulur duyulmaz. «Gelecek.»

«Hakkmdan gelecek,» diye de her seferinde karşılık veriyordu Hamdi. «Ben böyle inat, böyle sırnaşık bir huy görmedim. Hakkından gelecek, hem de nasıl!» Ve Hamdi çukurun içindeki ölü, sert kabuklu, kabuğu binbir ışıltı içindeki böceğe şöyle bir parmağını dokundurup, hiç olmazsa onu çukurun kıyısına çıkarmayı tasarlıyordu. Öyle olunca iş kolaylaşacak, küçük karınca böceği sürükleyerek köreye kadar götürecekti ama yapamıyordu. Bir kere Bey onun bu haltı ettiğini görürse kıyameti koparırdı, sonra da merak ediyordu Hamdi, bu küçük karınca bu inadıyla böceği çıkarabilecek mi? Çıkarmaktan vazgeçecek mi? Vazgeçerken ne yapacak, nasıl davranacak böceğe? Üstüne mi işiyecek? Kocaman karıncalar gelip böceği, yöresini uzun uzun dolanarak kokluyorlar, sonra ayrılırlarken de küçücük karıncayı kokluyorlar, tozlu ayakları, tozlu pörtlek gözleri, tozdan bozarmış, pırıltısını yitirmiş bedenleri incecik, karınlarım taşıyamaz belleriyle ayaklarını sürükleyerek çukurdan yenilmiş uzakleşıyorlardı, küçücük karıncanın çabasına, inadına şaşarak. Akıllarına düşen anılarıyla, eski deneyleriyle öğü-nerek, küçük karıncaya yürekten acıyarak...

Yağmur azıcık açtı, Mustafa Bey şöyle yandan köşeden» bölük pörçük düşünmeğe başladı. Yağmur yağıyordu. Yel esince çıvgın vuruyordu. Yağmur kara, mavi, yeşil, ak, sapsarıydı. Herkes kendi tadınca görüyordu dünyayı. İnsanoğlu için her

511


şey insandı. Çukurdan böceği çıkarmağa uğraşan karınca, böceği koklayıp sıvışan iri karıncalar, kuşlar, arılar, cerenler, kartallar, sudaki balıklar, yeryüzünde gökyüzünde, suda ne kadar gözüken yaratık varsa insan gibi davranıyor tekmili, insan gibi duyuyorlar, insan gibi davranıyorlardı, insan baktığı sürece evrendeki her şey insandır.

«Gelecek,» dedi seslice Mustafa Bey, sonra da güldü. «Karınca ölü böceğin hakkından gelecek, sonunda onu tek başına yuvasına götürecek. Bu kış onu afiyetle yiyecekler. Derviş Bey de buradan geçecek. Nasıl olsa gelecek...» Anam da amnıa zayıflıyor, diye düşündü. Zayıflıyor ya, gece gündüz de bekliyor, hiç umudunu üzmeden, bir bekleme, bir umut, bir öc kesilerek-ten. Derviş ölmeden ölmeyi aklından geçirmeden. Derviş ölecek, işte o zaman da, Dervişin ölüm haberini alır almaz da anam çö-zülüverecek, her parçası bir yana dağdıverecek. Dervişlikte birlikte anamı da öldüreceğim... iki kişi birden... Derviş ölecek. .. Anamın eti, kemiği, gözü kulağı, burnu ağzı, ciğeri yüreği dağılıverecek... Şu küçük karınca da belki bir gün böcek ölüsünü çukurun başına çıkardığında bitiverecek, çözülecek, bir soluk alıp oraya düşüverecek. Evrende ne varsa hepsi insandır. İnsan suretinde olmayan insanlar, insandan başka ne var evrende... Taş toprak, börtü böcek, kurt kuş, hepsi hepsi insanadır.

