1-FÂTİha sûresi


Size ne oldu ki, “Ey Rabb’imiz! Bizi şu zâlimler diyarından kurtar



Yüklə 7,02 Mb.
səhifə12/103
tarix08.09.2018
ölçüsü7,02 Mb.
#67644
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   103

75. Size ne oldu ki, “Ey Rabb’imiz! Bizi şu zâlimler diyarından kurtar; senden bir lütuf olarak, bize elimizden tutacak bir dost, zalimlere karşı bizi koruyacak bir yardımcı gönder!” diye yalvaran şu çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Unutmayın ki;

76. İnananlar Allah yolunda, kâfirler ise kendilerini ilâh yerine koyan azgın yöneticilerin, yani tağutların yolunda savaşırlar. O hâlde, şeytanın dostlarına karşı savaşın! Eğer sebat gösterirseniz, kesinlikle gâlip geleceksiniz. Çünkü şeytanın hilesi, gerçekten pek zayıftır. Eğer insan günah işliyorsa, bunun sebebi bizzat kendisidir:

77. Şu kimselerin hâline ibret nazarıyla bir baksana: Onlar, Allah yolunda savaşmakta pek hevesli görünüyorlardı. Fakat henüz yeterli şartlar oluşmadığından, kendilerine:

“Size eziyet eden zâlimlere karşı şimdilik sabredin, savaştan elinizi çekin. Namazı kılın, zekâtı verin ve yoğun bir tebliğ faaliyetine girişerek, sağlam bir toplumun temellerini atın!” denilmişti. Fakat zamanı gelip de onlara Allah yolunda savaş emredilince, içlerinden bir grup Allah’tan korkarcasına, hattâ daha büyük bir korkuyla düşmandan korkarak:

Ey Rabb’imiz, niçin bize savaşmayı emrettin? Bize biraz daha süre tanısaydın da azıcık daha yaşasaydık olmaz mıydı!” demeye başladılar. Onlara de ki:

Bu dünyanın nîmetleri hem gelip geçici, hem de çok azdır. Oysa kötülüklerden korunabilenler için âhiret çok daha hayırlıdır. Korkmayın, hepiniz hak ettiğiniz ödülü alacaksınız ve hiçbirinize zerre kadar olsun haksızlık yapılmayacak.”

Kaldı ki, Allah yolunda olmasa bile, er geç ölümle yüz yüze gelmeyecek misiniz?

78. Her nerede olursanız olun, sapasağlam kaleler içinde korunmuş bile olsanız, hattâ gökteki yıldızlara dahî çıksanız, eninde sonunda ölüm gelip sizi bulacaktır. Öyleyse, ölüm korkusuyla vazifeden kaçmanın ne anlamı var? Fakat münâfıklar, kendilerine bir iyilik ulaştığında, “Bu Allah’tandır.” diyorlar fakat başlarına bir kötülük gelince, “Bu senin uğursuzluğun yüzündendir, ey Muhammed!” diyorlar. Böylece senin şahsında İslâm’ı mahkûm etmeye çalışıyorlar. Onlara de ki: “Hayır! Bütün iyilik ve kötülükler, —her ne kadar bazılarının meydana gelmesine sizin tercih ve irâdeniz sebep olmuş ise de— hepsi Allah’ın katındandır. Yani, O’nun izni ve irâdesi iledir. Çünkü O izin vermedikçe, hiçbir şey gerçekleşmez. İyi veya kötü, var olan her şey sonuçta O’nun yaratması ve takdiri iledir. Fakat bundan yola çıkarak, ‘Kötülük Allah’tandır yani onlara Allah sebep olmuştur’ denilemez. Zira O, kötülük yapılmasına razı değildir.

O hâlde, bu insanlara ne oluyor ki, söylenenleri doğru anlamaya bir türlü yanaşmıyorlar? Doğrusu şu ki:

79. Ey insanoğlu! Sana ulaşan her iyilik, —onu kendi irâdenle çalışarak elde etmiş olsan bile— gerçekte Allah’tandır. Çünkü bütün iyiliklerin, güzelliklerin kaynağı O’dur. Seni yaratan, iyilik yapma kudret ve irâdesini sana bahşeden ve bu iyilikleri yapmanı emreden, Allah’tır. Ayrıca ona iyilik diyen, ayrıca onun iyi olduğunu beyan eden de Allah’tır. Başına gelen her kötülük de, —Allah’ın katından, yani O’nun izni ve irâdesi ile olsa da— senin kendi günahın yüzündendir. Eğer sen, Allah’ın sana bağışladığı imkân ve yetenekleri O’nun istediği yönde kullanmayıp cezayı hakketmişsen, bunun sorumlusu yalnızca sensin.

Dikkat edin, burada sözü edilen kötülük, imtihân gereğince insanın başına gelen kaza, hastalık, sakatlık, iflâs, ölüm gibi hâller veya zâlimlerin baskı ve eziyetlerine uğramak, imtihan gereği sıkıntı çekmek gibi “kötü gibi görünen şeyler” değil, kişiyi Allah’ın rahmetinden uzaklaştıran ve hoşnutluğundan mahrum bırakan “gerçek” kötülüktür. Unutmayın ki, insanoğlunun sınırlı bilgisiyle kötü zannettiği bir çok şey, aslında kendi yararına olabilir. Dolayısıyla, imtihân hikmetince insanın başına gelen bu tür ‘kötülükler’ size verilmiş bir ceza değil, aksine birer ilâhî lütuf olduğundan, elbette Allah’tandır. (Musa Hızır Kıssası/Kehf Sûresi)

Sonuç olarak, yaratma ve izin verme bakımından iyilik de kötülük de Allah’ın katındandır, fakat onay verme ve razı olma bakımından iyilikler Allah’tan, kötülükler ise kendi tercih ve irâdesiyle onu gerçekleştiren insandandır.

Ey Muhammed! Münâfıkların sözlerine üzülme, sen hiçbir zaman kötülük kaynağı olamazsın. Zira Biz seni, insanlığa iyilik ve güzellikleri öğreterek hayırlara vesîle olan mübarek bir Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak da, Allah yeter:



80. Kim Allah’ın seçip görevlendirdiği bu Peygambere itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirecek olursa, üzülme, sen onların inkârından sorumlu değilsin. Çünkü Biz seni, onların başına bekçi olarak göndermedik. Sen onları doğru yola getirmek için gayret gösterirken;

81. Münâfıklar, yüzüne karşı “Emrindeyiz!” diyorlar. Fakat içlerinden bir kısmı, senin yanından ayrılır ayrılmaz, sabahlara kadar önceki söylediklerinin tam tersi plânlar kuruyorlar. Fakat Allah, gece boyunca kurdukları bu hileleri bir bir kaydediyor. Ve hepsinin cezasını da bir bir verecektir! O hâlde, artık onlara fazla yüz verme! Sana zarar verirler diye de korkma, Allah’a güven! Zira güvenilir bir vekil olarak, sana Allah yeter! O hâlde, sürekli Kur’an’ı gündeme getirerek onları düşünmeye dâvet et:

82. Onlar, Kur’an’ı hiç araştırıp üzerinde düşünmüyorlar mı? Çünkü, eğer Allah’tan başkası tarafından meydana getirilmiş olsaydı, yirmi üç yıl gibi uzun bir sürede tamamlanan bu kitabın içinde bir çok tutarsızlıklar, akıl ve mantıkla bağdaşmayan nice yanlışlık ve çelişkiler göreceklerdi! Fakat hiçbir çelişki bulamadılar ve bulamayacaklar, çünkü onu gönderen Allah’tır! Ne var ki münâfıklar, bu kitaba kulak verecekleri yerde, yalan haberler düzerek veya bire on katarak Müslümanların gözünü korkutmaya çalışıyorlar. İşin kötüsü, bazı saf ve bilgisiz Müslümanlar da onları destekleyerek zulme ortak oluyor:

83. Onlara, İslâm toplumunun güvenliğini ilgilendiren veya müminler arasında ümitsizlik ve paniğe yol açabilecek bir söylenti ya da önemli bir haber ulaşınca, olayın içyüzünü araştırmadan ve sebep olabileceği zararları hiç düşünmeden, hemen onu sağa sola yayarlar.

