Ama Japonların peşinden “Hay makarimasu!” diye bağırarak
koşmalarının sona ermesinin nedeni utanç değil, bıkmış olma
ları. Sıkılmışlar bu oyundan. Her sataşma bir karşılık almak is
ter çünkü. Japonlar karşılık verecekleri, “Yes yes... Şogun!” di
ye gülecekleri yerde içlerine kapanınca şehirde Japonlara dair
hikâyeler de, heyecan da sönüyor yavaş yavaş. Japonların çoğu
görevini tamamlayıp dönüyor, yerlerini Türk yöneticilere bıra
kıyorlar. Derken şehirde Japonlar tümüyle unutuluyor.
Zaten bir daha ancak 1999 depreminde yerle bir olmuş o
lüks otelin çatısına çıkarak hayatta kalmış olmaları gazetele
re konu olacak.
Sonra da Van depreminin ardından hayat kurtarmak isterken
yeni bir depremle çöken Bayram Otel’in altında kalarak haya
tını kaybeden Japon doktor Atsuşi Miyazaki’nin arkasından sa
mimi bir üzüntü duyacak bu millet.
170
Bir Mardin hikâyesi: Kuyu
19601ı yıllar. Mardin eşsiz mimarisiyle bir Mezopotamya şahe
seri olduğunun henüz farkında olmayan bir şehir. Eşsiz oldu
ğunu anlar gibi olduğunda da geç kalacak, nefes kesen güzel
likteki kesme taştan yapılarının çoğu ya yıkılmış ya bozulmuş,
boşlukları çirkin beton binalar doldurmuş olacak.
Mardin’e tayini çıkan bir memur, karısıyla birlikte şehre ge
liyor. Genç çift iner inmez bir dil ve millet kalabalığıyla karşı
laşıyorlar. Burada Araplar, Nasturi ve Keldani Süryaniler, Kürt-
ler, Yezidiler, Zazalar, Ermeniler, Türkler iç içe yaşıyorlar, ha
vada pek çok dilin sözcükleri birlikte yankılanıyor. Tepedeki
kaleden eteklere uzanan şehir öyle güzel ki, genç çiftin dilleri
tutuluyor. Sayısız uygarlıktan süzülmüş bu şehrin, güneş ışık
larını altın yapraklar gibi yansıtmasına hayran kalıyorlar. Genç
memur çağlar öncesinin Mezopotamya’sında geçen bir rüyada
yaşadığını sanıyor.
• •
Süryani eczacı Abgar’ın konağının alt katını kiralıyorlar. Ust
katta da eczacı ve kansı oturuyor. Abgar’ın bir oğlu, bir kızı
var, ikisi de İstanbul’da üniversitede okuyor. Konağın genç me
murun kiraladığı kısım öyle büyük ki çok azını kullanabilecek
ler. Ev sütunlu, kemerli bir taş avluya açılıyor. Ortada taş bile
zikli, taş kapaklı, çıkrıklı bir kuyu var.
171
Ev eşyalarını “ambara vermiş’İer. Öyle deniyor o zaman
lar. Ambar denilen nakliye şirketlerine bağlı çalışan kamyon
lar farklı şehirlere uğrayıp değişik nitelikte yükler alıyor, dağıta
dağıta geliyorlar. Bir kamyonun tüm yükünü dağıtması on beş
günü buluyor bazen. Memurla karısının eşyaları da yolda; sıvı
yağ, kimyevi madde, makine parçası, kumaş, inşaat malzeme
si gibi bir sürü alakasız yükle birlikte gelecek. Evlerini kurana
kadar ucuz bir otel bulup kalmayı düşünüyorlar ama Abgar’la
karısı Marlin izin vermiyorlar, eşyaları gelene kadar kiracılarını
kendi evlerinde misafir ediyorlar.
