146
tinin tüm toplumsal dokulara sızması ve sömü-
rünün sistemleşmesi gelişir. Devletin inşasıyla
birlikte ise iktidar ve sömürünün kurumlaşması
yaşanır. Bu anlamda sömürü-baskı organı ola-
rak ortaya çıkan
iktidar tüm toplumsal doku-
lara işleyen bir yöntem olarak daha gizli bir hal
alır. Devlet ise sömürünün kurumlaşmış organı
olarak bunu her türlü şiddet, baskı ve ideolojik
zoru kullanarak sistemleştirir. Yani devlet sö-
mürünün ve egemenliğin bedeni iken iktidar
ruhu oluyor. O nedenle halklar üzerindeki
egemenlik ve sömürü cenderesini parçalamak
istiyorsak o zaman bunları yürüten açık ve gizli
organları aşarak işe başlamak zorunludur. Yani
özgür toplumu hedefleyen bir paradigma, teke-
le, sömürü ve egemenliğe olan karşıtlığını devlet
ve iktidardan kopuşla birlikte ele almalıdır. Bu-
nun içindir ki, toplumun eşit, özgür ve komünal
yaşamını örgütleyecek sistemi,
alternatif olarak
geliştirecek yeni paradigma topluma dayanmak
zorundadır.
Merkezi hegemonik uygarlık özellikle de son
aşaması olan Kapitalist sistem tüm toplumsal
olguları sorun ya da kriz haline getirerek top-
lumu denetimine alır. Bundan dolayıdır ki, gü-
nümüzde tüm yaşam alanları toplumsal sorun-
muş gibi lanse edilmektedir. Halbuki, sorunlar
toplumsallıktan değil iktidarcı zihniyetin uy-
guladığı politikalardan kaynağını almaktadır.
Böyle olunca da toplumların tüm renkleri ve
farklılıklarıyla bir arada yaşayabilmeleri temel
bir çağ krizi haline gelmiştir. Bunun altında ise
ulus-devletin milliyetçilik, cinsiyetçilik ve din-
cilik politikası yatmaktadır. Onun için de fizi-
ki ve kültürel soykırım üzerinden inşa edilmiş
olan sistem, hala bu anlayışla ayakta durmak-
tadır. Soykırımcı zihniyeti aşacak olan demok-
ratik ulus ekseninde halkların
tekrar birbiriyle
barışarak özgürce bir araya gelmesidir. Evrende
tüm canlılar içinde en esnek ve yaratıcı zekaya
sahip olan ve farklı aletler kullanarak yaşam ih-
tiyaçlarını karşılayan insanlık bugün açlık sını-
rında yaşamaktadır. Sağlık, barınma, beslenme
sorunları hiç bir dönemde kapitalist çağ kadar
insan neslini tehdit eder noktaya gelmemiştir.
Diğer taraftan gelişen teknoloji tüm insanlı-
ğı besleyecek, koruyacak kapasitedeyken, tam
tersi, ekolojik tahribat ve tüketim aracı olarak
insan neslinin geleceğini tehdit etmektedir. Ge-
lişen savaş teknolojisi insanlığın sonu anlamına
da gelen kıyameti haber vermektedir.
Halkların özgürlüğünü inşa, devletçi ve ikti-
darcı paradigmayı aşmakla başlar.
Özgürlük için karşısında ilk mücadele edile-
rek aşılması gereken sorun devletçi ve iktidarcı
zihniyettir. Toplumun en küçük dokularına ka-
dar sızan sömürü ve egemenlikçi sistemin ruhu
olan iktidarcı zihniyet aşılmadıkça, alternatif
sistem arayışı ve pratiği bu ruhun esiri olmak-
tan kurtulamaz.
Bunun tarihsel örnekleri geç-
mişte de günümüzde de fazlasıyla mevcuttur.