Hâlbuki, bu haberi duyar duymaz, onu Peygambere ve aralarındaki yetki sahibi kimselere (4. Nisa: 59) iletmiş olsalardı, o yetkililer arasından bu tür haberlerden doğru hüküm çıkarma becerisine sahip olanlar, onu titizlikle araştırıp haberin aslını ortaya çıkaracak ve buna karşı neler yapılması gerektiğini bileceklerdi.

Bakın, eğer Allah’ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytanın ve o münâfıkların peşine takılıp gitmiştiniz!



84. O hâlde, tek başına kalmış olsan bile cihâdı terk etme, zâlimlere karşı Allah yolunda savaş! Unutma ki sen, ancak kendi eylemlerinden sorumlusun. Bu sorumluluğun gereği olarak, bütün inananları cesaretlendirerek savaşa teşvik et ve hiçbir zaman ümidini yitirme; çünkü siz üzerinize düşeni yaptığınız takdirde, Allah kâfirlerin gücünü kıracaktır! Unutma ki, Allah’ın kudreti sınırsız, cezası da pek çetindir!

Bunun için, zâlimlerin vereceği cezadan korkmamalısın! Hem Allah yolunda savaşmalısın. Hem de gâfil müminleri uyandırıp bu mücâdeleye yönlendirmelisin. Çünkü:



85. Kim güzel ve yararlı bir işe aracılık ederse, o işten kazanılacak mükâfâtta kendisine de bir pay vardır. Kim de kötü ve zararlı bir işe aracılık ederse, ondan doğacak zararlarda kendisine de bir sorumluluk payı vardır. Böylece her insan, yaptığının karşılığını tam olarak görecektir. Çünkü her şey, Allah’ın kudret ve gözetimi altındadır.

Allah yolunda böyle amansız mücâdele verirken, samimiyetle size uzatılan eli geri çevirmeyin:



86. Düşman topraklarında bulunduğu hâlde, kendisinin Müslüman olduğunu veya size karşı barışçıl amaçlar taşıdığını ifâde etmek üzere, birisi tarafından “Selâmün aleyküm!” diye selâm verildiği veya düşmanlarınız tarafından size size hayat hakkı tanınıp barış teklif edildiği zaman, siz bu selâma ve barış teklifine ondan daha güzeliyle, ya da en azından aynen karşılık verin! Şunu hiç unutmayın ki, Allah, her şeyin hesabını tutmaktadır. Ve bu hesaplar, boşu boşuna tutulmuyor:

87. Allah, —ki O’ndan başka boyun eğilecek, emrine kayıtsız şartsız itaat edilecek hiçbir otorite, hiçbir ilâh yoktur— gerçekleşeceğinde asla şüphe olmayan Diriliş Gününde hepinizi bir araya toplayacak ve yaptıklarınızın hesabını bir bir soracaktır. Evet, Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?

Ey iman edenler! Allah doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan bu kadar net çizgilerle ayırmışken;



88. Neden münâfıklar hakkında iki gruba ayrılıp birbirinizle çekişiyorsunuz? Nasıl olur da, Müslüman olduklarını söyledikleri hâlde, hiçbir mazeretleri yokken, kâfirler arasında kalan, kâfirler gibi yaşamaya devam eden ve müminlere karşı zâlimlerin safında yer alan sözde müminler hakkında “Acaba bunları mümin kardeşlerimiz olarak mı göreceğiz, yoksa onlara kâfir muamelesi mi yapacağız? Bunlardan birini düşman saflarında gördüğümüzde, onunla savaşacak mıyız, yoksa onu bırakacak mıyız?” diye aranızda yersiz ve kırıcı tartışmalara giriyorsunuz? Oysa Allah, işledikleri günahlardan dolayı onları yeniden inkâr bataklığına gömerek baş aşağı etmiştir! Allah’ın saptırdığı kimseleri siz mi doğru yola getireceksiniz? Dinden dönüp kâfir oldukları bizzat Allah tarafından tescil edilen bu münâfıkları hâlâ Müslüman mı sayacaksınız? Kur’an’ın kriterlerine göre kâfir sayılanları, hangi beşerî değer yargısı mümin yapabilir? Asla! Çünkü Allah’ın saptırdığına, hiçbir çıkış yolu bulamazsın!

89. Onlar, sizin de kendileri gibi inkâra saplanıp aynı duruma düşmenizi istiyorlar. O hâlde bunlar, zulüm sistemini ayakta tutan bir tuğla olmaktan vazgeçip Allah uğrunda İslâm diyarına hicret etmedikleri ve müminler safında yerlerini almadıkları sürece, onlardan hiçbirisini dost edinmeyin ve yardımına koşulması gereken bir din kardeşi olarak görmeyin! Şâyet bu uyarılara aldırmayıp yüz çevirecek olurlarsa, o zaman onları savaş meydanında gördüğünüz yerde yakalayıp öldürün! Ayrıca, onlardan hiçbirini kendinize dost ve yardımcı edinmeyin! Sizin hakkınızda karar almaya ve vermeye yetkili olduklarını kabul etmeyin.

90. Ancak sizinle aralarında antlaşma bulunan dost ve müttefik bir topluma sığınanlar; yâhut ne sizinle, ne de kendi halkıyla savaşmayı içlerine sindiremedikleri için, tarafsız kalmak şartıyla yanınıza gelenler bunun dışındadır, onlara dokunmayın! Düşünün ki, eğer Allah dileseydi, onları başınıza musallat ederdi de, bunca zâlim varken, bir de onlar sizinle savaşırlardı. O hâlde, durumunuza şükredin ve bilin ki; eğer onlar sizinle savaşmaktan uzak durur, islâmın hakimiyeti altında sizinle birlikte yaşamak isterlerse, onlara karşı savaşma konusunda Allah size hiçbir yetki vermemiştir.

91. Diğer birtakım insanlar da göreceksiniz ki; ne sizinle, ne de kendi soydaşlarıyla başlarının derde girmesini istemezler; ama ne zaman Müslümanlar aleyhinde bozgunculuk ve fitneye çağırılsalar, ona koşar, gözü kapalı ta içine dalıverirler.

Eğer bunlar, sizi rahat bırakmaz, sizinle barışa yanaşmaz ve ellerini fitne fesattan çekmezlerse, onları savaş alanında gördüğünüz yerde yakalayıp öldürün! İşte kendilerine karşı savaşmanız konusunda size açıkça yetki verdiğimiz kimseler, bunlardır.

Bir de, hicret etmeye gücü yetmediğinden, düşman diyarında yaşamak zorunda kalan Müslümanlar var ki, onlara zarar vermemek için son derece dikkatli olmalısınız, çünkü:



92. Bir mümin suçsuz bir insanı, özellikle de bir mümini —yanlışlık dışında— asla öldüremez! Çünkü inancı buna izin vermez. Kim İslâm devletinin koruması altında bulunan veya İslâm devletiyle barış hâlindeki bir devlete mensup olan bir mümini yanlışlıkla öldürürse, Müslüman bir köle veya cariye azat etmeli ve bunun yanı sıra, öldürülenin meşrû varisleri olan ailesine diyet olarak en az yüz deve veya iki yüz sığır yahut iki bin koyun/keçi tutarında fidye vermelidir. Ancak öldürülenin varisleri kan diyetinden vazgeçerek kâtili bağışlarlarsa, o zaman başka. Bu durumda kâtilin fidye vermesi gerekmez, fakat köleyi yine azat etmelidir. Fidyenin miktarı, zaman ve zemine göre İslâm âlimleri tarafından yeniden belirlenebilir.

Eğer bu yanlışlıkla öldürülen kişi mümin olmakla birlikte, size düşman olan ve kendileriyle fiilen savaş hâlinde olduğunuz bir devlete veya topluluğa mensup ise, kâtilin yalnızca mümin bir köle veya cariye azat etmesi yeterlidir. Bu durumda öldürülen kişi, Müslümanlarla sıcak savaş hâlindeki bir toplumda kalmakla kendi canını tehlikeye attığından ve onun ailesine diyet ödemek düşmanı maddî yönden desteklemek anlamına geldiğinden, onun için kan diyeti ödenmez.

