Ama resepsiyon görevlisi telefonu kapatmıştı.
Hemen ardından Langdon'ın kapısında güçlü bir yumruk sesi duyuldu.
Ayak parmaklarının sabun köpüğü gibi yumuşak halıya
gömüldüğünü hisseden Langdon
yataktan güçlükle kalktı. Otel bornozuna sarınıp, kapıya gitti. "Kim o?"
"Bay Langdon? Sizinle konuşmam gerekiyor." Adamın aksanlı bir İngilizcesi vardı. Sesi
tiz ve otoriterdi. "İsmim Teğmen Jerome Collet. Adli Polis Merkezi'nden."
Langdon duraksadı.
Adli polis mi? DCPJ, ABD'deki FBI'ın dengiydi.
Langdon zincirini çıkarmadan kapıyı birkaç santim araladı. Karşısında durmuş ona bakan
yüz, ince ve temizdi. Son derece zayıf olan bu adam, resmi görünüşlü mavi bir üniforma
giyiyordu.
Ajan, "İçeri girebilir miyim?" diye sordu.
Yabancının feri sönmüş gözleri kendisine bakarken Langdon ne yapacağına karar
veremedi. "Ne hakkındaydı?"
"
Yüzbaşım, özel bir meselede sizin uzmanlığınıza başvurmak istiyor."
"Şimdi mi?" Langdon ağzından çıkacaklara hâkim oldu. "Saat gece yarısını geçti."
"Bu gece Louvre Müzesi müdürüyle randevunuz olduğu doğru mu?"
Langdon birden kaygılandı. O ve saygın Müze Müdürü Jacques Sauniére, Langdon’ın o
akşamki seminerinden sonra buluşmayı planlamışlar, ama Sauniére randevuya gelmemişti.
"Evet. Bunu nasıl bildiniz?"
"Randevu defterinde isminize rastladık."
"Umarım her şey yolundadır."
Ajan derin bir iç çekti ve kapının dar aralığından Polaroid fotoğrafı uzattı.
Langdon fotoğrafı görünce, tüm vücudu kaskatı kesildi.
Langdon tuhaf resme bakarken, ilk
başta duyduğu tiksinme ve şok, yerini gittikçe
büyüyen bir öfkeye bırakıyordu. "Kim böyle bir şey yapmış olabilir?"
"Simgebilim konusundaki bilginiz ve onunla buluşma planınızı göz önünde bulundurarak,
bu soruyu yanıtlamamıza sizin yardımcı olacağınızı ümit ediyorduk."
Langdon resimden gözlerini ayırmıyordu. Duyduğu dehşete şimdi bir de korku eklenmişti.
Dehşet verici ve son derece garip fotoğraf, huzurunu bozan bir déjâ vu hissi veriyordu. Bir yıl
kadar önce Langdon'ın e!ine bir cesedin fotoğrafı geçmiş ve kendisinden benzeri bir yardım
istenmişti.
Yirmi dört saat sonra, Vatikan şehrinde neredeyse hayatını kaybediyordu. Bu
fotoğraf tamamıyla farklıydı ama yine de senaryodaki bir şey rahatsızlık verecek derecede
tanıdık geliyordu.
Ajan saatine baktı. "
Yüzbaşım bekliyor efendim."
Langdon, onu güçlükle duymuştu. Gözleri hâlâ resme dikilmiş duruyordu. "Buradaki
sembol ve vücudunun o kadar tuhaf..."
Ajan, "Duruşu mu?" diye sordu.
Langdon başını salladı. Kafasını kaldırırken ürperdiğini hissetti. "Bunu yapacak kişiyi
hayal edemiyorum."
Ajan serinkanlı görünüyordu. "Anlamıyorsunuz Bay Langdon. Bu fotoğrafta
gördüklerinizi..." Duraksadı. "Bay Sauniére kendi yaptı."
2
Bir kilometre ötede,
Silas isimli hantal Albino, Rue La Bruyere'deki lüks taş konutun ön
kapısından topallayarak geçti. Uyluklarının hemen üstüne taktığı kancalı keçe kemer, etine
iyice gömülmüştü ve ruhu, efendisine hizmette bulunmuş olmanın verdiği tatminle
mutluluktan uçuyordu.