Toplumun eşitliğe ve özgürlüğe dayalı birliği
adına yola çıkan sosyalist hareketlerin vardığı
sonuç bunun çarpıcı örneğidir. Dünyanın üçte
birine hakim hale gelmiş sosyalist sistem, devle-
ti, toplumun özgürlüğü önünde temel bir engel
olarak görmediği için kapitalist devleti lanet-
lerken sosyalist devleti kutsamıştır. Bu temelde
güya halklar adına devlet kurulmuştur, fakat
devlet çıkarları halkların çıkarlarından daha ön
plana çıkmıştır. Sosyalist devlet halkların öz-
gürlüğünün garantisi olarak görülmüş ve dev-
letin korunması öne çıkarken toplumsal irade
ifade gücüne ulaşamamıştır. Sonuç, güya halkın
yaşadığı özgürlük devlet çıkarlarını koruma öz-
gürlüğüne dönüşmüştür. Yani reel sosyalist de-
nilen bu sistemde karıncalaşan yine toplum ol-
muştur. Modern kölelik olan işçileşmenin reddi
yerine, kutsanıp ona öncülük misyonu verilse
de, toplum bu sefer
de sosyalist devletin işçisi
olmaktan kurtulamamıştır. Bundan dolayı da
kapitalist sisteme alternatif olma iddiasıyla yola
çıkan reel sosyalizm kapitalizmin sol cepheden
tekrarı ya da liberalizmin bir mezhebi olmaktan
kurtulamamıştır.
Tarihteki tüm direniş hareketleri ve öz-
gürlük arayıcılarından çıkardığımız sonuç,
egemenlikçi sistemin kullandığı araçlarla yola
çıkanlar yani aynı patikaları kullananlar hep
aynı yere varmışlardır. Egemen sistemden ko-
puş, egemenlerin tüm araçlarından kurtularak
demokratik uygarlık penceresinden dünyaya
bakabilmektir. Bu da devletçi ve iktidarcı pa-
radigmayı aşmak demektir. Tamamen halka,
toplulukların konfederal birliğine dayanan bir
sistem gerçek özgürlük ve demokrasinin temi-
natı olabilir. Tek bir kişinin bile toplumsal ör-
gütlülük dışında kalmadığı, kendi iradesini ait
olduğu topluluğa ve konfedere yapıya
özgürce
kattığı bir sistem ancak toplumsal bir sistem
olabilir. Zaten gerçek demokrasi, topluluklar ve
bireylerden başlayarak toplumun tüm farklılık-
147
larını kapsayabilen sistem demektir ve şu anda
da halkların en büyük ihtiyacı budur.
Topluma dayalı paradigmayı inşa etmek için
karşıt kutupta olan devletçi paradigmayı her yö-
nüyle aşmak gerekmektedir. Bunun için de önce
devlet nedir sorusuna doğru yanıt vererek onu
kapsamlı olarak sorgulamak gerekir. Devlet,
toplumun artı ürünü üzerinde kurulan tekelin
kurumlaşmış halidir. Bunu, öncelikli olarak zor
aygıtlarıyla toplumu baskılayarak, gerekirse kı-
rımdan geçirerek sağlar. Tekelciliğini daha da
kalıcılaştırmak için ise toplumun inanç, güven
ve bilinç odaklarına sızar. Oraları yani bu meta-
fizik alanı kendine göre kodlayarak ‘rızayı’ imal
eder ve kendini meşrulaştırır, görünmez kılar.
Tüm bunları güvenlik güçleriyle, siyasi parti-
leriyle, yöneticileriyle, okullarıyla, rahipleriyle,
yargıçlarıyla, tüccarlarıyla ve ailelere kadar sı-
zan erkek egemenlikçi iktidar odaklarıyla yapar.
Zaten devlet de bunların
birlikte iç içeliğinin bir
ifadesidir. Bu anlamda da devlet, artı ürün te-
keli, ideolojik araçlar, zor aygıtları ve yönetim
sanatının kullanılmasının ortak inşasıdır. Biri
eksik olursa devlet olmaz, işlemez. Bu yapısal
özellikleri nedeniyle iyi devlet, kötü devlet ta-
nımlaması yapılması yanlış olur. İyi , kötü, de-
mokrat, despot, faşist devlet farklılıkları yoktur.
Devlet oluşumundan, doğuşundan gaspçıdır,
talancıdır, sömürgendir, toplumun üzerine çök-
müş kan emen bir kanser hücresidir. Toplumun
özgürleşmesi, devletin aşılması ya da demok-
rasiye duyarlı hale getirilmesiyle mümkündür.
Devlet iddia ettiğinin tam tersine toplumsal
adalet ve huzuru dengeyi sağlamaktan ziyade
toplum bünyesinde yaşanan çatışmaların asıl
kaynağıdır. Halklar, kültürler, inançlar tarih
boyunca hep birlikte ve iç içe yaşamışlar, bir-
birinden etkilenmiş ve birbirini beslemişlerdir.
Zaten toplumsal doğa da farklı
renklerin bir-
likte yaşadığı, farklılıklarla zenginleşen bir ka-
rakterdir. Bu ilk oluşum aşamasının özelliğidir.
Farklı görüşler, tecrübeler bir potada birleşti-
rilerek toplumsal birikim sağlanmış ve ayakta
kalınmıştır. Bu nedenle toplumun öz karakteri
her zaman demokrasi eğilimlidir. Farklı görüş-
lere, yeniliklere saygılı hatta meraklıdır. Fark-
lı dil, inanç, cins ve etnisiteli olmak toplumun
doğasında vardır. Bu da parçalılık değil renkli-
lik üzerinden açığa çıkan zenginliktir. Etnisite,
inanç ve kültürlerin oluşumu ve gelişmesiyle
devlet arasında hiç bir bağ yoktur. Ortak yaşa-
ma ait olan bu kimlikler uygarlık tarihi boyun-
ca ve en son da ulus-devlet tarafından ölüm-
le-yok edilmekle tehdit edilmişlerdir. Devletli
sistemler bu kimliksel oluşumların özgür varlık
imkanlarını gasp etmekle yetinmemiş, aynı za-
manda da bu alanları birbiriyle savaşır
duruma
sokmuştur. Bu da devletin doğasında vardır.
O nedenle devletin varlığı toplumsal kesimler,
sınıflar arası dengeyi sağlamaz aksine çatışma
üretir. Zaten toplumu sınıflara bölme bir dev-
let icadıdır. Hâlbuki dil, inanç, etnisite, kültür,
cins farklılığı toplumun doğasında vardır. Fakat
sınıflar artı-ürün gaspı ile doğduğu için varlığı
topluma aykırıdır. Bundan dolayı da devlet ve
varlık koşulu sınıflar olduğu müddetçe toplum-
sal çatışmalar durmayacaktır. Bu da toplumun
demokrasi alanlarının iktidarla ve egemen zih-
niyetle karartılması anlamına gelmektedir.
Ezen ezilen çelişkisinin en derin yaşandığı
alan ise kadın erkek arasında örülmüştür. Er-
kek devletin ve sistemin hakimi kadın ise eve
kapatılmış köle, neslin sürdürülmesi için çocuk
doğurma aracıdır. Egemenlik ilk kadını köleleş-
tirme üzerinden kurulduğu için devletçi zihni-
yet kadın köleliğinin derinleştirilmesinde kendi
geleceğini garantiye alır. Bunun için de toplu-
mun en küçük hücresinde hiyerarşi ve egemen
zihniyetin korunması tüm devlet yapılarının
temel görevi olmaktadır.
Devletin sorunları hukukla çözme savı ise
ideolojik propagandadan ibarettir.
Hukuk bir
devlet kurumudur ve adaletten ziyade devle-
tin ve egemen sınıfların çıkarlarını korur, ara-
larındaki dengeyi sağlamak için de halklara
ceza yağdırarak korku salar. O nedenle de tarih
boyunca halklar hiç bir zaman hukukta kendi
temsilini görmemiştir. Bundan dolayı da gü-
nümüzdeki hukuk gücü ve parası olanı haklı
çıkarır. Kapitalist sistem aleyhine olanı kendi
kanunlarını bile görmezden gelerek mahkum
ederek sistemin temel yürütücü ve meşrulaştı-
Halkların özgürlük sorununu
ve çözüm olacak paradigmayı
tartışırken sorunun başlangı-
cına gitmek, doğal olarak da
tarihe başvurmak zorundayız