Yağmur yağmadan, tanyerleri pembeleşmeden çok önce, doğu yöndeki dağların başı morarırken Derviş Bey, bir de Hidayet, bir de ötekiler, sekiz kişi, bir de Zekeriya, bataklığa girmişler, usul usul, çıt çıkarmadan, sürünerek Mustafa Beyin bulunduğu kamışlığa doğru ilerliyorlardı. Derviş Beyin işaretini alır almaz bir anda kamışlığa saldıracaklar, dört kişiyi kıskıvrak bağlayacaklardı. Herhangi bir uygunsuzluk olup yakalaya-'

512


inazlarsa silah kullanacak, dördünü de öldürecek, sonra sınırı geçip Suriyeye, Kürtdağına gideceklerdi. Orada Derviş Beyin arkadaşları, Sultan Ağanın akrabaları vardı. Derviş varıp onlara sığınınca, onu hiç kimseye vermedikleri gibi, bütün bir aşiret kırılmadan, yere de bastırmazlardı. Derviş başka korkunç bir karar daha vermişti ama kendi kendine bile söyleyemiyordu. Bunları burada öldürüp Akçasazm bataklığına gömdükten sonra Ak-yollu konağına gidecek, konakta ne kadar canlı varsa doğraya-cak, oradan kasabaya, akraba köye uğrayacak, Akyollu soyuna kim bulaşmışsa hepsini kurşundan geçirecek, döğüserek Kürtdağına varacak, Sultan Ağanın akrabalarına sığınacaktı. Derviş Bey uzun bir süreden beri öfkelendikçe, ölüm korkusu hummasına yakalanıp, kapalı odasında sıcaktan boğulur gibi olup oluk oluk terleyip su içinde kaldıkça, bu korkunç, inanılmaz düşünceye varıyor yapışıyordu.

Sarı yağmur çoğalarak durmadan indiriyordu. Geceden be ri yağan yağmur otları, toprağı, bataklığı, terli bedenlerini kokutarak sıcak, buğulu, derilerinin altına, iliklerine işliyor, yoğunlaşıyor, sarardıkça sararıyor, bir billur sarısında ışıklanıyor, balkıyor, sel gibi, akan suya dönüşerek ağır, yukardan dökülüyor, elli adım ötesini göstermiyordu.

Derviş Bey yağmur yoğunlaştıkça seviniyor, yüreği kabarı-yordu. Sert çıvgınlar kırbaç gibi, yüzlerini, sutlarını, bir anda çamur olmuş toprağın yüzünü doğuyordu.

Derviş Bey sağ yanındaki Hidayete döndü, kulağına: «Her şey dediğim gibi olacak,» dedi. «Sen, Zekeriya benimle geleceksin, bir anda üstüne çullanacağız Mustafamn. Sen önce, biz ayağa kalkar kalkmaz, Mustafa Bey, Mustafa Bey diye bağıracaksın. Telaşla kamışlığa gireceksin. Mustafa Bey, Mustafa Bey, anan... anan... anan... diyeceksin...»

Hidayet belki bir aydır her gün Derviş Beyin odasında: «Mustafa Bey, Mustafa, Mustafa Bey, anan... anan... anan...» diye bağırıyor, durmadan telaşh talim ediyordu.

Sert, göz gözü görmez bir çıvgın dalgasıyla birlikte ayağa

513

F: 33


fırladılar, ayağa fırlamalarıyla birlikte Hidayetin bağırması bir oldu: «Mustafa Bey, Mustafa Bey, anan... anan... anan...» acılı sesi telaşlı, kaygılıydı. Mustafa Bey ayağa kalkmış, gelen sesin sahibinin kim olduğunu anlamağa çalışırken bir anda üç kişinin birden üstüne yıldırım gibi geldiğini gördü, gelenlerden birisinin Derviş Bey olduğunu da gördü, bir an çözülür gibi oldu, eli tabancasma gitti, çekecekken başka iki el birden bileğine arkadan yapıştı, o anda da birden Mustafa Bey elini çekti, kurtardı, sıçradı, tam Derviş Beyin önüne düştü. Derviş Bey bir an ikirciklendi, sonra onun tabancayı çekmiş eline sarıldı, tabanca üç kere üstüste patladıktan sonra uzağa fırladı, ortalık karmakarışık oldu, Mustafa Bey düştüğü yerden kalktı, onu yere indirdi. Şimdi altalta üstüste boğuşuyorlardı. Kamışlığın düzünde kurşunlar vızıldıyor, Mestanm sesi geliyordu.

