Zor bir yolculuk oluyor. Doğuya doğru gittikçe dehşet ve
panik artıyor. Sabahın ilk saatlerinde Adapazan’na varıyorlar.
Motorla bile babalarının oturduğu apartmana ulaşmak zor. Yı
kılan evlerin enkazları yolları kapatmış. Şehirde toz, korku,
çığlık, feryat ve umutsuz bir çaba var. Artçı depremler oldukça
şehri tazelenen bir panik kaplıyor.
Anne-babalarının oturduğu apartmana varıyorlar. Bina du
ruyor, bodrum kat biraz zemine gömülmüş, o kadar. Ama iki
yanında bulunan altı katlı apartmanlar üçer kata inmiş. Alt kat
lar bisküvi gibi unufak olmuş. Yıkıntılardan yükselen toz yatış
mamış daha, güneşin ilk ışıkları tozu parlatıyor. İnsanlar yüz
lerce tonluk demir, beton yığınlarının başında. Hepsinin yüzle
ri acıdan kaskatı kesilmiş. Anneler enkaz altında kalan çocuk
larına sesleniyor. Babalar yüzlerce tonluk beton yığınlarını elle
riyle kaldırmak için umutsuzca çabalıyor. Anne babasını bula
mayan çocuklar hıçkırarak, kardeşler birbirlerine sarılarak ağ
lıyor. Bir adamın çıplak ayakları kırık camlara basmaktan pa
ramparça olmuş, kan içinde ama farkında değil, acısını duymu
yor. Ailesini arıyor. Bir başkası, kucağında ölü çocuğu, delice
çığlıklar atıyor. Manzara dayanılır gibi değil.
Babanın komşularından birkaç kişiyi görüyorlar. Onlara so
ruyorlar. Babaları dışarı çıktı mı? Gördüler mi? Komşular bil
miyor, kimse kendinde değil zaten, herkes şaşkın, herkesin
cümleleri darmadağın.
Babalarına ulaşmaları lazım. Ama apartmanın kapısı açılmı
yor, menteşeleri oynamış, epeyce uğraşıyorlar, açamayınca gi
rişteki bir dairenin penceresinden binaya giriyorlar. Aklı hâlâ
başında olan bir komşu engel olmaya çalışıyor, artçı depremler
oluyor diyor ama dinlemiyorlar. Girdikleri dairede ayakta du
ran tek bir eşya yok. Evin hali ürkütücü.
Merdiven boşluğu zifiri karanlık, elektrik kesik. Son anda
yanlarına almayı akıl ettikleri feneri yakıyorlar, basamaklara
bakıyorlar, güvenli mi? Sağlam görünüyor. Basamaklara dik
katle basarak, duvarlara tutunarak çıkıyorlar.
Dördüncü kata varınca birbirlerine bakıyorlar. Anne babala
rını toprağa vermeye hazır değiller. Ama ölüm hazır mısın di-
149
ye sormuyor. İki kardeş aynı anda anahtar çıkarıyorlar. İkisi de
baba evinin anahtarını yanlarında taşıyor.
“Açmayabilir,” diyor büyüğü, “menteşesinden oynadıysa.”
Kapı çelik, kırmaları imkânsız. Allahtan kolayca açılıyor.
Korka korka içeri giriyorlar.
Donakalıyorlar.
Babaları pijamalı, elinde süpürge, sakince cam kırıklarını sü
pürüyor. Salondaki vitrin nasıl olmuşsa devrilmemiş ama için
deki her şey yere düşüp kırılmış. Kristal bardaklar, porselen
fincanlar, tabaklar, kadehler tuzla buz, sağlam kalan tek bir
cam eşya yok.
Baba oğullarını görünce gülümsüyor, geldiklerine sevindi
ği belli.
“Anneniz iyi,” diyor hemen.
İki kardeş babalarının boynuna atılıyorlar, ağlıyorlar. Doğup
büyüdükleri şehri bir enkaz yığını halinde gördükleri halde,
depremin dehşetini babalarını kucakladıkları an hissediyorlar.
Sinirleri boşalıyor ikisinin de.
“Baba niye dışarı çıkmadın?” diyor büyük oğul, gözlerini si
liyor.
“Annenizi bırakıp!” diyor baba.