Böyle bir topluma mensup bir kâfir —ki düşman askeri sayılır— yanlışlıkla öldürülürse ne diyet gerekir, ne de kefaret.



Ama öldürülen kişi ister mümin, ister kâfir olsun, sizinle antlaşmalı olup da Müslümanlarla barış içinde yaşayan bir devlete veya topluluğa mensup ise, aynen İslâm devletinde öldürülmüş gibi kabul edilir. Bu durumda kâtil, öldürülenin ailesine yukarıda açıklanan miktarda fidye vermeli ve Müslüman bir köle veya cariye azat etmelidir.

Ama her kim fakir olduğu için bunları bulamayacak olursa, Allah tarafından tövbesinin kabul edilmesi için, aralıksız iki ay oruç tutması gerekir. Oruç tutacak gücü de yoksa, Allah’tan bağışlanma dilemekle yetinir.

Allah her şeyi bilendir, her konuda en mükemmel hüküm verendir.

93. Her kim suçsuz bir insanı, hele hele bir mümini hem de mümin diye kasten öldürecek olursa, onun cezası, —gereğince tövbe etmemiş ise— ebediyen cehennemde kalmaktır! Çünkü Allah ona gazâb etmiş, onu rahmetinden kovarak lânetlemiş ve ona büyük bir azap hazırlamıştır!

O hâlde, bu gibi konularda kılı kırk yararcasına titiz ve dikkatli davranmalısınız:



94. Ey iman edenler! Allah yolunda savaşmak üzere sefere çıktığınızda, karşınızdakine saldırmadan önce —eğer mümkünse— onun düşman askeri olup olmadığını iyice araştırın; size Müslüman olduğunu bildirmek için İslâmî tarzda selâm veren veya ateşkes teklif eden hiç kimseye, bu dünyanın gelip geçici nîmetlerini kazanma uğruna “Sen Müslüman değilsin! Bizi kandırmak için yalan söylüyorsun!” deyip adamcağızın malını ganimet olarak alma bahanesiyle onu öldürmeyin! Çünkü asıl arzu etmeniz gereken sonsuz ganîmetler, Allah katındadır.

Unutmayın ki, siz de bir zamanlar böyle merhamete muhtaç kimseler idiniz; derken Allah yüzünüze baktı da sizi önce imansızlıktan, sonra da kâfirlerin baskı ve işkencesinden kurtardı. O hâlde, telâfîsi imkânsız bir hatâ işlemeden önce, sizden emân dileyen kişinin durumunu iyice araştırın! Unutmayın ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

“Madem durum bu kadar tehlikeli, öyleyse ne olur ne olmaz; en iyisi savaşa hiç gitmeyelim!” de demeyin, çünkü:

95. Savaşa gitmelerini engelleyecek bir mâzeretleri olmadığı hâlde, genel bir seferberlik çağrısı yapılmadığı için evlerinde oturan Müslümanlarla, gönüllü olarak Allah yolunda malları ve canlarıyla mücâdele edenler fazîlet bakımından eşit olamazlar. Çünkü Allah, malları ve canlarıyla mücâdele eden fedâkâr müminleri, Allah yolunda cihâda katılmayıp evlerinde oturan ve kulluk görevini en asgarî düzeyde yerine getiren Müslümanlardan daha üstün bir makâma yüceltmiştir.

Gerçi Allah, her ikisine de en güzel mükâfât olan cennetini vaad etmiştir fakat cihâd edenleri, çok daha büyük bir mükâfât ile;



96. Kendi katından bahşettiği yüksek dereceler, bağışlama ve rahmet ile fazladan ödüllendirecek ve onları, savaşa katılmayıp evlerinde oturanlardan çok daha üstün bir makâma yüceltecektir. Hiç kuşkusuz Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

Bu “savaşa katılmama” izni, bütün müminlerin cihâda çağırıldığı genel seferberlik durumu için geçerli değildir. Genel seferberlik durumunda savaşa gelmeyenler Allah’a isyan etmiş olurlar. Geçerli bir mâzeret yüzünden mücâdeleye katılamayanlara gelince, onlar bu mücâdele arzusunu yüreklerinde taşıdıkları ve doğruluktan ayrılmadıkları sürece, Allah yolunda cihâda katılan kardeşleriyle aynı sevabı alacaklardır.

Öte yandan, zulüm diyarını terk ederek müminlerin safına katılmaları için kendilerine yapılan hicret çağrısına kulak tıkayıp evlerinde oturanlara gelince:

97. Melekler, Allah yolunda cihâdı ve hicreti terk ederek kendilerine zulmeden kimselerin canlarını alırken, onlara “Dünyada ne hâldeydiniz? Zulme karşı mücâdeleye katılmama konusunda mâzeretiniz neydi? diye soracaklar. Onlar, “Biz yeryüzünde zayıf bırakılmış ve küfre karşı açık ve net olarak tavır alma konusunda güç ve imkânlardan yoksun kalmış kimselerdik. Bu yüzden, çâresiz bir hâlde, küfrün egemenliğine mahkûm olduk. Zira, iman ateşten bir kor idi ve biz onu tutmaya cesaret edemedik!” diyecekler. Bunun üzerine melekler, “Peki Allah’ın arzı sizin orada hicret edeceğiniz kadar geniş değil miydi ki, inancınızı yaşayabileceğiniz veya müminlerle dayanışma içinde, zulme karşı mücâdele verebileceğiniz bir yere göç edip gitmediniz!” diye karşılık verecekler.

İşte, onların varacağı yer cehennemdir! Ne korkunç bir son!

98. Ama hiçbir çıkış yolu bulamayan ve gerçekten de güçsüz ve çaresiz bırakılmış zavallı erkek, kadın ve çocuklara gelince;

99. Allah’ın onları bağışlaması umulur. Çünkü Allah, hakîkaten çok affedici, çok bağışlayıcıdır.

100. Ey müminler! Allah yolunda hicret etmekten korkmayın! Her kim zulüm diyarını terk ederek Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınabileceği bir çok yer bulacak, huzurlu ve bereketli bir hayata kavuşacaktır.

“Yerimden ayrılırsam amacıma ya ulaşırım, ya ulaşamam; iyisi mi, hicret edeceğim derken elimdekini de kaybetmeyeyim!” diye düşünmeyin:



Kim de Allah’a ve Rasulüne itaat ederek İslâm diyarına hicret etmek amacıyla evinden çıkar, ancak amacına ulaşamadan yolda eceli gelir de vefât ederse, onu ödüllendirmek Allah’a düşer. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Bu merhameti sayesindedir ki, bakın size ne kolaylıklar sunuyor:

101. Uzak diyarlara sefere çıktığınızda, eğer kâfirlerin size bir kötülük yapacağından endişe ederseniz, aşağıda tarif edileceği şekilde namazları kısaltmanızın bir sakıncası yoktur. Çünkü kâfirler, sizin apaçık düşmanlarınızdır ve üzerinize saldırmak için sürekli fırsat kolluyorlar.

Gelelim, düşman karşısında cephede beklerken kılınacak namazın şekline:



102. Ey Peygamber ve onun izinden yürüyen Müslüman komutan! Sen de cephede içlerinde bulunup onlara namaz kıldıracağın zaman, müminlerden bir kısmı düşman karşısında tetikte beklerken, diğer bir grup, silahlarını da yanlarına alarak senin arkanda namaza dursunlar.

Birinci grup ilk rekatı bitirip secde edince, sizinle düşman arasında uygun bir yerde siper alarak, sizi korumak için beklesinler. Daha sonra, henüz namaz kılmamış olan diğer grup gelip senin arkanda bir rekat namaz kılsınlar. Böylece askerler birer rekat, onlara imamlık yapan komutan da iki rekat namaz kılmış olur. Namaz kılarken, saldırı tehlikesine karşı korunma tedbirlerini alıp silahlarını kuşansınlar. Çünkü kâfirler, boş bulunup silah ve teçhizatınızı bırakmanızı dört gözle bekliyorlar ki, böylece fırsatını bulup ani bir baskınla sizi gâfil avlasınlar.