Mustafa Bey birden silkindi, kamışlığın dışına doğru bağırarak kaçtı:

«Mestan vur beni, bırak onları da tüfeğini bana çevir, Mestan, vur beni, vur beni...»

Derviş Bey baktı ki Mustafa Bey kaçıyor, neredeyse kamışlığı çıkacak. Kamışlığı çıkınca da ya Mestan, ya da Zekeriye, birisinden birisi onu kurşunlayacak. inanılmayacak bir kız, bir çabuklukla, belki de uçarak, ona ulaştı, ikisi birden bir su göleğinin içine düştüler, sular kamışlar boyunca göğe fışkırdı. Göleğin içinde çırpmıyorlar, dönüyorlar, biribirlerinden kopuyor-lar, demirleşmiş eller, yeniden buluşuyorlardı.

«Hidayet,» diye inledi Derviş Bey. «Hidayet.» Hidayet hemen göleğe, Mustafa Beyin üstüne atıldı. Sonra Zekeriya geldi, sonra da ötekiler. Beş altı adam Mustafa Beyin üstüne yüklenmişler, onu bir türlü zaptedip, kollarını bağlaya-mıyorlardı. Mustafa Bey altısıyla birlikte, altı çamura batıp çamurdan adam olmuş kişiyle birlikte ayağa kalkıyor, sonra hep birden gene göleğe düşüyorlardı. Cebelleşmeleri uzun sürdü. Mustafa Bey yavaş yavaş yoruldu, soluk alamaz oldu. bir ara

514


kendinden geçti, ağzı yukarı soluk almadan, ölü, sapsarı bir yüzle, elleri ayaklan açılıp toprağa serilmiş öyle cansız kaldı.

«Belki ölmedi,» dedi Derviş Bey soluğu taşarak, tıkanarak... «Soyun şunu, anadan doğma, çabuk. Donu kalsın. Yalnız donu kalsın. Ellerini arkasına bağlayın, ayaklarını da... Çekin hançerlerinizi, kesin giyitlerini... Donunu da, donunu da soyun. »

Kamışlıktan dışarıya çıktı, Mestan tüfeğinin başında, tüfeğinin namlusu gözüküyordu. «Mestan,» diye bağırdı. «Döğüş-me. Seni öldürürüm. Çık oradan. Sana bir şey yapmayacağım. Sen mert, soyu tükenmiş, dost, yiğit bir adamsın. Beni yakaladığın zaman... Unutamıyorum o günü. Sana Mustafa Beyin vereceği tarladan daha çok tarla vereceğim... Çık oradan1»

Mestan:


«Yel Veli, Yel Veli,» diye inlerken tetiğe bastı. Derviş Bey onun böyle yapacağını biliyordu, o tetiğe basmadan kendisini kaldırmış yandaki hendeğe atmıştı. Tam bu şurada da gülerek, Yel Veli kamışlıktan çıktı, telaşsız, korkusuz. Hendekteki Derviş Beye doğru yürüdü, «Bağladık Bey,» dedi. «Giyitlerini de soyduk.»

«Yel Veli, Yel Veli al!»

Yel Veli hendekteki Mestana döndü, yıldırım gibi:

«Sık Mestan, sık,» dedi. «Sık ulan kocamış köpek! Sık ulan, sık! Bundan sonra yaşamışım ki...»

Mestamn kurşunu kulağının dibinden, sıyırarak, kulağını sağır ederek, yakarak, uyuşturarak geçti. Yel Veli önce azıcık sakındı. Sonra, hiç bir şey olmamış gibi soğukkanlı:

«Sık Mestan,» dedi. «Bundan sonra neyimiz kaldı ki, sık! Ne olursun sık köpek... Sen beni öldürmezsen ben seni öldüreceğim. »

Elini kolunu sallaya sallaya Mestana doğru yürüyordu. Yü-züdü, vardı Mestamn başına durdu:

«Sık Mestan,» dedi yumuşacık, okşar gibi. «Sık kardeş.»

515

İ

ıvıesıan oır aana leııge oasamaaı, reı veııyıe goz göze geldiler, ikisi de gözünü kaçırdı.