Bunu nasıl sorarsınız der gibi bakıyor. İki kardeş annemiz
zaten ölü diyemiyorlar.
Annelerinin odasına gidiyorlar. Kadın yatağında, hayatta
sanki hiçbir şey değişmemiş gibi yatıyor. Beş yıldır sonsuz uy
kuda, uykusu bir gün sessizce ölüme bağlanacak.
“Önce burayı toparladım,” diyor baba, günlük bir işten söz
eder gibi. “Annenizin yatağı bir duvardan bir duvara çarptı dur
du. Ben de beraber.”
Artçı depremler olduğunda gene duvara çarpmasın, karı
sı zarar görmesin diye yatağın tekerleklerini battaniyelerle sar
mış, annenin iki yanına yastıklar sıralamış.
Babanın başının sağ tarafında bembeyaz saçları kana bulan
mış. Büyük oğlan elini uzatıyor.
“Yaralanmışsın,” diyor.
“Kanadı biraz ama geçti,” diyor baba. Oğlunun dokunmasına
150
izin vermiyor. Yatakta sessizce uyuyan karısına bakıyor. “Ya
taktan düşecek diye korktum ama bir şey olmadı çok şükür.”
Yaşlı adam karısının saçlarını okşuyor.
“Annemi hastaneye götürmemiz lazım,” diyor büyük oğul.
“Seni de bize götüreceğiz.”
Baba duymazlıktan geliyor. Yatak odasına gidiyor. Oğulları
da peşinden. Adam yatağın üstüne devrilmiş gardırobu kaldır
mak için yardım istiyor oğullarından. Birlikte tutup kaldırıyor
lar. Baba temiz çarşaf çıkarıyor.
“Annenizin çarşaflarını değiştirme günü bugün,” diyor.
Yatak odası darmadağın ama yatak bozulmamış. Küçük oğul
babasının yatağında yatmamış olduğunu anlıyor. Yatmış olsa
üstüne devrilecek bu gardırobun altından canlı çıkmazdı her
halde.
“Deprem olduğu sırada uyumuyor muydun sen?” diye so
ruyor. Elinde temiz çarşaflarla karısının odasına giden adamın
peşinden.
“Uyuyordum,” diyor baba, annenin başucundaki koltuğu
göstererek. “Burada. Ben burada uyuyorum geceleri.”
“Ne zamandan beri?”
“İlk günden beri.”
Babaları beş yıldır kendi yatağında yatmamış.
151
Bir Alman gelinin
karalahana çorbası karşısındaki tutumu
Gidecekleri köy çok uzak olmadığı halde, damat ve yakın akra
baları sabah erkenden yola çıkıyorlar. Nişandan önce kız tara
fına verilecek hediyeleri götürecekler. Gelin aslında Adapaza-
rı’nda yaşıyor. Köyde ortaokul olmadığı için, Tozlu Cami’nin
altında zahire dükkânı işleten evli ve çocuklu abisinin yanına
okumaya gelmiş, bir daha da dönmemiş. Ama anne-babası, yaş
lı amcalar filan hâlâ köydeler.
Biri yeşil Ford, diğeri uçuk mavi Peugeot iki arabaya kurul
muş, üçü erkek, biri çocuk on kişi. Kafilede biri damadın abla
sı, öbürü büyük yengesi olan iki yaşlı kadının dışındakiler Ada-
pazarı’nın neredeyse genetik muhafazakârlığı ile Batılı yaşama
biçiminin birbirine geçtiği alanda yaşamayı çabucak öğrenmiş
genç kadınlar. Bu “birbirine geçen alan” öyle kolayca tanımla
nabilir cinsten değil. Kumsalda dalganın kıyıya vurup çekilme
si gibi, olayların niteliğine göre muhafazakârlık ya da Batılılık
kısmı daralıp genişliyor.
Cumhuriyetin ellinci yılını idrak etmeye dört yıl var ve ai
le tarihlerinin altın çağına ilk adımlarını atan bu kişiler, zaman
içinde, kendilerine benzeyen pek çok aile gibi bu ikili yaşayış
tan tuhaf, tanımlanamaz bir kaosa geçeceklerini, merkezinde
yer aldıkları, hatta bir tür “düalite”yi abartılı bir gururla tem-
152
Dostları ilə paylaş: |