AARON NOMMAZ
KANUNI’NIN YAHUDI BANKERI
DONA GRACIA
Bu roman tarihi gerçeklerden yola çıkılarak yazılmıştır.
DONA GRACIA
-1-
Her şeyi anlatacağım...
İyiliği, kötülüğü, inancı, bağnazlığı, nefreti, savaşı, barışı,
yağmayı, göçebeliği ve direnci... Binlerce yıl süren sürgünün,
bir yüzyılını...
Ben Dona Gracia... Kimileri beni “Sinyora Mendes” olarak
bilir. İsa’nın doğumundan bin beş yüz yıl kadar sonra doğdum.
Doğduğum topraklara bugün Portekiz deniyor...
İstanbul’da, Hasköy’de yaptırdığım sinagog ve akademiyle
hatırlar beni sonraki kuşaklar... Hayatım altının parlaklığı gibi
aydınlık ve gecenin karanlığı kadar puslu birçok olayla dolu.
İnsan yüreğinin dayanamayacağı, çatlayıp ortasından yarılaca-
ğı ne varsa gördüm... İnsan denilen varlığın meleksi taraflarına
da şahit oldum, ifritliğine de... Yaşlı gözlerim, dünyanın eşsiz
Aaron Nommaz // Dona Gracia
-8-
güzelliklerini, yeryüzü cennetlerini de gördü, dünyadaki ce-
hennemleri de... Nesilden nesile taşınarak gelen o sır bana da
verildi ve sonraki kuşaklara aktardım. Amacımıza ulaşmak için
elimden ne geliyorsa yaptım. Bu amaç uğruna en yakınlarım-
la bile mücadele etmem gerekti hatta. Acımasız düşmanlarla
giriştiğim savaşı ise tahayyül bile edemezsiniz. Ama sırrı hep
korudum ve mücadele etmekten vazgeçmedim. Kimi zaman
en yakınımdan darbe yedim, en güvendiklerim yüzüstü bıraktı,
kimi zaman hiç ummadığım anda uzandı dost eli. Bu uğurda
hayatımı, kadınlığımı, kalbimde taşıdığım aşkımı bile bir kena-
ra bıraktım ama amacımı bırakmadım. Başarılı olabildim mi
olamadım mı, görmeye ömrüm yetmedi.
Ama her şeyden önce, bilinsin diye söylüyorum:
“Sadece kâinatın yaratıcısı olan Rabb’e bütün varlığımla ta-
pıyorum...”
-2-
O uğursuz gün... O uğursuz olay...
Lizbon şehrinin başı, şehri yaşanmaz hale getiren bir salgın-
la dertteydi. Arada bir yoklayıp, nüfusun önemli bir bölümünü
koparıp götüren salgınlardan biri daha şehirde kol geziyor, in-
sanlar ölüm ve hastalık haberlerini duyduğu yerden kaçıyordu.
Tüm şehre hastalık çökmüş, işyerleri kapanmış, çalışanlar iş-
lerini ve gelirlerini kaybetmişlerdi. Şehrin ekonomisi çöküşün
eşiğine gelmiş, hastalık ve ölüm haberleri moral bozuyor, dışarı
çıkacak cesareti bulanlar, ekmek bile bulmakta zorlanıyordu.
Hastalığın hükmünü sağlamlaştırdığı günlerde, kraliyet aile-
sinin de bu ortama dayanamayıp, nispeten daha korunmuş olan
Abrantes’e kaçtıkları duyuldu. Başkenti terk etmiş, rahat nefes
alabilecekleri bir yere geçmişlerdi. Şehir hastalıktan tamamen
temizleninceye kadar dönmeye niyetleri olmadığı söyleniyordu.
Onlar Lizbon’un hastalıklı ve ölüm kokan havasından uzak-
Aaron Nommaz // Dona Gracia
-10-
laşmışlardı ama geride kalanlar için hayat gittikçe zorlaşıyordu.
Yöneticilerin kusuru çoktu. Halkı en azından açlıktan korumak
için gerekli önlemleri bile alamıyorlardı ama kendi kusurları-
nı, dikkatleri başka yöne çekerek örtme yolunu seçtiler. Zaten
her zaman kuşkuyla bakılan ve kendilerinden her nasılsa daha
varlıklı olan “Marran” dedikleri, sonradan Hıristiyan olmuş
kişilere çevirdiler tepkinin yönünü... Zorla vaftiz edilip Hıris-
tiyanlaştırılan Musevilere “Marran”, zorla Hıristiyanlaştırılan
Müslümanlara “Morisko” diyorlardı. Buğday ticaretiyle uğra-
şan sadece Marranlarmış gibi, “Kıtlığın nedeni bu insanların
kâr amaçları!” suçlamalarını yaptılar. Nefreti körüklediler, tica-
retle uğraşan, iyi eğitimli insanları hedefe koydular.
