Köylü kadın çocuğu gösterip “Bu neyin oluyor?” diyor.
“Ada’da mı oturuyorsunuz?”1 diyor. “Nereye gidiyordunuz?”
diyor. “Çocuğun var mı?” diyor. Alman gelin anlamıyor, sürek
li Almanca teşekkür ediyor. Köylü kadın daha bir sürü soru so
runca çocuk dayanamıyor.
“Türkçe bilmiyor ki, Alman o,” diyor.
Köylü kadın “Biliyorum,” diyor.
“Niye soruyorsun o zaman?” diyor çocuk.
Kadın kuzinede kaynayan tencereyi tahta kaşıkla karıştırı
yor. Mısır ekmeğini kuzineden çıkarıyor, tepsiyi bir sofra bezi
ne ters çeviriyor, kalın dilimler kesiyor. Keserken ekmeğin nar
gibi kızarmış kabuğu parçalanıyor, çocuk yutkunuyor. Alman
gelin gözleriyle masa ararken köylü kadın sofra bezini yere se
riyor, yer sofrasını koyuyor.
“Karnınız açtır,” diyor. “Karalahana pişirdim, sever misin?”
diyor.
Alman gelin sadece gülümsüyor.
Sofraya peynir, yoğurt, turşu koyuyor. Bir tas haşlanmış ta
ne mısır, bir tas kabuklu fındık, bir tas kuru üzüm koyuyor.
Kalaylı bakır tabaklara karalahana çorbası koyuyor. Alman ge
linle artık konuşarak anlaşamayacaklarının farkında. Kolun
dan tutup kaldırıyor, yerdeki mindere oturtuyor, sofra bezini
dizlerine örtüyor. Çocuk bağdaş kurup oturuyor. Yaşı çok kü
çük ama sık sık dedesine gittiği için köy hayatını biliyor. Dede
si kışları şehirde, oğullarının yanında, her şeye karışarak; yaz
ları ise köydeki bahçeli evinin sundurmasında oturup Sakarya
Nehri’nin kıvrılarak genişlediği manzaraya karşı rakı içerek ge
çiriyor.
Köylü kadın koca bir parça kuyruk yağı kattığı karalahana
çorbasını uzatıyor geline. Gelin tabağı alıyor, odaya girdiğin
de duyduğu ağır kokunun kaynağının bu yemek olduğunu an
lıyor. Köylü kadın tahta kaşıkları uzatıyor. Çocuk karalahana-
yı sevmiyor, ama mısır ekmeğini seviyor, ekmeğin kıtır kıtır ol
muş kabuğunu yemeye başlıyor.
I
Adapazarlılar şehirlerine kısaca “Ada” derler.
159
Alman gelin karalahanadan bir kaşık alıyor, güçlükle yutu
yor. Şu ağır kokusu olmasa belki birkaç kaşık yiyebilirdi ama
mümkün değil. Gülümsüyor. Köylü kadının iyi niyetine, hiç
mecbur olmadığı halde kurduğu sofraya minnettar. Ama Av
rupalI o, yapmak istemediği bir şeyi yapmıyor. Karalahana çor
basını olduğu gibi bırakıyor. Çocuğun yaptığını yapıyor, mısır
ekmeğiyle yoğurt yiyor.
160
Bettina’nın
mahalleyi galeyana getiren bikinisi
Bettina’nın kulağı radyoda. Ama Türkçe radyodan bir şey anla
dığı yok. Biraz kurcalıyor Almanca, Fransızca bir şeyler bula
bilmek için, parazitten başka bir şey bulamıyor.
Sabah sevgilisinden bildiği dillerde bir gazete getirmesini is
tedi.
Sevgilisi “Olur,” dedi, “Hemen çıkarsam sekiz buçuk İstan
bul trenine yetişirim.”
Bettina, “Lütfen acele et,” dedi.
Sevgilisi tam da ekmeğe çilek reçeli sürüyordu, baktı ki Bet
tina gerçekten İstanbul’a gideceğini sanıyor, güldü.