Yazın ortası, hava çok sıcak, gece kapalı bir yerde uyumak
imkânsız, sıcaktan nefes alınmıyor. Bu yüzden geceleri açık ha
vada, damlarda, taht dedikleri, yan yana sıralanmış, cibinlikle
çevrelenmiş yüksek tahta karyolalarda uyuyorlar. Burası altın
ışıklar şehri ama aynı zamanda akrepler şehri. Akrep maviye
gelmez dendiği için maviye boyanan tahtların ayakları içinde
zehirli bir sıvı bulunan kaplara oturtuluyor ki, akrepler maviye
rağmen gelecek olurlarsa yataklarına tırmanamasın. Memurla
karısı cibinliklerini aralayıp şehrin ışıklarına baktıklarında be
yaz çarşaflar ve cibinliklerle donanmış damlarda zamanın son
suza kadar durmuş olduğu hissine kapılıyorlar.
Memurun genç karısına öyle el el üstünde oturmak ayıp ge
liyor, iş yapmak istiyor. Ama Marlin misafirsin deyip elini bir
işe sürdürmüyor. Genç kadın da Marlin’in Midyat’a annesini zi
yarete gitmesini fırsat bilip avluyu yıkamaya karar veriyor. Ku
yudan çektiği suyu taş avluya döküyor, yerleri fırçalıyor, kona
ğın duvarları boyunca uzanan gölgeliği taşıyan sütunları ovu
yor, ortalığı parlatıyor. Hava öyle sıcak ki, suyun serinliği çok
hoşuna gidiyor. Güneş iyice eğildiğinde kuyudan çektiği son
suyu ayaklarına döküyor. Genç kadın Güreli, kaplıca memle
ketinden. Babaevinde musluk kapama âdeti yoktur, suyu öy
le akar durur.
Memurun mesaisi bitmiş, Abgar da eczaneyi kalfasına bırak
mış, daracık merdivenli sokaklarda yürüyorlar. Yolda da Mar-
lin’le karşılaşıyorlar. Üçü birlikte eve geliyorlar.
Avluya girince Marlin’in yüzündeki gülümseme soluyor.
172
“Avluyu mu yıkadın?” diyor.
Memurun karısı takdir bekleyerek başını sallıyor. Marlin ku
yuya gidiyor, çıkrığı salıyor, çekiyor ama kova boş. Memurun
karısı iki ailenin bütün yaz kullanacağı suyu bir günde bitir
miş. Marlin ile Abgar ile bakışıyorlar. Memur bir terslik oldu
ğunu anlıyor.
“Dua edelim de yağmur yağsın,” diyor Abgar.
Genç çift bu altın ışıklı şehirde en değerli şeyin su olduğunu
böylece öğreniyorlar.
173
Tokyolar
ve
bir boğulma anı
Küçük kız göz alabildiğine uzanan denize bakarak “Karşıda ne
var?” diye soruyor.
“Rusya var,” diyor dayısı.
“Rusya ne?”
“Bir memleket.”
“Kimin memleketi?”
“Komünistlerin.”
“Ceyhun Abi niye orda değil?”
“Niye orda olsun?”
“Ceyhun Abi komünistmiş.”
“Sen nerden biliyorsun?”
“Herkes öyle söylüyor. Komünist olduğu için hapse girdi di
yorlar.”
“Sen öyle şeyleri dinleme. Daha çok küçüksün, aklın ermez,”
diyor dayısı. Sonra “Hani yüzme öğrenecektin sen? Hadi baka
lım doğru denize!” diyerek çocuğu belinden kavrayıp kucakla
dığı gibi denize koşuyor.
“Tokyolanın! Tokyolarım!” diye bağırıyor küçük kız, aya
ğından düşen tokyolarına ellerini uzatarak. Dayısının kucağın
dan iniyor; tokyolarım alıp plajda, konu komşu ve akrabalarıy
la oturan annesinin yanma gidiyor, tokyolarım da havlusunun
174
Dostları ilə paylaş: |