Ancak aşırı soğuk, şiddetli fırtına veya yağmurdan dolayı sıkıntıya düşer ya da hastalanmış olursanız, namaz kılarken silahlarınızı bırakmanızın bir sakıncası yoktur; yeter ki düşman tehlikesine karşı korunma tedbirinizi almayı ihmal etmeyin!

Siz elinizden geleni yapın, gerisini Allah’a bırakın. Çünkü Allah, ayetlerini inkâr eden o nankör kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır!

Namazla ilgili bu hükümler, düşmanla çarpışma ihtimali olan zamanlar için geçerlidir. Göğüs göğüse çarpışma anında ise, namaz gerekirse kazaya bırakılabilir.

Düşman tehlikesi bulunmayanislâmın izin verdiği diğer sıradan bir yolculuğa gelince; Rasulullah (s), Allah’tan aldığı bilgiye göre —ki bu bilgi, Kur’an’dan ayrı bir vahiydir— bu durumda da namazların yolcu namazı olarak kısaltılabileceğini bildirmiş ve dört rekâtlı namazları iki rekât kılarak bunu örnek hayatıyla göstermiştir.



103. Namazı bitirdikten sonra; gerek ayakta dururken, gerek otururken ve gerekse uzanıp yatarken, yani her an ve her yerde, söz ve eylemlerinizle sürekli Allah’ı anın. Yeniden güvenli bir ortama kavuşunca da, namazı önceden olduğu gibi zamanında ve eksiksiz kılmaya devam edin. Çünkü namaz, bütün inananlar için vakitleri belirlenmiş farz bir ibâdettir.

İşte, namazın size kazandıracağı bu bilinç ve cesaret ile;



104. Düşman ordusu dağılıp kaçtığında, onları takip etmekte gevşeklik göstermeyin! Eğer savaşın zorlukları yüzünden acı çekiyorsanız, unutmayın ki, sizin çektiğiniz kadar onlar da acı çekiyorlar. Kaldı ki siz, onların ümit edemeyecekleri cennet nîmetlerini kazanmayı ümit ediyorsunuz. O hâlde, Allah’ın vaadine güvenin ve kahramanca çarpışın. Zira Allah her şeyi bilendir, her konuda en doğru, en güzel hüküm verendir.

Tu’me bin Ubeyrik adındaki bir münafık, komşusunun zırhını çalarak suçu bir Yahudi’nin üzerine atmıştı. Tu’me’nin kabîlesi, o gece konuyu aralarında görüşerek, her ne pahasına olursa olsun onu savunmaya karar verdiler ve ertesi gün, hep birlikte onun lehinde şâhitlik ederek Yahudi’yi suçladılar. Bunun üzerine, Rasulullah (s) tüm deliller aleyhinde olan Yahudi’nin suçlu olduğuna karar verecekti ki, onun mâsum olduğunu bildirerek mükemmel bir adâlet ölçüsü ortaya koyan şu ayetler nazil oldu:



105. Ey Muhammed! Doğrusu Biz, mutlak hakîkati ortaya koyan bu Kitabı sana indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde tam bir adâletle hüküm verebilesin. O hâlde, —Müslüman olduğunu iddia eden biri bile olsa — haksız durumda olan kimsenin sözüne kanıp da, hâinlerin destekleyicisi ve savunucusu olma!

Bir hâkim olarak, verdiğin herbir hükmün arkasından tıpkı namazdan sonra1, haccdan sonra (2. Bakara: 199) yani herhangi bir ibâdet ve itaatten sonra yapacağın gibi istiğfar et. Çünkü hükmetmek de bir ibadettir:



106. “Ya Rab bu kadar yapabildim, daha iyisini yapmaya söz veriyorum. Eksikliklerimi tam, yanlışlarımı yok kabul et!” diye Allah’tan mağfiret ve bağışlanma dile. Nitekim aynı konumda Davud a.’da aynı şekilde davranmıştı. (38. Sad: 24) Unutma ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

107. Evet, kendi vicdanlarına ve kişiliklerine ihânet eden bu zâlimleri, sakın mazlumlara karşı savunma! Çünkü Allah, hangi dine, hangi ırka, hangi cemaate bağlı olduğunu iddia ederse etsin, hâinlik eden, günaha dalan hiç kimseyi sevmez!

108. Onlar, günah işlerken insanlardan çekinip gizleniyorlar fakat Allah’tan utanıp gizlenmiyorlar. Oysa, onlar gecenin karanlığında Allah’ın hoşnut olmadığı bu plânları kurarlarken, O onların yanı başındaydı. Çünkü Allah, yaptıkları her şeyi ilim ve kudretiyle kuşatmıştır.

109. Haydi siz, haklı olduklarını sanarak onları bu dünya hayatında savundunuz; peki Diriliş Gününde onları Allah’a karşı kim savunabilecek; yahut onlara kim vekil olabilecek?

O hâlde, yol yakınken tövbe edip Rablerine yönelsinler:



110. Her kim bir başkasına kötülük yapar, yâhut bizzat kendisine zulmeder de hemen tövbe ederek Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’ın ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğunu görecektir!

111. Zaten günah işleyen kimse, başkasına değil ancak kendisine zarar vermiş olur. Öyle ya, Allah her şeyi bilendir, her konuda yerli yerince hüküm verendir.

112. Her kim de bir hatâ yâhut günah işler de onu masum birinin üzerine atarsa, gerçekten pek ağır bir iftira ve apaçık bir vebal yüklenmiş olur!

O hâlde ey Peygamber, böyle bir günaha alet olmamak için çok dikkatli olmalısın, zira:



113. Allah’ın sana o engin lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir kısmı yalan şâhitlikleriyle suçsuz bir insanı cezalandırmana yol açarak az kalsın seni yanıltacaklardı! Hâlbuki, kendilerinden başka hiç kimseyi yanıltamazlar. Korkma, onlar sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Çünkü Allah sana bu Kitabı ve ilâhî bilgiyi pratik hayata uygulamak anlamına gelen hikmeti bahşetmiş, böylece sana bilmediklerini öğretmiştir. Evet, Allah’ın sana, senin olan lütuf ve inâyeti, gerçekten çok büyüktür.

114. İkiyüzlülere gelince: Onların gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Fakat yoksullara verilecek bir sadakayı veya yapılması gereken başka bir iyiliği ya da insanların gerek aile ve toplumsal alanda gerekse ekonomik ve siyasal alanda ilişkilerini Allah ve Rasulünün istediği şekilde vahye uygun olarak düzeltme ve düzenlemeyi isteyen kimselerin gizli toplantıları başka; kim Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla bu tür iyilikler yaparsa, yakında ona büyük bir ödül bahşedeceğiz!

115. Fakat kim de doğru yol kendisine açıkça gösterildiği hâlde, kalkıp Peygambere karşı gelir ve dinden dönerek Müslümanların takip ettiği yolu terk ederse, onu kendi tercihiyle baş başa bırakacak fakat sonunda cehenneme atacağız! Ne korkunç bir son!

O hâlde, Allah’ın merhametine ve affına sığınmaktan başka çareniz yoktur:



116. Allah, ister başka ilâhlara tapınma, isterse gönderdiği hükümleri reddetme şeklinde olsun, egemenliğinin kısmen de olsa başkasına verilerek kendisine ortak koşulmasını, —zamanında tövbe edilmediği takdirde— asla bağışlamayacaktır. Bundan daha hafif günahları ise, dilediği kimseler için bağışlayabilir. Fakat müşriklerin bağışlanması asla söz konusu olamaz. Çünkü Allah’a ortak koşanlar, gerçekten derin bir sapıklığa düşmüşlerdir!