“Almanca bir gazete almak için kalkıp İstanbul’a gidemem,”
dedi. “Hem gitsem bile en az on beş gün öncesininkini bulu
rum, onu da çoktan okudun.”
Sonra İstanbul’un burnunun dibindeki bu şehirde bile yer
li gazetelerin dağıtılmasının sabah saat onu bulduğunu anlat
tı. Burası gene şanslı. Erzurumlular mesela, üç günlük gazeteyi
okuyabiliyorlar ancak, o da kar yağıp yolları kapatmazsa.
Bunu Bettina’nın aklı almıyor. Buraya geleli bir hafta oldu,
ama aklının almadığı çok şey var hâlâ. Mesela niye bu ülkede
televizyon yayınının olmadığını, telefonun niye ancak birkaç
zengin evi ile bazı işyerlerinde bulunduğunu anlamıyor. Sev-
161
gilisiyle niye aynı yatakta yatamadıklarını da anlayamıyor. Du
varları bembeyaz badanalı, sade ama çok temiz bir oda verdiler
ona, demir başlıklı, pike örtülü karyolada yalnız yatıyor. Sev
gilisi “Çünkü burası ablamın evi,” filan diye lafı dolandırıyor.
Bettina ne alakası olduğunu soruyor ama cevap alamıyor.
Sevgilisi kahvaltıdan sonra çıkıyor. Yapılacak işleri var, ak
şama ancak döner. Bettina, sevgilisinin ablası ve iki çocuğuyla
evde kalıyor. Sıkıcı bir gün olacağa benziyor. Allahtan bir sürü
Almanca kitap var yanında.
Bettina Berlin’de siyaset ve sosyoloji okuyor. Sohbet etme
yi, insanları tanımayı, farklı kültürleri incelemeyi çok seviyor.
Ama ablanın konuşabildiği bir yabancı dil yok. Berlin’de ma
kine mühendisliği okuyan kardeşi bu Alman kızını koluna ta
kıp getirene kadar da ihtiyaç duymamıştı. Ama şimdi, hiç de
ğilse derdimi anlatacak kadar bilseydim! diye düşünüyor. Ko
cası sözde Haydarpaşa Lisesi’nde okurken Fransızca öğrenmiş.
Pek kasılır biliyorum diye, ama Bettina’yla karşı karşıya gelin
ce dilini yuttu. “Anlayamıyorum, bu kızın aksam bi tuhaf,” di
yor. Söylediklerine kendisinin de inanmadığı yüzünden belli.
Bir devlet dairesinde kısım şefi olarak çalışıyor. Öyle fazla para
kazandığı yok, memur işte, ne uzar ne kısalır.
Abla Bettina’nın gelişiyle birlikte mahallede ilgi odağı oldu.
Komşularına hava atıyor, konuşması, davranışları değişti. Bir
Alman kızını koluna takıp gelebilen kardeşiyle övünüyor. Ba
balarının da açık fikirli bir adam olduğuna inanıyor. Baktı ki
oğlu maşallah çok zeki, iyi de okuyor, memleketin en iyi mü
hendisi olsun dedi, kavaklığını satıp Berlin’e üniversiteye gön
derdi. Açık fikirli olmasa yapar mı?
Fakat Bettina’yı tanıdıktan sonra, oğullarını okutan babası
nın kendisine ve ablasına “Ya kız enstitüsüne gidersiniz ya da
evde oturursunuz,” demiş olmasına içerlemeye başladı. Gerçi
hiç itiraz etmemişti o zaman, dikiş-nakış öğrenmeyi, pasta yap
mayı marifet sanmıştı. Enstitüyü bitirmeden de evlendi. Şimdi
Bettina’nın haline tavrına, üşenmeyip ta Berlin’den taşıdığı ki
taplarına baktıkça, mesela çocuk doktoru olabilirdim veya avu
kat, diye düşünüyor. Kendini aşağı hissediyor.
162
Dostları ilə paylaş: |