Marranlar ise duyduklarına inanmakta zorlanıyor, kondu-
ramıyorlardı. Ne de olsa, Portekiz’in bir parçasıydılar. Yüz-
lerce yıldır bir arada yaşıyorlardı, inançlarını değiştirmeye
zorlansalar da...
19 Nisan Pazar... Hıristiyanların kutsal günü...
Her nasılsa, Dominiken Manastırı’na bağlı San Domingos
Kilisesi’nin damındaki bir aralıktan bir ışık huzmesi, Bakire
Meryem’in yüzünü aydınlattı. Hastalık, açlık ve sefaletten bu-
nalmış Hıristiyanlar, bunu mucize saydılar. Kiliseden koşarak
uzaklaşanlar, sokaklarda bulabildikleri herkese bu kutlu olayı
duyurdu. Bir anda tüm şehre, bu büyük mucizenin gerçekleştiği
bilgisi yayıldı. Halk, akın akın kiliseye koştu. Öyle ki, kilise hın-
cahınç doldu ve adım atacak yer kalmadı. Haberi duyan kiliseye
koşuyor, bu mucizeye gözleriyle tanık olmak istiyordu. Kalaba-
Aaron Nommaz // Dona Gracia
-11-
lık artık hastalığı bile umursamıyor gibiydi. Ne de olsa bekledik-
leri mucize gerçekleşmiş, bu uğursuz ve kötü günlerden kurtul-
ma umudu, Bakire Meryem’in yüzünde görünmüştü...
“Beklenen gün geldi! Mucize göründü!”
Marranlar inancını saklamak zorundaydı. Evlerinde Mu-
sevi olarak yaşasalar da, içlerini sebzeyle doldurdukları sosis-
leri domuz yediklerine inanılsın diye bahçelerine assalar da,
başka bir inanca izin verilmediğinden, iyi Hıristiyanlar gibi
davranmak zorundaydılar. On iki yaşıma basıp ergenliğe gi-
rerken, kardeşlerime ve diğer çocuklara anlatıldığı gibi bana
da anlatılmıştı bunlar. On üç yaşından gün almış her Marran,
dışarıda rengini belli etmemeyi öğrenmiş olurdu çoktan. Gö-
rüşlerine katılmasa da kalabalığı kızdıracak bir şey söylemez-
di. Hatta Hıristiyan papazlardan aldığı Yeni Ahit derslerinde,
gerçek inancının aşağılanmasına, hakaretlere uğramasına ses
çıkarma hakkı da yoktu.
Ancak her çocuk bu kadar dikkatli davranamayabiliyor. Ne
yazık ki kilisede bulunan Marran bir çocuk, aynı dikkati gös-
termeyi akıl etmemiş olmalı. Yaşanan şeyin bir mucize olmadı-
ğını, ışık oyunu olduğunu söyleyiverdi...
“Bu mucize filan değil! Tavanda bir delik var! Bakın!”
Hatta alay ettiği iddia edildi ama kim bilir?
Kilisede bulunan ve mucizenin, sakat kızının kolunu iyi-
leştirdiğini iddia eden bir Alman tüccar, sevinçten kendinden
geçmiş, adeta cezbeye tutulmuştu. Bir anda çocuğun üstüne
atladığı görüldü. Bıçağını çıkarıp, küçük çocuğun karnına sap-
laması saniyeler içinde oldu.
“Kâfir!”
Kan, ılık ve koyu kırmızı fışkırdı kilisenin zeminine. Yüzün-
Aaron Nommaz // Dona Gracia
-12-
de dehşete düşmüş bir şaşkınlık, küçük çocuk yere düşerken,
kan ılık ılık yayıldı ayaklar altına... Küçük bir çocuğun kanı...
Kalabalık ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Herkes şaşkın,
herkes gördüğüyle şoka girmiş...
Neyse ki az da olsa aklı başında olan biri, “Ne yaptın be
adam!” diye kızacak oldu. “Küçücük bir çocuğu nasıl öldürür-
sün? O daha bir çocuk! Nasıl anlasın Tanrı’nın mucizelerini?”
Kan sızmıştı bir kere kiliseye...
Kan kokusu, günlerdir hastalıktan kırılmış insanların başını
döndürmüş, nefretleri ve nereye yönlendireceklerini bir türlü
bilemedikleri öfkeleri ile isyanları sonunda bir adres bulmuştu.