Mestan kalktı, hendekten çıktı, Yel Velinin yanına geldi. Bir süre öyle yanyana, birbirlerini görmeden durdular, sonra Mestan uzandı Yel Velinin elinden tuttu, usulca elini sıktı: «Haydi kardeş,» dedi, «gidelim, Allah bu Beylerin bin belasını versin, ondurmadılar bizi. Haydi gidelim.»

Mestan tüfeğini yere attı, arkasından Yel Veli de tabancasını belinden -çıkarıp yere attı:

«Haydi gidelim kardeş!»

iki yaşlı adam elele tutuşup bir kere olsun Derviş Beye, kamışlığa bakmadan, yönlerini Anavarza kayalıklarına verdiler, yürüdüler.

Hendekten çıkan Derviş Bey uzunca arkalarından baktı, başını salladı. Sarı yağmur hışımlamış, çıvgınlar dört bir yandan savurarak dönüyor, ovayı kırbaçlıyordu. Sarı, billur sarısı, pürtük pürtük, diken, donmuş, incecik çelik iplikler, sarı billurda balkıyan...

516


44

Süleyman Aslansoypençe, Cafer Özpolat, Hacı Kurtboğa, Ala Temir Ağa, Mahir Kabakçıoğlu, Muallim Rüstem Bey, Süleyman Sami, daha birkaç kişi Şehir Kulübünde toplanmışlar, suskun, tetikte, bir beklemenin gittikçe artan sabırsızlığında oturuyorlardı.

Suskunluğu neden sonra Mahir Kabakçıoğlu bozdu: «Doğru mu acaba?» diye sordu, bakışlarını orada bulunanların hepsinin üstünde dolaştırarak. Kimse karşılık vermedi.

Hacı Kurtboğa bıyıklanyla oynuyordu. Kalın, derinlemesine, yüzün içine oyulmuşcasına inmiş çizgileri uzayıp incelerek. Bıyıklarını arada bir hırsla çekiştiriyordu, elleri titreyerek, titreyen eliyle karnını hart hart kaşıyarak. Parmaklarının şişi belliydi. Göz altları da şişip sarkmıştı. Boyu gene uzun, dik, omuzları geniş, gergindi.

Süleyman Aslansoypençe ayaklarını önündeki sandalyaya koymuş, çoraplarını çıkarmış, biteviye ayak parmaklarının arasını oğuşturuyordu. Cafer Özpolat öfkeden taşıp köpürüyordu. Kızgınlığını hep kusacakmış gibi tetikteydi. Bu tavrını bozmamağa, hele böylesi toplantılarda, hele toplantıda Ala Temir varken çok dikkat ederdi.

Muallim Rüstem Bey alçak gönüllü, yumşak, ermiş, olgun yüzüyle, iyi huylu, oracıkta oturmuş, dünyadan habersiz, hiç

517

bir şeyhi, tekmil olup bitenlerin farkında değilmişcene, boynu uzamış, yorulmuş, gözlerindeki ışıltı yitip çoğalarak, oracıkta oturmuş kalmış bekliyordu. Nasıl bir sabırla beklediğini, bu yumuşak yoğunluğunun içinde, herkes görüyordu.



Ala Temir Ağa gene bacaklarını bitiştirip ellerini dizlerinin üstüne koymuş, gözlerini karşı pencereden gözüken dut ağacının en uç dalma dikmiş, öylece kıpırtısız, kasılıp kalmıştı.

Mahir Kabakçıoğlu kıpır kıpır, yerinde duramıyor, sandal-yasının üstünde duramıyor, kalkıp oturuyor, salonu bir uçtan bir uca geçerek kapıya gidiyor batı kuzeydeki ağaran sıra dağlara bir süre gözlerini dikip bakıyor, sonra dönüyor, bıkmış bir yüzle gene yerine oturuyordu. «Doğru mu acaba?» Gene kimse bir karşılık vermedi.

