kurulardı. Sesinin asudeliği musikiydi bana. Bir kez bile yüzünü ekşittiğini görmedim. Bütün
bunları bir mihnet ve vazife icabı değil, aşkla yaptığı belliydi. Samimiyetinden, nezaket ve
letafetinden mahcup düşerdim. Hastalık dönemlerinde ah edip inlemezdi ki ben üzülmeyeyim
diye, beni kendisinden, herkesten önce düşünen bir afet-i şuh idi. O güneşin gülüydü, güneşi
güldüren gülşendi. Şimdi güneş nasıl gülsün Kimya’sız.
Kimya’mı toprağa verdiğimiz günün gecesi, çizgili bir sema... Yeryüzü bulutlu.. Var ile yok
arası muamma! Kimyasız ilk gecem. Ölü bir oda. Kokusundan yoksunum. Sesini duvarlarda
arıyorum. Taşları tırnaklamak ve bana onun sesini verin diye yumruklamak istiyorum sağır
duvarları. Hayatımdaki en acı gece. En bitmek bilmez deli ve derin gecem. Ben de insanım.
Taş değilim ya. Melek de değilim. Elbet ağlamak, yakınmak insana mahsus. Dünyanın
bütün kayalarını göğsüme üst üste dizmişlerdi sanki. Boğuluyordum. Kimya soluğumdu.
Şimdi anlıyordum Konya’dan gittiğimde Mevlâna’nın neler yaşadığını. Niçin Hamuş olup
suskunluğun kuytusuna sığındığını.
Derin gözler ile çizgisiz, yer yer kuş motiflerinden halkalar bulunan beyaz bir yastık kılıfı
ile yatağın başucunda Kimya’dan yadigâr leylak renkli bir gömlek. Yerde serili el emeği, göz
nuru dokuduğu bir kilim. Bir seccadenin üstünde ben. Düşünceli. Yorgun. Dargın. Ağlamaklı.
Yani dağı karlı nehrin derin sükûtunu kuşanmış soğuk simasıyla yaşlı bir adam. Ellerim
soluk, solgun. Dudaklarım alışılmışın dışında bir morla boyanmış. Gözlerim dingin çizilmiş…
Kimya’sız bir ölü oda ve ben. Neyleyeyim. Aşk acısı, acıya “canım” dedirtecek kadar delice
ve derinceymiş. Uçuruma düştüm. Ardımdan dağlar yuvarlanıyordu yine de dolmuyordu
düştüğüm uçurum.
Alnımda kıvrılan ateşten su sesi gelmeye başladı. Bir çöl yalnızlığıyla dağların koynuna
sokulmak istiyorum. Kimya kokmayan Gülizârı neyleyeyim. Ey Mihr-i bânım Kimya’m
nerelerdesin? Mihr, Farsça’da muhabbet, merhamet demektir. Aynı zaman da güneş
manasını da taşır. Bân, sahip manasında cı-ci ekidir. Mihribân; sevgiye dönüşen, sevgi
soluyan demektir. Kimsenin yari Mihribân değil. Bu çağ Mihribânsızdır. Mihribân yoksuludur
gecelerimiz. Yani güneşsiz. Sevgi Mihribânsızlaşınca insanlar hazzı, eğlenceyi, vakit
geçirmeyi ve şehveti aşk sanıyorlar. Aşkın kimyasını öğrenmek isteyenler Mevlâna’nın
Kimya’sı ve benim Mihribân’ım olan bu yüce hatunu tanısınlar.
Ah Kimya ahhh... Kimya’mı yaktın kül ettin. Seni yitik bir ömrün kısa bir diliminde tanıdım.
Babandan önce seni tanısaydım Celaleddin’i değil, seni alemin Mevlâna’sı eylerdim; ama
üzgünüm. Bu gönülde bir tek aşk var, o da babana nasip oldu. Şimdi sensizlikten suskunum
Kimya’m. Ağlıyorum. Gözyaşlarım artık beynime akıyor. Ağlayış bile ağlardı Kimyasızlık ne
demektir ah bir yaşasaydı.
Benim Konya’dan gidişim Mevlâna’yı suskun etmişti. Susmak güzeldi susmaya değer için.