Hastalık, açlık, ölümler ve üstüne gerçekleşen mucize!
Bakire Meryem’in yüzünde beliren ışık... Hem de ayin sırasında!
“Kimse Meryem’in mucizesiyle alay edemez!” diye bağırdı biri.
Öfkeli haykırışlarla destek geldi. Bir anda atılan bir başkası,
katile bağıran adamın başına bir darbe indirdi. Hemen ardın-
dan peş peşe geldi darbeler. Saniyeler içinde, kadınların korku
çığlıklarına, erkeklerin zafer naraları karıştı.
Çocuğun bedeni yukarı kaldırıldı.
Hayır! Bir meleğin yükselişi gibi değil... Omuzlar üstünde
bir çuval taşır gibi... Sonra kilisenin önüne çıkarıldı ve parça
parça edildi.
Artık kimsenin aklı başında değildi. Gözleri dönmüştü.
Çocuğun kardeşi de oradaydı. “Kaç!” diyenlerin ne söyledi-
ğini bile anlayamadan, yakaladılar onu da...
“Kaç, kurtar kendini!”
Daha can vermeden, yarı baygınken kopardılar kollarını ve
bacaklarını. Can çekişen vücudunu orada bırakıp, öne düşen,
elinde tahta bir haç taşıyan kişinin arkasına takıldılar.
Aaron Nommaz // Dona Gracia
-13-
“Hadi, gidip bu kâfirlerin hepsini öldürelim!”
Marranların yaşadığı mahalleye çevirmişlerdi yönlerini.
Akıl artık orada yoktu. Vicdan susturulmuştu. İyi olan kim
varsa ya sinmiş ya da kendini kaybetmiş, bu sele kapılmış, gidi-
yordu. Öldürmekten, düşmanlıktan, ırkçılıktan zevk alan kim
varsa, en önde koşturuyordu.
Onları gören ne kadar it kopuk varsa yanlarına koşuyor,
arkalarına takılıyor, bu zincirlerini koparmış güruh, yıkıcı bir
nefretle büyüyerek ilerliyordu.
Marranların oturduğu mahalleye varır varmaz, sokakta gör-
dükleri kim varsa saldırdılar. Saniyeler içinde “Kahrolsun Mar-
ranlar!” seslerine, acı dolu çığlıklar karıştı.
“Yapmayın! Sizin insafınız yok mu?”
“Tanrı aşkına bırakın! Ben vaftiz edildim!”
“Hayır! İmdat!”
“Beni tanıyorsunuz! Bunu neden yapıyorsunuz?”
Önlerine kim gelirse öldürmeye, ne bulurlarsa ateşe verme-
ye başladılar.
Güneş batmadan önce öldürülmeyen, yaralanmayan, sakat
kalmayan neredeyse kimse kalmamıştı. Her yerde kan vardı.
Bütün evlerde ateş... Gökyüzü, yükselen dumanlardan erken
karardı. Akşam, kâbus gibi çöktü Lizbon’un üstüne.
Yetinmiyorlardı. Yakaladıkları, yaraladıkları Marranları sü-
rükleyerek götürüyor, kilise meydanında yakılan büyük bir ate-
şin içine, yarı canlı atıyorlardı. Serseriler durumu fırsat bilmiş,
evleri, dükkânları talan ediyordu.
Korkuyla saklananlar, canlarını kurtarmak için “Bizi bul-
masınlar!” diye dua ederken, dışarı çıkabilen erkeklerden az
da olsa haber almaya çalışıyorlardı. Lizbon savcısı harekete
Aaron Nommaz // Dona Gracia
-14-
geçmiş, kalabalığı sakin olmaya, evlerine dönmeye çağırsa da
Marran ve Musevi aleyhtarı propagandayla beyinleri yıkanmış
polislere bile söz geçiremiyordu.
Dumanlar şehrin üstünde dört gün boyunca yükselmeye
devam etti.
Yanık et kokusu, insan kokusu, kan kokusuna karıştı. De-
ğil bu ortamda durabilmek, nefes alabilmek bile zorlaştı. İlk
saldırılarda kaçmayı, saklanmayı başarabilenler de birer ikişer
yakalanıyor, canlarını kurtarmak için yalvarsalar, ayaklara ka-
pansalar da hunharca öldürülmekten kurtulamıyorlardı.
Şehrin her yanında acı dolu haykırışlar yükseliyor, insanlık
yerin dibine giriyordu.