Mahir Kaçakçıoğlu bu sefer sorusunu doğrudan doğruya Süleyman Aslansoypençeye yöneltti:

«Süleyman Ağa, sen bilirsin, bu işe hepimiz katıldık ama, eğer yakalanmışsa Kürt Mahmut, bu şeref yalnız be yalnız sana aittir. Kürt Mahmut gibi bir adamı yakalamak, hem de Dervişi tepelemek, senden başka kimsenin haddi değildir.»

Süleyman Ağa büyük, manda gözlerini devirmiş anlamsız ona bakıyordu. Mahir Kabakçıoğlu bu bakıştan hiç bir şey an-

lamıyordu.

«Acaba yakalandı mı?»

Süleyman Ağa devrilmiş, akları dışarı taşmış gözlerini hiç

değiştirmedi.

«Acaba yakalandı mı Kürt Mahmut?» «Bekliyoruz,» dedi Hacı Kurtboğa. «Belki.» «Yakalanmıştır,» dedi Süleyman Sami. «Süleyman Ağamızın bir kere Aslansoypençesine geçmesin bir insan, şahin olsa da, ağzıyla kuş tutsa da onun hakkından gelir Ağamız. Yakalanmıştır Kürt Mahmut.»

Muallim Rüstem Bey bir ermiş gülümsemesi, bir hoş görüyle:

518


Jen tutup usulca dizinden yukarı çekti. «Evet efendim, bu Kürt oğlunun şimdiye kadar yakalanması iktiza ederdi. Ve de hem de yakalanması iktiza eder. Bu Kürt oğlu ve onun arkasındaki Derviş Bey bir hükümetle ve hem de bizimki gibi bir koca dünyayla döğüşmüş bir Hükümetle alay edemez. Ya Hükümetimiz var, ya bunlar. Sağolsun Süleyman Aslansoypençe Ağa, o olmasaydı, bu cani Kürdün kimse izini bile bulamazdı.»

Süleyman Aslansoypençe kabardı, sırtım sandalyasmın arkalığına bir iyice dayadı ve sandalya ağırlıktan, gerginlikten ça-tırdadı.

«Evet,» dedi. «Muallim Bey doğru söylüyor, biz varken Hükümet yoktu. Cümle vetan düşmanlarını biz şu bileğimizin gücüyle ve de hem de silahımızın zoruyla altettik, bu vetanın uğruna serimizi koyduk, canımızı verdik, kızıl kanımızı akıtarak-tan bu vetanı kazandık ki, ne mümkünat... îşte bu vetanın toprağı da bu yataraktan göt büyüten Beylere kaldı, sen de bekle ki, Kürt Mahmudu yakala ki, söylet ki, işte o zaman bu Beylerin kıymetli Hükümetimiz hakkından gelsin. Hakkından gelsin ki de, bizler bir avuç toprak sahibi olalım, bu hakka reva mı, bu durumlar, hem de vaziyetler insanlığa yakışır mı? Mademki Cumhuriyet oluptur, Padişah cehennem olmuş gitmiştir, değil mi sevgili Muallim Bey, bu Cumhuriyet, elinde yedi düvele, ve hem de, ve de Devleti Muazzaniaya karşı döğüşmüş ordusu elinde durup dururken, ne demeye bir gecede bu Beylerin hepsini, hepiciğini...» Dişlerini sıktı, gıcırdattı. «Hepsini bir gece toplayıp buradan Kayseriye kadar darağacı kurup, hepiciğini bir anda ipe çekmez? Ne demeye, ne demeye, ne demeye? Hadi diyelim ki...» Gene dişlerini gıcırdattı, sağ kocaman elini küt diye dizinin üstüne indirdi. «Hükümettir, kendi öz vetandaşına kıyamadı, bize deseydi ki, Hacmdaki gibi... Yürü ya vetandaş, gayri ne yapacağını sen bilirsin... işte o zaman ortalık alaboz duman olmaz mıydı? Bu Derebeylerinden her günde bin beş tanesi yalnız benim kılıcıma yetmez miydi? Ben ki bir günde bunla-

519


deyip, Kuran mucibince ve hem de Allah yolunca bu Beylerin hepsini bir gece sabaha kadar Allah yoluna kurban etmez miydim? Şimdi böyle kıçı kırık bir Kürt Mahmut tutuldu mu, tutulmadı mı diye bekle dur. Bu kadar, kaplan gibi heykiren ve-tanseveranlarm eli yüreğinde... Allah buna razı olur mu? Bir avuç Bey toprağını binbir hileyle alacağız da, iflah olacağız? Ne demeye teslim etmezler bu Beylerin hepsini bize? Ne demeye, ne demeye?...» Ayağa kalktı, yumruklarını sıktı, boynunun damarları şişti, alnı kızarıp boncuk boncuk terledi. «Ne demeye, ne demeye? Ne, ne, ne demeye?»