Acı iyidir.
Konuta girince, kırmızı gözleri lobiyi taradı. Boştu. Arkadaşlarını' uyandırmamak için,
merdivenleri sessizce çıktı. Yatak odasının kapısı açıktı; burada kilitlemek yasaktı. İçeri
girerek, kapıyı arkasından kapattı.
Oda sade döşenmişti. Kaba tahta zeminde yatak olarak kullanılan hasır ve çam ağacından
bir şifoniyer vardı.
Bu hafta burada misafirdi, New York'ta ise yıllarca benzeri bir mabette
kutsanmıştı.
Tanrı bana barınak ve hayatım için bir amaç verdi.
Silas bu gece borcunu geri ödemeye başladığını hissediyordu. Hemen şifoniyerin yanına
giderek, en alt çekmecedeki cep telefonunu alarak, bir numara çevirdi.
Bir
erkek sesi, "Evet?" diye cevap verdi.
"Öğretmen'im, döndüm."
Ondan haber almaktan hoşnut olduğu anlaşılan ses, "Konuş," diye buyurdu.
"Dördü de öldü. Üç
sénéchaux... ve
Büyük Üstat'ın kendisi."
Sanki dua etmek için ayrılmış, kısa bir sessizlik yaşandı. "O halde, herhalde bilgiyi
almışsındır, değil mi?"
"Dördünün söylediği birbirini tutuyor. Ayrı ayrı konuştular."
"Ve sen de onlara inandın mı?"
"Söyledikleri rastlantı olamayacak kadar birbirini tutuyor."
Heyecanlı bir nefes sesi. "Mükemmel. Kardeşliğin gizlilik konusundaki namının devam
etmesinden korkmuştum."
"Ölüm korkusu güçlü bir motivasyon aracıdır."
"Pekâlâ öğrencim, bana bilmem gerekeni söyle."
Silas kurbanlarından topladığı bilginin şok etkisi yaratacağını biliyordu. "Öğretmen'im,
dördü de
clef de voûte'nin var olduğunu doğruladılar... efsanevi
kilit taşının."
Telefonun diğer ucundaki hızlı nefes alışı duydu, Öğretmen’in heyecanını
hissedebiliyordu. "Kilit taşı. Aynen tahmin ettiğimiz gibi."
İlme göre, kardeşlik taşın -bir
clef de voûte'nin... ya da
kilit taşının kardeşliğin
en büyük
sırrının nihai mevkiini gösteren gravürlü bir tabletin haritasını yapmıştı... bu bilgi o kadar
güçlüydü ki, onun korunması kardeşliğin varoluşunun sebebi haline gelmişti.
Öğretmen, "Kilit taşma sahip olduğumuzda," dedi. "Yalnızca bir adım kalmış olacak."
"Düşündüğünüzden daha yakınız. Kilit taşı burada, Paris'te."
"Paris'te mi? İnanılmaz. Fazlasıyla kolay."
Silas o akşam daha önce meydana gelenleri anlattı... kurbanlarının dördünün birden,
ölmeden
saniyeler önce, sırlarını açıklayarak Tanrı'sız yaşamlarını nasıl çaresizce geri almaya
çalıştıklarını. Her biri Silas'a tıpatıp aynı şeyleri söylemişti -kilit taşı, Paris'teki eski
kiliselerden birinin içine ustalıkla saklanmıştı Saint-Sulpice Kilisesi'ndeydi.
Öğretmen, "Tanrı'nın evinin içine," diye çığlık attı. "Bizimle nasıl da dalga geçmişler!"
"Yüzyıllar boyunca yaptıkları gibi."
Öğretmen bu zafer anını iyice hazmedebilmek için bir süre sessiz kaldı. Sonunda konuştu.
"Tanrı’ya büyük bir hizmette bulundun. Bunun için yüzyıllardır bekliyoruz. Taşı benim için
ele geçirmelisin. Hemen. Bu gece. Tehlikeleri biliyorsun."