Kan kokusu... İnsanın genzini tıkayan o koku... Bir kez o
kokuyu duyan bir daha unutamaz! Ne akıtılan insan kanının
kokusunu ne yanık insan kokusunu...
İnsan canlı bir organizma, bir parça odun değil! Ne kadar
yakılmak için çabalansa da bir yanı yanmıyor... Bir parça et,
sızan bir kan, olmadı bir parça kemik ortada kalıyor, insan gör-
düklerinden dehşete düşüyor.
İnsan, insana bunu nasıl yapar?
Her yanda parçalanmış çocuk cesetleri vardı. Küçücük be-
denlerden koparılmış kollar, ayaklar, başlar...
-3-
1492’de Grenada’nın düşmesi, bütün Avrupa’da dini tö-
renlerle kutlandı. İstanbul’un fethinden sonra adım adım
yükselen Hıristiyanlık ülküsünde birleşme hayali, bir nebze
amacına ulaşmış, Avrupa’da Haçlı ateşi yanmaya başlamış-
tı. Endülüs’te Müslümanlara karşı girişilen katliamlar İslam
dünyasında tepkiyle karşılansa da devam etti. Bir yanda Hı-
ristiyanlar Haçlı ruhuyla hareket ediyor, diğer yanda başta
Türkler olmak üzere Müslümanlar gittikçe daha fazla öfkele-
niyor, tehditler savuruyordu.
Bir de bizler vardık: Museviler... Kudüs’ten çıktığımızdan
beri ülkesiz, devletsiz, dünyanın dört bir yanında ve elbette İs-
panya ve Portekiz’de de yaşayan bizler...
Grenada’nın düşmesinden iki yıl önce Katolik papa, Os-
manlılara karşı bütün Avrupa’yı bir araya getirip bir Haçlı se-
Aaron Nommaz // Dona Gracia
-16-
feri düzenlemek için davette bulunmuştu. “Grand Turco’nun*
oğlu Zizimi** Vatikan’da esirdi ve onu da seferde kullanmak isti-
yorlardı. Endülüslü Müslümanlar, daha önce Sultan Mehmet’e
heyetler göndermiş ve uyarmışlardı. Endülüs’ün düşmesinden
sonra Afrika’nın kuzeyinde yaşayan diğer Müslümanlar da en-
dişelendiler. İspanya, en büyük düşman oldu Osmanlı için.
Osmanlı, Museviler için bir kaçış yeriydi. Belki de iki yüz
yıldır çeşitli dönemlerde Museviler bu ülkeye göçüyordu. 1360
yılında Macar Kralı Lajos’un topraklarından Yahudileri teh-
cir ettiğini duyurmasından itibaren, Orta Avrupa Yahudileri,
Osmanlı’yı kendileri için güvenli bir ülke görerek göçmeye baş-
larken, İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı da davetini artık
daha sık ve yüksek sesle yapar olmuştu. İstanbul ve Selanik gibi
şehirlerde zaten Museviler vardı ama fethedilen İstanbul’un,
harap ve yerle bir olmuş başkentin yeniden ayağa kaldırılması
için hem nüfus hem de iş yapabilecek insan gücü gerekliydi.
İspanya ve Portekiz’e mektuplar geliyordu İstanbul’dan:
“Herkesin kendi asma ve incir ağacı altında huzur içinde
oturduğu Osmanlı mülküne gelin. Buraya sığının...”
Çok sayıda Musevi İstanbul’a ve diğer Osmanlı şehirlerine
göç etti. Bizans’ın kadim başkenti artık yeniden inşa edilecek,
refah ve zenginliğin şehri olacaktı. Grand Turco’nun, ticari
kabiliyeti ve sermayesi olan insanları bu şehre yerleştirdiğini,
Balkanlardan gelenlere Çıfıtkapı’dan Zindankapı’ya kadar olan
bölgede yer gösterdiğini, daha önce Venediklilerin hâkim ol-
duğu bu bölgeye “Yahudiler Kapısı” denildiğini ileride öğre-
necektim. Sultan Mehmet, Venediklilerin buraya dönüşünü
* Fatih Sultan Mehmet
** Cem Sultan
Aaron Nommaz // Dona Gracia
-17-
yasaklamış, Musevilerin önünü açmıştı. Bizans döneminden
beri Osmanlı’da yaşayan Musevilere Romanyot, İspanya’dan
getirilenlere Sefarad, Orta Avrupa’dan getirilenlere ise Eşkenaz
denildiğini de sonraları öğrendim. Osmanlı’da her üç grup da
özgürdü. Müslüman hukukuna göre hükümdar bile kanunla-
ra uymak zorundaydı. Bu durumun bir Musevi için ne demek
olduğunu, Musevi olmayan birinin anlaması zordur. Halkım,
tarih boyunca krallar, imparatorlar, dükler tarafından davet
edilmiş, sözler verilerek çağırılmış ve gittikleri şehirleri can-
landırıp, ekonomilerini düzeltmişlerdi. Gittikleri yerleri zen-
ginleştirmişler, sonrasında ise birçok örnekte verilen sözler
unutulmuş, hükümdarlar hakkı hukuku bir yana bırakmıştı.