On anda Ala Temir de ayağa kalktı, birer odun parçası gibi ellerini yumruk yapıp salladı. Öfkeden titriyordu. Bütün bedeni, gözlerini de Cafer Özpolatın gözlerine dikmiş, sıtma görmemiş gür bir sesle:

«Ne demeye, ne demeye?» diye bağırdı. «Ne demeye?»

Salonun ötedeki büyük pencerelerinin camlan zangırdadı.

«Ne demeye?»

Sonra birden, hiç bir şey olmamış gibi yerine oturuverdi. Ellerini dizlerinin üstüne koyup, kuruldu, kasıldı. Gözlerini de dut ağacının en uç dalının ucuna dikti.

Mahir Kabakçıoğlu durgun, olup bitenlere aldırmadan:

«Doğru mu acaba?» diye yeniden sordu. Onu bu ilgilendiriyordu. «Doğru mu?»

Hacı Kurtboğa:

«Hükümettir bu, hiç belli olmaz. Mahmudu yakaladığını söyler, altı fos çıkar. Yakalamadığını söyler, altı dolu çıkar. Hükümettir bu, belli olmaz,» dedi.

Rüstem Bey kesti attı:

«Bu Yüzbaşı,» dedi, «bizim evladımız. O bizim dediğimizden sapamaz ve hem de bize hıyanetlik edemez. Çünkü onun gözü büyük yerde. Göreceksiniz bu çocuk Paşa olacak ve de hem de bu milletin hayatında büyük rol oynayacak. Kürt Mah-

520

iuuuu, ™"!»uı aj^jlii, uu uıtc, ıictzus., juoar aaamm aıçaK Katilini yakaladım dediyse yakalamıştır.»



«Yakalamıştır,» dedi Süleyman Sami. «Ben böyJe bir aslan yüzbaşı görmedim.»

«Hele bekleyelim,» dedi Cafer Özpolat tepeden bir tavırla. «Az sonra her şey apaçık ortaya çıkacaktır.»

«Hele bekleyelim,» dedi Mahir Kabakçıoğlu.

«Hele bekleyelim kardeşler,» dedi Süleyman Aslansoypen-çe.

«Hele azıcık daha bekleyelim,» diye bağırdı Ala Temir. «Azıcık daha beklersek sabırsızlıktan canımız çıkmaz ya...» Ayağa kalktı dimdik, kaskatı... Gene öyle oturdu.

Bundan sonra birden ortalığa bir sessizlik çöktü. Salonda tavla oynayanların pul takırtılarından başka bir şey duyulmadı. Herkes gözlerini kısmıştı. Yarı uyur yarı uyanık.

Merdivenlerden sert ayak sesleri gelinceye, mahmuz şakırtıları duyuluncaya kadar bu yarı uyur yarı uyanık hal böylece sürdü.

Yüzbaşının çizmeleri eşikten gözükür gözükmez herkes ayağa fırladı. Yüzbaşı toz içinde, çizmeleri, giyitleri, yıldızları, şapkasının siperi, kaşları kirpikleri, bıyıkları toz içinde geldi, ak dişleri ışılayarak, mavi gözlerinde ölçüsüz bir kıvanç, ortada dimdik durdu, sağ ayağını öne uzatmış, sağ eli manevra kayışında, sol eli pantolon çizgisine yapışmış, bekledi, sonra ağır:

«Yakalandı,» dedi. «Zor oldu, üç gün çarpıştık, onu öldürmemek, sağ yakalayıp konuşturmak için görülmemiş bir gayret sarf ettik ama başardık...»