Bakın, yalnızca Allah’a kulluk etmeyenler, nasıl da kendilerinin ve şeytanın köleleri oluyorlar:



117. Onlar, Allah’ın varlığını ve kudretini kabul etmekle birlikte, O’nu bırakıp, isteklerine boyun eğdirebilecekleri birtakım dişi ilâhlara ve sembollere tapıyorlar ve aslında, serseri, inat bir şeytandan başkasına tapmış olmuyorlar.

118. Hâlbuki Allah, şu sözlerinden dolayı şeytanı rahmetinden kovup lânetlemiştir:

Senin kullarından bir kısmını kendime kul edip onlardan öcümü alacağım!”



119. “Onları saptıracak, boş ümitlerle oyalayıp duracağım. Onlara emredeceğim, sahte tanrılara adanmışlığın sembolü olarak hayvanların kulaklarını kesecekler; onlara emredeceğim, Allah’ın en şerefli yaratıkları insanların yaşaması için ortaya koyduğu dininin, aslında değiştirilemez kurallarını değiştirmeye zorlayacaklar. Böylece, fıtrat kanunlarını çiğnemeye, varlıklara yüklenen temel özellik ve onların asli fonksiyonlarını bozmaya uğraşacaklar. Sözgelimi, kadını erkeğe, erkeği kadına benzetecekler; doğal yöneliş ve içgüdüleri saptıracak, yetenekleri ve organları yaratılış gayelerinin dışında kullanıp çarpık ilişkilere girecekler. Hatta gece ve gündüz dahil her şeyi yaratılış gayesinin dışına çıkarmaya çalışacaklar. Sonunda yaratılış kanunlarına aykırı bir hayat tarzı ortaya koyacak, kendi dünyalarında Allah’ın istediği yaşama şekli olan dinini değiştirmiş olacaklar. Oysa ki:

Kim Allah’ı bırakır da kendisine şeytanı bir rehber ve dost edinecek olursa, apaçık zarara uğramış demektir!

120. Çünkü şeytan onlara hep vaatlerde bulunur ve onları boş ümitlerle oyalayıp durur. Fakat şeytanın onlara vaadi, gerçekte aldatmadan başka bir şey değildir!

121. İşte onların varacağı yer, cehennemdir! Onlar, oradan asla kurtulamayacaklar!

122. İman edip doğru ve yararlı işler yapanlara gelince, onları da ağaçlarının altından ırmaklar çağıldayan ve ebediyen içinde yaşayacakları cennetlere yerleştireceğiz. İşte bu, Allah’ın gerçek vaadidir. Öyle ya, Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?

123. Ey müminler! Sakın bu dine yalnızca ‘bağlı’ olmakla veya birilerinin şefaatiyle kurtuluşa ereceğinizi sanmayın! Unutmayın ki, Allah’ın sevgisine ne kendi hayal ve kuruntularınızla ulaşılabilirsiniz, ne de son Peygambere inanmadan cennete gireceklerini zanneden Kitap Ehli’nin kuruntularıyla! Doğrusu şu ki: Her kim bir kötülük yaparsa, kötülüğünün cezasını mutlaka çekecek ve Hesap Günü kendisine Allah’tan başka ne bir dost bulabilecektir, ne de bir yardımcı!

124. Ve ister erkek ister kadın olsun, her kim de Allah’ın gönderdiği bütün kitaplara inanarak doğru ve yararlı işler yaparsa; işte onlar da, zerre kadar haksızlığa uğratılmaksızın cennete gireceklerdir!

125. Dürüst ve erdemlice bir hayat sürerek, tüm ruhu ve benliğiyle bir tek Allah’a teslim olan ve her türlü bâtıl inançtan yüz çevirerek İbrahim’in inanç sistemine uyan kimsenin dininden daha güzel din olabilir mi? Allah, işte bu yüzden İbrahim’i dostluğuyla yüceltip şereflendirmiştir.

126. Unutmayın; göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ındır ve Allah, sonsuz ilim ve kudretiyle her şeyi kuşatmıştır.

127. Senden, kadınlarla ve evlilikte çıkabilecek sorunların çözümüyle ilgili daha ayrıntılı açıklama yapmanı istiyorlar. De ki:

Allah, onlar hakkında size gerekli açıklamayı yapacak. Nitekim, bu Kitapta size daha önce bildirilen (4. Nisa: 1-6) ayetlerde, Allah tarafından belirlenmiş miras, mehir ve benzeri haklarını vermeksizin kendileriyle evlenmek istediğiniz sorumluluğunuz altındaki yetim kızlar hakkında şiddetli uyarılar yapılmış ve yardıma muhtaç kimsesiz çocuklarla ilgili açıklama yapılarak, yetimlere karşı adâleti gözetmeniz gerektiği bildirilmişti.

O hâlde, bu öğütlere kulak vererek dâimâ iyilik yapın! Zira unutmayın ki, her ne iyilik yaparsanız, Allah onu mutlaka bilmektedir ve mükâfâtını elbette verecektir. Sorunuzun asıl cevabına gelince:

128. Eğer bir kadın, kocasının kötü tutum ve davranışından rahatsızlık duyar veya kendisine yeterince ilgi göstermediğinden şikâyetçi olursa, karı kocanın kendi aralarında anlaşarak karşılıklı fedâkârlıklarla bir çözüme ulaşmalarında, her ikisine de günah yoktur. Yahut bir kadın, kocasının kötü tutum ve davranışından rahatsızlık duyar veya onun, diğer hanımlarına daha fazla ilgi göstererek kendisini ihmal edeceğinden korkarsa, bazı haklarını kumasına terk ederek kocasıyla anlaşmasında her ikisine de günah yoktur. Çünkü belli şartlarda anlaşıp barışmak, geçimsizliğe düşüp boşanmaktan daha iyidir. Unutmayın ki, kıskançlık ve bencillik insanın yaratılıştan taşıdığı bir özellik olarak yapısında vardır. Ey müminler; eşlerinize güzellikle davranır ve onların haklarını çiğnemekten kaçınırsanız, bunun mükâfâtını mutlaka göreceksiniz. Unutmayın; Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

129. Gerçi birden fazla kadınla evlendiğiniz takdirde, ne kadar isteseniz de, eşleriniz arasında her birine hak ettiği ilgi ve şefkati gösterme konusunda tam olarak adâleti sağlayamazsınız; o hâlde, birden fazla kadınla evliliğin omzunuza yükleyeceği sorumluluğun bilincinde olun; eşleriniz arasında tam olarak adâleti sağlayamasanız bile, hiç değilse, bütün ilginizi içlerinden birine yöneltip de, diğerini tamamen ihmal etmeyin!

Unutmayın; eğer elinizden geldiğince yanlışlarınızı düzeltir ve günaha düşmekten titizlikle sakınıp korunursanız, bilin ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.



130. Toplumun temel taşı olan ailenin parçalanmasını, bir yuvanın yıkılmasını engellemek için bütün tedbirler alınmalıdır, fakat, boşanmaktan başka çare kalmadığı anlaşılmışsa, evliliği zorla devam ettirmenin de bir anlamı kalmaz. Bu durumda, eşler birbirlerini incitmeden, güzellikle evliliği sona erdirip ayrılacak olurlarsa, Allah o engin lütfu sayesinde, her ikisini de artık birbirlerine muhtaç etmeyecektir. Unutmayın ki Allah, lütuf ve merhameti sınırsız olandır, her konuda yerli yerince hüküm verendir.

131. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ındır. Gerçek şu ki; hem sizden önce Kitap emânet edilenlere, hem de size, “Allah’tan gelen ilkeler doğrultusunda hayata yön vererek, kötülüklerden titizlikle sakının!” diye emretmişizdir.

Eğer bunca nîmetlere karşılık nankörce davranıp O’nun ayetlerini inkâr edecek olursanız, bir kez daha söyleyelim; göklerde ve yerde olan her şey yalnızca Allah’ındır ve Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmeye ve şükredilmeye lâyık olandır.

132. Evet, şu hakîkati tüm ruhunuza, tüm benliğinize nakşetmelisiniz: Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ındır ve her konuda güvenilir bir vekil olarak Allah yeter!

133. Ey insanlar, eğer Allah dilerse, sizi yok edip yerinize başkalarını getirebilir! Zira Allah’ın kudreti buna elbette yeter.

134. O hâlde, kim bu dünyanın nîmetlerini istiyorsa, Allah’a yönelsin ve çağrısına kulak versin, çünkü hem bu dünyanın, hem de âhiretin nîmetleri Allah’ın katındadır. Unutmayın, Allah, her şeyi işitendir, her şeyi görendir.

İşte, bu nîmetleri elde etmenin yolu:



135. Ey iman edenler! Kendinizin, ana babanızın ve diğer dost ve akrabalarınızın aleyhine bile olsa, Allah için gerçeğe şâhitlik ederek adâleti tam yerine getiren dosdoğru şâhitler ve hâkimler olun! Dâvâcılar ister zengin, ister fakir olsun, ne zengine dalkavukluk etmek, ne de fakiri kayırmak için adâletten ayrılmayın! Zira, zengin de olsa fakir de olsa, Allah ikisine de sizden daha yakındır. Dolayısıyla, onların hakkını sizden daha iyi gözetir.

O hâlde, sakın keyfinize uyup doğruluktan sapmayın! Çünkü eğer şâhitlik ederken gerçeği çarpıtırsanız, ya da şâhitlikten kaçınarak yüz çevirecek olursanız, bunun cezasını çok ağır ödeyeceksiniz! Çünkü Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.

Ama Allah’ın istediği, Rasulullah’ın uygulamalı olarak ortaya koyduğu adâleti, ancak hakiki imana sahip bir toplum gerçekleştirebilir. Bunun için de, iman ettim diyerek işin peşini bırakmamalı, her Kur’an okuyuşunuzda âdetâ yeniden iman ederek, ruhunuzdaki heyecanı dâimâ diri tutmalısınız:



136. Ey iman sahibi olduğunu iddia edenler! Allah’a, Rasulüne hem Rasulullah’a indirdiği bu Kitab Kur’an’a hem de daha önce indirmiş olduğu diğer Kitaplara gerçek anlamda ve yeniden iman edin! Şunu iyi bilin ki, her kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, gerçekten derin bir sapıklığa düşmüş demektir!

Ve her ne pahasına olursa olsun, inancınızdan taviz vermeyin:



137. İmana erdikten sonra yeniden inkâra saplanan, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden ve bununla da kalmayıp, Müslümanlara karşı mücâdeleye girişerek inkârcılıkta iyice azıtanlara gelince; Allah onları tövbe etmedikleri sürece ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir. Zaten böyle kimseler, ölüm belirtilerini görüp, hayattan tamamen ümit kesmedikçe tövbe etmezler. O hâlde;

138. Bu ikiyüzlülere şu acı haberi müjdele: Onlar için, can yakıcı bir azap var!

139. Çünkü onlar, müminleri bırakıp kâfirleri kendilerine dost ediniyorlar. Onların yanında yer almakla izzet ve şeref kazanacaklarını mı umuyorlar? Onlarla dost olmakla, onların hayat tarzını, kılık kıyafetini, kültürünü taklit etmekle şeref ve onur kazanacaklarını, üstünlük elde edeceklerini mi sanıyorlar? Ne kadar da yanılıyorlar! Çünkü izzet ve şeref, tamamen ve yalnızca Allah’a aittir. O hâlde, gerçek anlamda onur kazanmak isteyen, yalnızca Allah’a kul olmalıdır. Kâfirlerde onur aramak şöyle dursun, gerekirse onlarla birlikte oturmaktan bile sakınmalıdır:

140. Allah Kitapta, yani daha önce vahyettiği ayetlerde (6. En’âm: 68) size şu hükmü göndermişti: Kâfirlerle oturduğunuz bir mecliste, Allah’ın ayetlerinin inkâr edilip alaya alındığını duyarsanız, onlar bu sözleri bırakıp başka bir konuya geçinceye kadar, —şâyet bir zorlama söz konusu değilse— bunu yapanların yanından ayrılmalısınız. Onlarla birlikte oturmamalısınız. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz! Bu dünyada onlarla birlikte olan, âhirette de onlarla beraber olacaktır. Nitekim Allah, bütün ikiyüzlüleri ve kâfirleri, cehennemde bir araya toplayacaktır.

141. Dikkat edin; bu ikiyüzlüler, başınıza gelecekleri görmek için sizi dikkatle izlerler; eğer size Allah’tan bir zafer nasip olsa, ganîmetten pay almak için:

Biz de sizinle beraber değil miydik?” derler. Fakat inkâr edenler inananlara karşı bir zafer kazanacak olsalar, bu kez de onlara dönüp:

Sizi Müslümanlara karşı savunup üstün gelmenizi sağlamadık mı? Siz dışarıdan vururken, biz kaleyi içten fethetmedik mi? derler.

Fakat kelime-i şehâdet getirdikleri sürece, onlara zahiren Müslüman muamelesi yapmalısınız. Onların hesabını Allah’a bırakın. Çünkü Allah, Diriliş Günü aranızda hükmünü verecektir.

Korkmayın, —müminler üzerine düşeni yaptıkları takdirde— Allah, inkâr edenlerin inananlara karşı sürekli bir üstünlük kazanmalarına asla fırsat vermeyecektir!

İkiyüzlülere gelince:



142. Münâfıklar, güya Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Yani Allah’ı kandırmaları mümkünmüş gibi davranırlar. Oysa, gerçekte Allah onları kendi kendilerine aldatır. Hak ettikleri inkâr bataklığına sürükleyerek hile ve aldatmalarını yıkar, başlarına geçirir. Yani aldanan biri varsa, o da ancak münâfıklardır fakat bunun farkında değiller.

Onlar namaza kalkarken, sırf insanlara gösteriş yapmak amacıyla, üşene üşene kalkarlar ve Kur’an’ı çok az okur, Allah’ı çok az anarlar.

143. İnanç dünyaları karmakarışıktır; menfaat, kibir ve inatçılık, onları inkâra sürüklerken aslında iç dünyaları, Kur’an’ın apaçık mûcize olduğunu haykırır durur! İman mı etsinler, inkâr mı; bu ikisi arasında sürekli bocalayıp dururlar; bu yüzden, Müslümanlarla kâfirler arasında tercih yapmakta zorlanırlar, ne onlara, ne de bunlara! Ne Müslümanlara yar olurlar, ne de kâfirlere! Allah, yaptıkları kötülükler yüzünden onları saptırmıştır. Allah kimi saptırmışsa, ona asla bir çıkış yolu bulamazsın! O hâlde:

144. Ey iman edenler! İnananları bırakıp da, Allah’ın ayetlerini inkâr eden münâfık ve kâfirleri sizin adınıza karar almaya ve karar vermeye yetkili olarak başınıza yönetici ve dost edinmeyin! Böyle yaparak, kendi aleyhinizde Allah’a açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?

Elbette istemezsiniz, değil mi? Çünkü kâfirleri dost edinmek, münâfıklığın açık bir delilidir ve bunun cezası da çok şiddetlidir:



145. Gerçek şu ki, ikiyüzlü münafıklar kâfirlerin en kötüsü olduklarından, cehennemin en aşağı tabakasına atılacaklar ve sen bile, ey Muhammed, onlara bir kurtarıcı, bir yardımcı bulamayacaksın!

146. Ancak ikiyüzlülükten vazgeçerek tövbe edenler, hatâlarını telâfî edip durumlarını düzeltenler, Allah’a yürekten boyun eğerek Kur’an’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini şirk ve küfre bulaştırmadan katıksız bir şekilde sadece Allah için yaşayanlar hariç. Çünkü bunlar, inananlarla beraberdirler ve Allah, inananlara büyük bir ödül bahşedecektir!

147. Öyle ya, siz Rabb’inizin nîmetlerine şükredip O’nun ayetlerine inandıktan sonra, Allah sizi ne diye cezalandırsın ki? Elbette cezalandırmaz! Çünkü Allah, bütün iyilik ve teşekkürlerin karşılığını cömertçe verendir, her şeyi bilendir.

O hâlde, kötü davranışlardan ve çirkin sözlerden uzak durun!



