Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı
376
‘Homo sapiens sapiens’ ile özdeş olmayan ama onun içinden
türeyen bir varlık olarak anlamaya götürür. Böylesi bir anlayı-
şın Evrim Teorisi adına ortaya konan anlayışların hiçbiriyle ve
dini metinlerdeki hiçbir ifadeyle çelişmediği kanaatindeyim.
SOSYOBİYOLOJİ VE DİNLER
Sosyobiyoloji disiplininin siyasal bilimlerden sosyolojiye,
psikolojiden antropolojiye, dinlerden ahlaka kadar birçok ala-
nın açıklamasını içinde barındırdığına inanan Edward O. Wil-
son, bu disiplini şu şekilde tanımlamaktadır: ‘Biyoloji, psi-
koloji ve antropolojinin katkılarıyla oluşan bu disiplin, insan
dâhil bütün organizmaların toplumsal davranışlarının biyo-
lojik temellerinin sistematik olarak araştırılması şeklinde ta-
nımlanabilir.’
678
Sosyobiyolojiyi en çok tartışılır kılan, bu di-
siplinde çalışan bazı düşünürlerin; sadece arılar, karıncalar
gibi toplumsal olarak yaşayan canlıların davranışlarını açık-
lamaya çalışmayla kalmayıp, insanın toplumsal hayatını, kül-
türünü, hatta dinini açıklayabileceğine dair iddialarda bulun-
muş olmalarıdır.
Wilson, dinlerin; beyinlerin evriminin bir sonucu olarak açık-
lanabileceğini ve böylelikle dinlerin ahlakın kaynağı olduğuna
dair iddianın sonsuza kadar geçersiz olacağını savunmaktadır.
Bu yaklaşımı Wilson, biyoloji tarihindeki kritik bir dönemeç
olarak görmektedir ve dinlerin, doğa bilimleriyle açıklanma-
ları sonucunda bütün otoritelerini yitirecekleri kanaatindedir.
Ona göre, insan beyninin evriminde etkili olan ‘doğal seleksi-
yon’, insan kültürünün ve dinlerin oluşumundan da sorumludur.
Wilson, bu yaklaşımın sonucu olarak ‘bilimsel materyalizm’in
dinlerin yerini alması gerektiğine inanmaktadır.
679
678 Edward O. Wilson, Doğanın Gizli Bahçesi, s. 70.
679 Edward O. Wilson, On Human Nature, Harvard University Press, Cambridge,
(1978).
Tanrı İnancı, Dinler ve Evrim Teorisi
377
Wilson’a göre bütün insan eylemleri genlerdeki kodların bir
sonucudur; o zaman, ‘bilimsel faaliyet’in de bunun dışında ka-
lamayacağı apaçıktır. Tam da bu noktada Barbour, Wilson’ın
içinde bulunduğu çelişkiye dikkatleri çeker; Wilson insan bi-
yolojisiyle aynı şekilde ilişkili olan ‘dinler’i değersiz bulurken,
‘bilimsel faaliyet’i değerli bulmaktadır.
680
Barbour’ın çok gü-
zel bir şekilde yakaladığı bu çelişki; Wilson’ın baştan ‘dinler’
hakkında bir kanaate sahip olduğunu, daha sonra sosyobiyo-
loji alanındaki yorumlarını, bu kanaatini doğru çıkartacak şe-
kilde yaptığını göstermektedir. Wilson aslında ‘bilim’i ‘din’in
yerine geçirmeye çalışmakta; fakat ‘din’e karşı getirdiği argü-
manların aynısının ‘bilimsel faaliyet’ için de geçerli olduğu-
nun ya farkına varamamaktadır ya da bunun farkına varıyorsa,
bu olguyu görmemezlikten gelmektedir. Eğer biyolojik yapıyla
ilgili olan ‘bilimsel faaliyet’ değerli olabiliyorsa, neden ‘din-
ler’ biyolojik yapıyla ilgililerse değersiz olmak zorundadırlar?