Birden Kurtboğa ona doğru koştu, sarıldı:

«Senin taşağmı yesin Hacı amcan,» dedi. «Senin kıllı ta-şağım. Anaların doğurduğu aslan. Can kurtaran, vetan kurtaran, Cumhuriyet yavrusu, hem de yavru aslan Türk...» Coştu. «Türk oğlu aslan Türk... Bu Derebeylerin alçak cinayetlerine son veren Türk oğlu özel oğlu özel Türk...» Coşmuş, sıktıkça sıkıyordu onu.

521


Hacı Kurtboğa hemen Yüzbaşıyı bıraktı. Mahir Kabakçıoğlu:

«Sizi candan yürekten tebrik ederim Yüzbaşı Bey, sizden öncekiler de sizin gibi bu Beylerin cinayetlerini takip etselerdi, şimdiye kadar her şey bitmiş olur, vatanımız da bu gailelerden kurtulmuş bulunurdu. Halbuki sizden öncekiler... Son Türk devletini kimse sizin kadar düşünmedi. Evet en son Türk devleti...»

Süleyman Aslansoypençe... Süleyman Ağa soyadıyla çok öğünüyor, her işe yarar görkemli yerde bir kere soyadını, bir yolunu bulup söylüyordu, Mahir Beyin sözünü kesti:

«Halbuki sizden öncekiler... Sizden önceki Osmanlı kalıntısı zabitler, bu Derebeylerin cinayetlerine ortaklık ediyorlardı. Bu Derebeylerin, vetan düşmanlarının sofralarından kalkmıyorlardı. Bir Yüzbaşı Nurettin vardı, ak saçlı... Bu Beylerin itiydi iti, haşa huzurdan... Bize gelince... Bizim yüzümüze bakmıyordu. Bakmıyor, bakmıyor, bakmıyordu. Ona dedim ki, oğlum Nurettin, dedim, ben kimim kim? Ben Süleyman Aslansoypençe-yim. îyi belle bunu. Senin tozunu tâââ Bağdatta savuranım.»

Hacı Kurtboğa:

«Dur,» dedi, «dur Soyaslanpençe kardeş. Dur Aslansoypençe Süleyman Ağa, dur! Dur ki gidelim, hem de Kürt Mahmudu görelim, nasıl bir adam imiş, sualin soralım. Dur, Soyaslanpençe ¦dur!»

«Aslansoypençe.»

« Aslansoypençe.»

Ala Temir titreyerek, tıkanarak, damarları şişmiş, boğula-7 ak, kıpkırmızı, Yüzbaşıya yaklaştı. Akhndakini heyecanından unutmağa çabalayarak:

«Yüzbaşı, Yüzbaşım, Yüzbaşım...» dedi durdu. Bulduğu güzel sözler bir türlü aklına gelmiyordu. Dilinin ucunda, dilinin, dilinin... «Yüzbaşı, Yüzbaşı... Yüzbaşı, bire aslansoy Yüzbaşım, soyaslan, kaplan gözlü... Yüce dağın kaplam Yüzbaşım...» Bütün bunları beğenmedi. Neydi o, neydi, neydi? Bul-

522

du, sertçe koluna yapıştı Yuzoaşmm, YuzDaşı ona dondu azıciK öfkeyle baktı. Ala Temir hemen hazıroldu... «Yüzbaşı, Yüzbaşım, dur bekle... Sen, sen, sen... Mareşal Fevzi Çakmak Paşamız kadar yücedesin...» Derin bir soluk aldı, gülümsedi. Kıvançlıydı. «Yücedesin,» diye tekrarladı. «Yücedesin... O kâfiri öldüren Paşamız kadar... Yücedesin...»



Muallim Rüstem:

«Hakikaten sizi tebrik ederim Yüzbaşı Bey... Hakikaten, bu vatanda bu Derebeylerin nüfuzlarım kırmak gerektir. Hem de ve de bu da sizin gibi evlatlarımıza düşer...»

Koluna girdi, kulağına doğru ağzmı uzattı:

«itiraf etti mi?» diye sordu.

«Hayır,» dedi Yüzbaşı. «Bir şey sormadık daha Ama itiraf ettireceğiz. Ne pahasına olursa olsun itiraf ettireceğiz ve buna da mecburuz.»