Şimdi ben suskunum yoksun diye Kimya’m. Suskunluğun sol yanımı bu denli üşüteceğini
bilmezdim, zemherilerde yere düşürülmüş bir çiçek kadar çaresizdim; üşüyordum varlığın
olmayınca odamda. Belki de alışacağım yokluğuna, en kötüsü bu. Unutacağım bildiğim her
şeyi, artık gelmezsin. Ben artık senin hatıran tüten bu odanın her zerresinde suskun
kalacağım.
Mevlâna ve Sultan Veled beni teselli etmek için gayret gösteriyordu, ama nafile. Acım
derin. Acım cehennem çukurlarından beter yakıyordu içimi. Mevlâna’yı bir korku aldı. Ya
şimdi Şems Konya’dan giderse diye. Teselli ettim:
— Kimya’nın hatırası kokan mekândan ancak beni ölüm götürebilir. Kimya’nın ölüm
haberi şehirde duyulur duyulmaz, beni çekemeyenler bunu fırsat bilip Alâeddin’i iyice
fitillemeye başlarlar:
— “Kızcağız kahrından öldü. Şems’e kim tahammül edebilir ki?” diyerek yeniden
dedikodu ve haset kapılarını açmışlardı. Sultan Veled dedikoduları duymuş beni teselliye
gelmişti. İçim kan ağlıyordu:
— Gördün ya Sultan Veled, yine ne hale geldiler! Beni Mevlâna’dan ayırmak için, nasıl da
sözbirliği ettiler; ama bu sefer öyle bir kaybolacağım ki kimse izimi dahi bulamayacak.
— Efendim bu aşk yolunda, babam için varlığın yokluğundan daha kıymetlidir. Siz demez
miydiniz “Aşkta ölmeli, yok olunmalı ki gerçek dirilik olsun.”
Alâeddin’e gelince. Eşyalarını dergâhtan alıp berduş takımı arkadaşları ile kalmaya
başladı. İçkiye başladığı, Konya sokaklarında nara atarak dolaştığı duyuldu. Mevlâna bu
haberi duyunca çok üzüldü. Dergâh âdeta bir teselligâh olmuştu. Kimya’nın acısından
mahzun olan beni, baba-oğul teselli ediyordu. Alâeddin’in hoyrat asiliğinden ciğeri yanan
Mevlâna’yı, ben ve Sultan Veled teselli ediyorduk.
Tamam, kabul ediyorum. Başlangıçta Konyalıların çoğu beni sevmiyordu; ama beni
öldürecek kadar da nefret etmiyorlardı benden. Birkaç çakalın çatlak sesinden başka bana
muhalefet eden kalmamıştı. Halk gidişimden sonra yokluğumla benim kıymetimi takdir etmiş
ve beni sevmeyenlerin sayısı iyice azalmıştı. Otorite ve şöhretleri sarsılan mollalar halkın
bana dönen sempatisi sonucunda ”Fetiyen Grubu”ndaki genç dervişlerden de umudunu
kesmişti. Mevlâna’dan korkularından ve halkın tepkisinden çekindiklerinden hakkımda
katlime fetva veremiyorlardı. Çareyi Konya dışından kiralık katil arayışında bulmuşlar, bunu
da pek başaramamışlardı. Alâeddin’i bana karşı dolduruşa getirip üstüme salanlar da artık
seslerini kısmışlardı. Alâeddin’in de beni öldürecek komplolara girmeyeceğini adım gibi
biliyordum. Kabul etmek gerekirse Alâeddin bıyığı yeni terlemiş delikanlıdır. Heyecanlıdır.
Ancak köpüğü erken sönen bir öfke sahibidir. Onun tavırlarını gençliğine ve cehaletine
verdim.
Halkın dilinde dedikodu malzemesi yapıldığının geç de olsa farkına vardı. Kısa süre
Konya’da kalmış olan Ahi Evren’in asilik tüten konuşmalarından etkilenerek ona biat etmek
amacı ile onun peşi sıra Kırşehir’e çekip gitti. O Konya’dan gittiğinde gıyaben arkasından
ona hakkımı helâl eylemiştim. Alâeddin, benim şahadetimden aylar sonra, Ahilerin Sultan
Dostları ilə paylaş: |