Osmanlı, şimdilik verdiği sözde duruyor ve İspanya’dan göçen-
leri İstanbul dışında Selanik, Avlonya, Patras, Edirne, Bursa ve
daha birçok şehre yerleştiriyordu. Gidenler cemaatler oluştu-
ruyor, sinagoglar açıyordu. Yeni yeni mahalleler oluşuyordu
sinagogların etrafında.
Osmanlı’da kan iftirasına inanan yoktu...
Musevilerin, Musevi olmayanları Pesah ya da diğer ayin-
lerde kanlarını kullanmak için öldürdükleri iftirasına, Müslü-
manlar inanmıyordu.
Tüccarlarımız, mühendislerimiz, hekimlerimizle göçüyor-
duk Osmanlı’ya... Biz de elbette “herkesin kendi asma ve incir
ağacı altında huzur içinde oturduğu” ülkeye göçecektik ama
daha sonra...
-4-
Hıristiyan takvimiyle 1510 yılında Lizbon’da, Benvenis-
te ailesinin bir üyesi olarak dünyaya geldim. Musevi adım
Hanna’yı, gizlice ve sadece evimizin içinde kullanabildim. Ev
dışında, vaftiz edildiğimde bana uygun görülen Beatrice de
Luna’yı kullanmak zorundaydım. Ama beni daha çok Dona
Gracia olarak bildiler.
Hanna, İbranice “zarif” anlamına geliyor. Gracia da bu is-
min Portekizcedeki karşılığı sayılabilir. Ailem, bu sebepten
bana Gracia ismini vermiş olmalı:
Gracia Nasi...
Kendi ismini kullanamamanın ne demek olduğunu, başına
gelmeyen bilemez. Musevi olmamız ya yasak ya da sürülme se-
bebiydi. Ne ben ne de ailem kendi ismimizi kullanabildik.
Benveniste, İber Yarımadası’nda çok itibarlı bir soyadıdır.
Kökleri Narbonne’da çok zengin işadamları ve değerli akade-
Aaron Nommaz // Dona Gracia
-19-
misyenlerden oluşan bir aileden gelir. Katalanca “Benveniste”
adıyla anılan, bankacılık yapan kuruluşun İspanya ve doğu-
sunda çok sayıda şubesi vardı. Efsane gibi anlatılan bir olaya
göre, İspanya Kralı Alfonso veya Pedro, saray hekimi Musevi
bir maliye bakanına sahipti. Değerli bir hekim olan bakan, bit-
ki uzmanı olarak da biliniyordu. Saray bahçelerinde yaptıkları
bir gezi sırasında kral, “malva” isimli pembemsi mor çiçeğin
adını sorar. Bakan da bunların yaprakları kaynatılarak ilaç ya-
pılan “bienva” olduğunu söyler. Yani İspanyolca “her şey iyi
gidiyor”.
Kralın çevresinde bulunan bir diğer Musevi düşmanı ve ma-
kam hırsıyla tutuşan kişi ise alay ederek, çiçeğin adının “bien-
va” değil “malva” olduğunu söyler. “Malva”, “her şey kötü gidi-
yor” anlamına gelmektedir.
Kral sinirlenir. Sebebini sorar. Musevi bakan ise şöyle açıklar:
“Majesteleri, bitkinin adının ‘malva’ olduğu doğrudur. Biz-
leri refakatçi kabul edip, onurlandırdığınız bu güzel gezide, hu-
zurunuzdakiler önünde ‘malva’ lafını kullanmak istemediğim-
den ‘bienva’ dedim. Affınıza sığınırım...”
“Seni kıskanan, kötü düşünenlerin sözlerini utanç verici ve
kötü niyetli buluyorum. Açıklaman beni tatmin etti ve değerli
bir hekimimi, bakanımı kaybetmemi önledi. Bu önemli olayı
anmak için senin adını bundan böyle ‘Benveniste’* olarak de-
ğiştiriyorum...”
* Benveniste, İspanyolcada “hoş geldin” anlamına gelmektedir.
Dostları ilə paylaş: |