«Mecburuz,» diye öbür koluna girdi Mahir Kabakçıoğlu. «Şimdi Komutanlığa gidelim ve işe başlayalım.»

«Evet, gün geçirip fırsat vermemeli zamana.» diye konuştu Kurtboğa.

Cafer Özpolat hep susuyordu.

Önde Yüzbaşı, yanında, bir adım gerisinde Mahir Kabakçıoğlu, onun yanında Kurtboğa, onların önüne geçmeğe çalışan Süleyman Aslansoypençe... Merdivenleri inip koşarcana Can-darma Komutanlığına yollandılar. Muallim Rüstem, kadim astımından dolayı önde koşarcana gidenlere bir türlü ulaşamıyor, tıkanarak, adımlarını kocaman açarak geride daha fazla kalmamağa çalışıyordu.

Kabakçıoğlu Yüzbaşıya soluk soluğa:

«Zaferinizi Kaymakama, Savcıya haber verdiniz mi?»

Genç Yüzbaşı umursamaz:

«Neye gerek, neye gerek,» dedi. «Neye gerek. Bir küçük kaçak!»

«Neye gerek, neye gerek ne demek Yüzbaşım! Bu yakalanan, yakaladığınız koca bir derebeylik, yani feodalite sistemidir.

523

yarın du zaterınızı Dahiliye Vekiline, Valiye, Candarma Umum Kumandanlığına telleyeceğim. Hem de ehemmiyetini belirterek. Ne demek, neye gerek, neye gerek?»



Arkasına döndü, Süleyman Sami hemen ardından geliyordu:

«Süleyman!»

«Buyur Mahir Bey...»

«Git hemen Kaymakama, Savcıya, Hükümet doktoruna... Hemen, hemen git... Meseleyi anlat. Derhal Candarma Kumandanlığına gelsinler. Değil mi Yüzbaşım?»

«Gelsinler,» dedi Yüzbaşı.

Sessiz yürüdüler.

Candarma Komutanının odasındaki uzun masa yeşil çuha kaplamaydı. Kararmış, kerme bağlamış tahta sandalyalar masanın her iki yamna sıralanmışlardı.

Nöbetçi candarmalar, onlar Candarma Komutanlığına girerlerken selama durdular. Astsubay Rahmi koşarak geldi:

«Zincire vurdum Komutanım,» dedi olduğu yere bir süngü gibi çakılarak. Gözleri genç Yüzbaşının gözlerinde, kıpırdamadan. «Zinciri de halkaya bağladım. Kollarındaki kelepçeyi de çözmedim. Kapısına da altı tane nöbetçi diktim. Uzatmalı Hasan Çavuş da emre hazır bekliyor, iki erle birlikte. Bu iki eri Hasan Çavuş kendisi yetiştirmiş.»

«iyi, emrimi bekleyin.»

«Başüstüne Komutanım.»

Selamını çaktı. Yüzbaşı bu Astsubay Rahminin selam çakışma bayılıyordu. Selamı daha çok Alman usulüydü, şimdiki Amerikan usulü selamlara benzemiyordu ama, olsun, adam iyi selam çakıyordu.

Hasan Çavuşu dağ kollarındaki bir karakoldan özel olarak getirtmişti. Yirmi yıllık candarma çavuşuydu. Bu uzatmalılar köylüklerin en fıkara insanlarıydılar. Askere gidip candarma olduklarında ne yapıp yapıyorlar, uzatmalı oluyorlar, ondan sonra da Allah ne verdiyse... Bunların üstüne rüşvet yiyen, köy-

524


3ü döven, işkence etmesini bilen yoktur. Kasabalardaki tefecilerin bir kısmı bu uzatmalı onbaşılar, çavuşlardandır. Köylülerden rüşvet alıp biriktirdikleri paralan sonradan daha geçerli, onurlu bir yola döküp tefeciliğe başlıyorlar, bileklerinin gücüne, büyük deneylerine, yürekliliklerine dayanarak az bir sürede Karun olup çıkıyorlardı.

Oda uzun, koğuş bozması büyük bir odaydı.


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə