koklamak istiyorum.
— Afyon mu içiyorsun sen. Bu ne densiz konuşma. Senin büyüğünüm, üzerinde hakkım
var. Görüyorum ki buradaki berduşlar benden itibarlı senin yanında.
— Siz Şems ile sarhoşsunuz, ben otla sarhoş olmuşum çok mu?
— Yazıklar olsun sana. Adam gördüm, ayağına kadar geldim, konuştuğun sözlere bak.
Bugüne kadar seni kolladım, yanında oldum, sahiplendim. Bu andan sonra babamı ve
Şems’i üzecek olursan karşında beni bulursun.
— Eşyalarımı gönderin, dergâha gelmeyeceğim artık. Başınıza çalın Şems'inizi.
— Babamı hiç düşünmüyor musun?
— Onun gözünün Şems’ten başkasını gördüğü mü var? Varsa yoksa Şems. Bu Tebrizli
hepinizi iyi büyülemiş. En çok zoruma giden Kimya’nın da Şems’in büyüsüne kapılması. Kart
adama vardı benim kendisini sevdiğimi bile bile. Bütün kadınlardan nefret ediyorum.
— Bacımız için ne biçim konuşuyorsun. Utan aşktan. Utan sevgiliden.
— Yürek Allah’ın elindedir.
— Hidayet de Allah’ın elindedir. Allah seni ıslah etsin. Sen yoldan çıkmışsın. Senin için
dua etmekten başka çarem yok kardeşim. Eşyalarını gel kendin al.
Kimya, hikâyeleri ve Farsça şiirleri çok seviyordu. Sürekli benden hikâye anlatmamı, şiir
okumamı isterdi. Ben derviş hikâyeleri şark menkıbeleri anlattıkça ağzı açık tatlı heyecanla
dinlerdi. Bir keresinde Cemşid ile Hurşid’in hikâyesini anlattığımda öyle güldü öyle güldü ki
sesi avludan duyulmuştu. Başta Kerra Hatun ve diğer kadınlar hayret etmişler.
Bir akşam sohbet esnasında ona bakarak tebessüm ettim. Sordu:
— Efendim neden gülümsediniz?
— Seni gördükçe tasavvufun dişi aslanını gözümün önüne getiriyorum.
— Kimmiş o dişi aslan?
— Rabia Adeviyye. Allah ondan razı olsun.
— Babam küçüklüğümde o mübarek insandan bahsetmişti. Hatta bir keresinde çarşıdan
eve gelirken sokakta gördüğü bir Hristiyan kadına bakarak, ona üç kez “Rabia, Rabia,
Rabia” demiş. Kadın şaşırmış, bu adam bana neden böyle seslendi diye. Merak etmiş
araştırmış. Ona “Mevlâna seni Müslümanların velilerinden Rabia’ya benzetti herhalde”
deyince iyice merak etmeye başlamış. Neticede Rabia Adeviyye’nin hayatını öğrenince
ertesi gün dergâhımıza geldi. Hepimiz bu kötü işlerde çalışan kadının babamla ne işi olur
diye merak ile avluya toplanmış içeride olup biteni bekleşmeye başlamıştık. Biraz sonra
elinde Kur’an başını kapatmış şekilde çıktı Hıristiyan kadın. Dervişlerden öğrendik ki, Rabia
Veli’yi araştırırken hidayet nuru ile tanışmış ve Müslüman olmaya karar vermiş. Babama
kelime-i şahadeti okumuş ve müridi olmak istediğini iletmiş. Bu olaydan sonra dergâhtaki
kadınlar Rabia’nın hayatını iyice merak edip babamdan öğrenmek istediler. Babam “Rabia
olmak arzu işi değil aşk işidir, her yürek kaldıramaz Rabialığı” dedi. Ben de kütüphanede
okuduğum kitaplardan öğrenmeye çalışırken babam geldi. Beni kucağına alarak Rabia
Veli’yi anlattı.
— İşte sende ''Rabia''lık gördüğümden gülümsedim. Sen de onun gibi çok yiğitsin.
— Sizden de dinlemek isterim o yiğit hanımı.
— Rabia-i Adeviyye, Basra’da dindar bir babanın fakir çocuğu olarak doğmuş, henüz
ergen olmadan önce de vefat eden anne-babasından sonra da, fakirlik ve öksüzlük mihneti
altında yalnız bir hayata mecbur kalmıştır.
Allah âdildir. Bir yandan alırsa, diğer yandan verir. Bu yokluk ve mahrumiyet, kendini
Allah’a veren Rabia’da manevi duyguların inkişafına sebep olmuş; iç âlemine dönen Rabia,
kısa zamanda günün, büyük velîlerinden Süfyân-ı Sevrî, Hasan-ı Basrî gibi zâtların da gıpta
ve takdirlerine lâyık hâle gelmiştir.
Kulübeciğinin içinde serili bir hasır, köşesinde ise içi hurma yaprağı ile dolu bir
minderciğinden ibaret ev döşemesi, onu hiçbir zaman üzmemiş, bilâkis huzur verip vecd
almasına sebep olmuştur.
Nitekim kendisini ziyarete gelen Süfyân-i Sevrî, “Ya Rabia, arzu ederseniz yakınlarınız
size yardım ederler. Bulunduğunuz bu mütevazi döşemeyi değiştirir, halinize bir çekidüzen
verebilirsiniz.” yollu bir teklifte bulunmak istemiş, ancak Rabia’nın cevabı kesin olmuştur:
“Ben halimden müşteki değilim ki, onlara müracat ihtiyacını duyayım. Hatta içinde
bulunduğum hâlden, bütün dünya elinde olana dahi müracaat etmedim. Nerede kaldı ki, o
dünyanın zerresine sahip olan aciz insanlara rica edeyim!”
Rabia’da bir tek ölçü vardı. O da şu fani ömrün, İslam’a en uygun şekilde yaşanıp
yaşanmaması idi. Şayet, dini emirlere tıpatıp uyan bir hayat yaşanıyorsa, onun nazarında
işte bu hayat gayesini bulmuş, hedefine ermişti. İsterse o hayat, hasır üstünde geçsin,
isterse hasır dahi bulamasın da toprak üstünde devam etsin...
Basralı zenginlerden olan Süleyman Haşimî kendisine bir mektup yazıp, kazancını ve
ileride daha da çoğalacak servetini izah ettikten sonra: “Bütün bunlar senin emrine
amadedir. Yeter ki, beni kabul eyle, nikâhım altına girmeye razı ol.” deyince, Rabia’nın
cevabı sert olmuştur: “Kazancınla mağrur olup, ona güvenme. Bunlar köpük gibidirler. Ne
ölüme mani olurlar, ne de başına gelecek bir takdire. Sen yarın varacağın İlahi huzurda
sana lâzım olana bak, onunla teselli ol. Bir de sakın ben ölürken vasiyet ederim de bu
servetimle arkamdan hayır işlerler, diye bir vesveseye de aldanma. Sen kendin kendine vâsi
ol, servetini kendi elinle İslami hizmete harca, ölmeden vasiyetini kendin yerine getir. Şunu
da unutma ki, emrime amade edeceğini yazdığın şey, gönlüme ağırlık, kalbime karanlık
verir. Benim için cazip bir şey olmaktan çoktan uzaklaşmıştır onlar...”
Hanımlar, ziyaretine gelirler, nasihat isterlerdi. Söylediklerinden biri de şöyledir:
“İyiliklerinizi de gizleyin. Tıpkı kötülüklerinizi gizlediğiniz gibi. İyiliklerini ilân etmek, rüzgârın
karşısında un savurmak gibidir. Alıp götürür. Eliniz boşta kalır.”
Dostları ilə paylaş: |