Bu çelişkiden daha önemlisi ise diğer canlıların özellikle
de insanın davranışlarının genetik kökenine dair ciddi bir bil-
giye sahip olamamızdır. Bu yüzden Gould, sosyobiyoloji di-
siplininde canlıların davranışlarıyla ilgili aktarılanları ‘ma-
salımsı’ (just-so stories) anlatımlar olarak değerlendirmekte;
sosyobiyolojinin, spekülatif hikâye anlatımlarının ötesine ge-
çemediğini ve objektif delillerle desteklenmediğini vurgula-
maktadır. Gould, özellikle de insan söz konusu olduğunda
bunun geçerli olduğunu; insanların çevrelerine adaptasyonla-
rının ‘kültür’ sayesinde gerçekleştiğini, insan adaptasyonuna
dair genetik temelli sosyobiyoloji ‘masalları’nın bilimsel ol-
madığını savunmaktadır.
681
680 Ian G. Barbour, Religion in an Age of Science, Harper and Row Publishers, New
York (1991), s. 193.
681 Stephan Jay Gould, ‘Sociobiology and The Theory of Natural Selection’, ed: G.
W. Barlow ve J. Silverberg, Westview Press, Colorado (1980), s. 257-269.
Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı
378
Ayrıca Wilson gibi düşünenlerin yaptığı önemli bir yanlışı
da vurgulamak faydalı olacaktır. Onlar, ahlakın ‘dıştan’ gel-
mediğini, ‘beyin’den çıktığını gösterdiklerinde dinlerin otori-
tesinin tamamen ortadan kalkacağını düşünmektedirler. Oysa
kitabın 5. bölümünde gösterileceği gibi insan bedeni ve zihni
(beyni) bilince sahip üstün bir Kudret’le oluşturulmuş bir ta-
sarımın ürünüdürler; bunların tesadüfen oluştuğunu söyle-
meye olanak yoktur. Bu ise beynin kendisinin ‘dıştan’ geldi-
ğini, kendi kendine oluşmadığını gösterir. Bu yüzden, bir teist
için ahlaki kuralların, beynin yaratılışına veya beyni oluştu-
ran genlere uygun kurallar olmasında bir sorun olmaması ge-
rekir. Bir teist, Tanrı’nın, insanın beynini ve genlerini, dinler
aracılığıyla emrettiği ahlaki kurallara uygun olarak yarattığı
için; beyin ve genler ile insanın ahlaki yapısı arasında sıkı
bir ilişki olduğunu düşünebilir. Nitekim Kur’an’da ‘insanla-
rın benlikleri’nde deliller olduğu (Fussilet Suresi 53. ayet);
dinin ‘insan yaratılışı’na uygun olduğu ve ‘bu yaratılış’ta de-
ğişiklik olmadığı (Rum Suresi 30. ayet) söylenir. ‘İnsanların
benlikleri’nde deliller olması ve ‘insan yaratılışı’nın dine uy-
gun olması; dinin savunduğu temel ilkelerin ve ahlakın, in-
sanın biyolojik yapısında kodlu olması olarak da anlaşılabi-
lir: Buna göre insan, biyolojik yapısında zaten kodlu olan bazı
temel ilkeler veya ahlaki kurallara uygun yapıda bir din ile
karşılaşınca, kendi yapısında zaten var olan bu eğilimlere uy-
gun dinin doğruluğuna daha kolay kanaat getirir; çünkü din-
lere göre dinin kaynağı ve insanın yaratılışının kaynağı tek
bir Tanrı’dır. Bu yüzden doğuştan (genlerde) insanın biyolo-
jik yapısında dine veya dinin bazı ilkelerine karşı eğilim ol-
ması fikri, dinlerin anlayışıyla çelişkili olamaz.
Wilson beceremediği şeyi eğer becerebilseydi, yani ahlaki
kuralların insan beyniyle ve beyni oluşturan genlerle çok sıkı
bir ilişkide olduğunu gösterebilseydi bile; dinlerin otoritesinin
Dostları ilə paylaş: |