148. Allah, çirkin ve kırıcı sözlerin konuşulmasını, hele bunların açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan kimse hariç. Çünkü zulüm ve haksızlıktan canı yananların, zâlimlere karşı feryat ile bedduâ etmeleri, hattâ aynen karşılıkta bulunmaları suç değildir. Ayrıca, insanların kusurunu, günahını açığa vuran ve normal şartlarda dedikodu sayılan bazı sözlerin de, bir kimsenin kötülüğünden sakındırmak veya bir şâhit olarak olayı anlatmak gibi meşru sebeplerle söylenmesi günah değildir. Unutmayın ki, Allah her şeyi işitendir, bilendir.

Bununla birlikte, sabredip efendice davranmanız, —zulmün devamına sebep olmadığı takdirde— elbette daha güzeldir:



149. Açık veya gizli bir iyilik yaptığınızda, ya da size yapılan bir kötülüğü bağışladığınızda, bilin ki, Allah da sizi affedecektir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok kudretlidir.

Ne var ki, bağışlanmayı hak etmeyenler de var:



150. Gerçek şu ki;

1. Allah’ı ve peygamberlerini tümüyle inkâr eden tanrı tanımazlar, maddeciler,

2. Allah’a inanmakla birlikte, vahiy ve Peygamberlik gerçeğini inkâr ederek Allah ile peygamberleri arasında ayrım yapanlar,

3. Ve “Biz Allah’a, elçilerine, kitaplarına meleklerine... iman ederiz fakat Son Elçiyi ve Kur’an’ı kabul etmeyiz, yani Peygamberlerin bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz!” diyenler,

4. Ve bazen imana, bazen de inkâra meylederek bunlar arasında bir yol tutturmak isteyen İkiyüzlüler var ya;

151. İşte onlar, gerçek kâfirlerin ta kendileridir! Ve kâfirler için, alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır! Buna karşılık:

152. Allah’a ve bütün elçilerine —aralarında hiçbir ayrım gözetmeden— iman eden gerçek müminlere gelince; Allah onların mükâfâtını elbette verecek ve bundan önce işledikleri günahlarını affedecektir! Zira Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Bu merhamete nâil olmak dururken;

153. Kitap Ehli, —özellikle de Yahudiler— senin hak Peygamber olduğunu gâyet iyi bildikleri hâlde, sırf işi yokuşa sürmek için, gökten kendilerine ayrıcalık tanıyan özel bir kitap indirmeni istiyorlar. Ne küstahça bir davranış! Onların övünerek izinden gittikleri ataları da vaktiyle Mûsâ’dan, bundan daha aşırı isteklerde bulunmuş ve “Allah’ı bize açıkça göster!” diye tutturmuşlardı. Bunun üzerine, zâlimlikleri yüzünden onları o müthiş yıldırım çarpıvermişti.

Ayrıca onlar, kendilerine hakîkati gösteren apaçık mûcizeler gelmiş olmasına rağmen buzağıyı ilâh edinmişlerdi. Yine de bütün bunları affetmiş ve onları eğitip örnek ve öncü bir toplum yapması için Mûsâ’yı ilâhî vahiy gibi üstün bir yetki ve güç ile donatmıştık. Fakat bunun kıymetini bilemediler.

154. Yine bir zamanlar kendilerinden söz almak üzere, antlaşmayı bozdukları takdirde doğabilecek vahim sonuçları belleklerinde hep canlı tutmaları için Sînâ dağını tepelerine yıkılacakmış gibi kaldırmıştık. Fakat yine de sözlerinde durmadılar.

Yine bir defasında onlara, “Şu ele geçirdiğiniz şehrin kapısından kibir ve çalımla değil, secde ederek, yani ilâhî hükümlere boyun eğerek, alçakgönüllü ve saygılı bir şekilde girin!” demiştik. Fakat emrimizi alaya aldılar.

Ve yine onlardan, “Cumartesi günü çalışmama yasağını çiğnemeyin!” diyerek kesin bir söz almıştık. Fakat bunu da hiçe saydılar.

155. İşte, bunlar sözlerinden döndükleri, Allah’ın ayetlerini inkâr ettikleri, kendilerinin Peygamberi öldürmeye hiçbir haklarının olmadığını bile bile Peygamberleri öldürdükleri ve hakikat karşısında inatla direnip, inananlarla güya alay ederek,Size ve söylediklerinize karşı kalplerimiz kapalıdır, ne dediğinizi anlamıyoruz. Sizin yol göstericiliğinize de ihtiyacımız yoktur! Aslında bizim kalplerimiz bilgi ve irfan dağarcıklarıdır dedikleri için cezayı hak etmişlerdir. Hayır iddia ettikleri gibi kalpleri ne kapalı ne de bilgi doludur. Aksine Allah, apaçık hakîkati inkâr ettikleri için kalplerini mühürlemiştir! Bu yüzden, son derece zayıf ve çürük bir imana sahiptirler ve içlerinden gerçekten iman edenlerin sayısı çok azdır.

156. Evet, hakîkati bile bile inkâr ettikleri ve Meryem gibi iffet timsali bir mümineye, ağza alınmayacak çirkin bir iftira attıkları için,

157. Ve hiç sıkılmadan, “Biz, Allah’ın elçisi olduğunu iddia eden Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük!” dedikleri için belâlarını verdik!

Aslında onlar, İsa’yı ne öldürebildiler, ne de çarmıha gerdiler fakat İsa diye çarmıha gerdikleri, onu Romalılara ihbar edenden başkası değildi. Çünkü bu hâin, İsa (a)’a ve müminlere ilâhî bir yardım ve mûcize eseri olarak, onların gözlerine İsa’ya benzer gösterildi. Bu yüzden askerler İsa’yı değil, tıpatıp ona benzetilen bu adamı yakalayıp götürdüler. Bu konuda farklı görüşler ileri sürerek tartışmaya girişenler, aslında İsa’nın çarmıha gerilip gerilmediği konusunda hep kuşku içindeydiler ve tahminden öte bildikleri bir şey yoktu; zira İsa’nın düşmanları bile, onu öldürdüklerinden hiçbir zaman emîn olamamışlardı. Şu hâlde, İsa çarmıha gerilmedi mi?

158. Hayır; doğrusu Allah, onu düşmanlarının şerrinden koruyup kendi katına yükseltti. Zira ilâhî hikmet, İsa’nın kurtarılıp bu yüce makâma yükseltilmesini ve daha sonra yeniden dünyaya gelerek tebliğini tamamladıktan sonra, eceliyle vefât etmesini gerektiriyordu. Unutmayın ki, Allah sonsuz kudret ve hikmet sahibidir.

İsa Peygamber hakkında yanlış inançlara saplanarak onu inkâr edenlere gelince:



159. Gerçek şu ki, ister Yahudiler, ister Hıristiyanlar olsun; Kitap Ehlinden bir tek kişi bile yoktur ki, ölüm melekleri gelip ruhunu bedeninden çıkarmaya başladığında, son nefesini vermeden önce, İsa’nın ne bir “sahtekâr” ne de “Allah” veya “Allah’ın oğlu” olmadığını; bilakis, Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu kabul ederek ona iman etmiş olmasın. Ne var ki, gözlerden perdenin kaldırıldığı, imtihanın sona erdiği bir zamanda ortaya konan bu gecikmiş iman, sahibine hiçbir yarar sağlamayacaktır. Ayrıca, herkesin hesaba çekileceği Diriliş Günü, bizzat İsa Peygamber, Peygamberliğini reddeden Yahudilerden ve kendisini “ilâh” ve “ilâhın oğlu” edinen Hıristiyanlardan şikayetçi olarak, onlar aleyhinde şâhitlik edecektir.

160. İşte, Yahudilerin tarih boyunca işledikleri bu ve buna benzer zulümleri ve Allah yolundan sapmaları sebebiyledir ki, kendilerine bir zamanlar helâl kılınmış bazı güzel nîmetleri (6. En’âm: 146) onlara haram kıldık.

161. Ayrıca, kendilerine Tevrat’ta açıkça yasaklanmış olmasına rağmen fâiz yedikleri ve her türlü hilekârlığa başvurarak insanları sömürdükleri için, onları alçaklık ve perişanlığa mahkûm ederek hayatın bir çok güzelliklerinden mahrum bıraktık. Âhiretteki cezalarına gelince: Onlardan inkâr edenlere, can yakıcı bir azap hazırladık!

162. Ama Yahudiler arasındaki Abdullah b. Selam gibi müslüman olan gerçek ilim sahipleri ve senin etrafında kenetlenen bu müminler, hem sana indirilen Kur’an ayetlerine, hem de senden önce indirilen vahiylere inanırlar. Evet, namazlarını güzelce kılan, zekâtlarını veren, Allah’a ve âhiret gününe yürekten inanan o bahtiyârlara muhteşem bir mükâfât vereceğiz.

163. Ey şanlı Elçi! Gerçekten Biz, Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere nasıl vahyederek mesaj gönderdiysek, işte sana da yol gösterici ayetlerimizi gönderdik; tıpkı İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve sonraki nesillere; İsa’ya, Eyyüb’e, Yûnus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a vahyettiğimiz gibi... Aynı şekilde Davud’a da hikmet dolu Zebur’u bağışladığımız gibi...

164. Sana bundan önce hayat hikayelerini anlattığımız peygamberlere ve kendilerinden hiç söz etmediğimiz diğer bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi... Nitekim Allah, Mûsâ ile aracısız konuşmuştu.

165. Onları, cennet ve oradaki ilâhî nîmetlerle müjdeleyici, cehennem ve oradaki azab ve gazâb ile uyarıcı elçiler olarak gönderdik ki, bu elçilerin gelişinden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri herhangi bir özürleri, bahaneleri kalmasın. Çünkü Allah, sonsuz kudret ve hikmet sahibidir.

Buna rağmen inkârcılar itiraz ediyor, Kur’an’ı ısrarla yalanlıyorlar!



166. Ama Allah, sana indirdiği bu Kur’an ayetleri ile şâhitlik eder ki; onu doğrudan doğruya kendi ilmiyle indirmiştir! Kur’an erişilemez belâgati, etkileyici güzellikteki ifadeleri, içerdiği dosdoğru hükümler ve hikmetli öğütlerle, ilâhî bir kelam olduğuna yine bizzat kendisi şahitlik etmektedir. Ve melekler de buna şâhittir. Zaten şâhit olarak Allah yeter! Bütün bunlara rağmen;

167. Sana gelen bu son Kitabı inkâr eden ve insanları Allah yolundan çevirenler var ya, işte onlar, derin bir sapıklığa düşmüşlerdir. Öyle ki;

168. Allah, bile bile inkâra saplanan ve zulüm ve haksızlık yapan bu insanları hiçbir zaman affetmeyecek ve onları doğru yola da iletmeyecektir!

169. Sadece bir yola iletecek; cehennemin yoluna! Hem de ebediyen orada kalmak üzere! Bunu yapmak, Allah için çok kolaydır. O hâlde, şu evrensel çağrıya kulak verin:

170. Ey insanlar! Elçimiz Muhammed size Rabb’inizden hakîkati getirmiştir; o hâlde kendi iyiliğiniz için onun tebliğ ettiği bu Kitaba iman edin! Şâyet inkâr edecek olursanız, ne Allah’a zarar verebilirsiniz, ne de inananlara, yalnızca kendinizi ateşe atmış olursunuz, o kadar! Unutmayın ki, göklerde ve yerde olan her şey, Allah’ındır ve Allah, her şeyi bilendir, yerli yerince hüküm verendir.

171. Ey İsa’ya ve İncil’e inandığını iddia eden Kitap Ehli! Sakın İsa Peygamberi ilâhlık mertebesine yücelterek dininizde taşkınlık etmeyin! Allah hakkında “O çocuk edinmiştir!” veya “İsa’nın sûretinde yeryüzüne inmiştir!” gibi gerçek dışı iddialarda bulunmayın! Çünkü Meryem oğlu İsa Mesih ne Allah’tır, ne de Allah’ın oğlu; o ancak, Allah’ın diğer elçileri gibi bir elçisi, Meryem’e “Ol!” emriyle ilettiği kelimesi ve diğer bütün insanlar gibi O’nun tarafından yaratılmış olan bir can, bir ruhtur. Şu hâlde, ey Hıristiyanlar! Allah’a ve bütün elçilerine iman edin; “Allah üç ayrı unsurdan oluşan bir bütündür” demeyin, kendi iyiliğiniz için gelin bu teslis, üçleme inancından vazgeçin! Allah, ancak tek bir ilâhtır! Çocuk edinmek O’nun yüceliğine, şânına yakışmaz! Çünkü göklerde ve yerde ne varsa, zaten hepsi O’nundur. Öyleyse, bir tek Allah’a iman edin ve sadece O’na güvenin. Zira her konuda güvenilir bir vekil olarak, Allah yeter!

172. Ey Hıristiyanlar! Sizin neredeyse ilâhlık mertebesine yücelttiğiniz İsa Mesih, Allah’ın bir kulu olmaktan asla gocunmaz, bilakis bundan şeref duyar; Allah’a en yakın melekler de öyle. O hâlde, her kim kibre kapılarak O’na kulluktan kaçınacak olursa, şunu iyi bilsin ki, Diriliş Gününde Allah hepsini huzurunda toplayacaktır:

173. İşte o gün Allah, iman edip doğru ve yararlı işler yapanlara mükâfâtlarını tastamam verecek ve lütfedip çok daha fazlasını bağışlayacaktır. Kibre kapılıp Allah’a kulluk etmekten kaçınanlara gelince; onları da can yakıcı bir azâba mahkûm edecektir! İşte o zaman zâlimler, kendilerini Allah’a karşı koruyabilecek ne bir dost bulabilecekler, ne de bir yardımcı! O hâlde, evrensel çağrıya kulak verin:

174. Ey insanlar! İşte size Rabb’inizden apaçık bir delil olarak Allah’ın Rasulü Muhammed Mustafa sallallahû aleyhi ve sellem geldi ve işte size, aydınlatıcı bir ışık olan Kur’an’ı gönderdik!

175. Artık her kim Allah’a iman eder ve O’nun bu Son Kitabına sımsıkı sarılırsa, Allah onları sonsuz lütuf ve rahmetiyle kuşatacak ve kendisine ulaşan dosdoğru bir yola iletecektir.

Bu Kitabın, hayatı tüm cepheleriyle aynı anda kuşattığını ve insanı ruhsal, fiziksel, bireysel ve toplumsal yönleriyle iç içe bir bütün olarak ele aldığını göstermek üzere, iman ve ahlâk prensiplerinin hemen ardından, hukûkî bir düzenleme ile sûre sona eriyor:

Bu sûrenin on ikinci ayetinin son kısmında, ana bir kardeşlerin durumu ele alınmıştı. Ana-baba bir veya baba bir kardeşlerin mirastan alacağı paya gelince:

176. Ey Peygamber! Senden miras konusunda ek açıklama yapmanı istiyorlar. De ki: “Allah, kelâle —yani, babası ve çocuğu olmayan kişi— hakkındaki hükmünü açıklıyor: Bu durumda olan bir kişi, geride hiç çocuk bırakmadan ölürse;

1-Tek bir kız kardeşi varsa, kız kardeş mirasın yarısını alır.

2-Kız kardeşin çocuk bırakmadan ölmesi hâlinde ise, tek varis olan erkek kardeş mirasın tamamını alır.

3-Eğer ölen kişinin iki veya daha fazla kız kardeşi varsa, onlar mirasın üçte ikisini paylaşırlar.

4-Eğer mirasçılar erkek ve kız kardeşlerden oluşursa, o zaman bir erkek, iki kızın alacağı payı alacak şekilde mirası aralarında paylaşırlar.

İşte Allah, adâletten ayrılıp sapmamanız için size hükümlerini böyle ayrıntılı olarak açıklıyor. Unutmayın; Allah, her şeyi en mükemmel şekilde bilendir.


Yüklə 7,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   103




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə