Microsoft Word kip\307aklar



Yüklə 0,83 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə18/34
tarix19.07.2018
ölçüsü0,83 Mb.
#57002
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   34

mezarlıkları “ana” yolların yakınında kuruldular. 

Fakat,  kurganın  en  umulmadık  vazîfesi,  III.  yüzyıla  doğru  anlaşıldı.  Eskiden  böyle  değildi. 

Bozkırlılar  için  kurgan  açık  göğün  altındaki  tapınak  hâline  geldi.  Kutsal  dağların  eskiden 

oldukları  gibi.  Kurgana  giriş  kapısı  önünde,  “haram”  ismini  verdikleri  bir  meydan  yaptılar. 

Burada konuşmak yasaktı; sâdece duâ etmek mümkündü. Kurganın tepesinde, eskiden olan 

anıtın yerine, kerpiçten, çadıra çok benzeyen bir şey yaptılar. 

Bu  neydi?  Ne  içindi?  İnsanların,  kutsal  Kaylasa  dağının  siluetini  ritüel  yapıya  ancak  böyle 

kazandırmış olmaları mümkündür. Belki de başka bir sebebi vardır. 

Eğer bu tahmin doğruysa, o zaman, ilk tapınakların niçin IV. yüzyıla doğru ortaya çıktıkları 

anlaşılır.  Kıpçaklar,  onlara  “kilisa”  yâni  “kilise”  (Kaylasa  kelimesinden  geliyor  olmalı)  adını 

vermişlerdi. 

Çadırımsı stiller, kutsal dağların görünüşlerinin bir tekrârı idi; bu biçim tam o sırada mâbet 

mîmârisine iyice yerleşti. Bu biçim, Türk rûhî/mânevî kültürünün bâriz bir yeni işâreti oldu! 

Kıpçaklar,  mâbetlerini,  o  zamandan  beri,  yalnız  yüksek  yerlerde  yaptılar.  Sanki  kurgan 

üzerinde gibi. Veyâ, seçkin insanların mezârları üzerinde. 

İşte,  sıradan  bozkır  kurganlarının  ne  kadar  çok  sır  sakladıkları  anlaşılıyor.  Bunlar,  yığılarak 

yapılmış toprak dağları gibidirler. 

...  Büyük  kavimler  göçünün,  bâzı  ilim  adamlarının  gördükleri  gibi,  aç  ve  çulsuz  sürülerin 

hareketleri olmadığı âşikâr idi. O, Büyük Altay kültürünün Avrasya topraklarına  ilerleyişi ve 

gelişmesi idi. Türkler, Doğu ve Batı’nın birbirlerine yakınlaşmaları için, titanların kahramanca 

hareketlerini  yaparak,  bir  adım  attılar.  Bizâtihî  bu,  tartışmasız,  olağanüstü  târihî  bir 

hâdisedir. Başka bir ifâdeyle, onlar, yeni devletlerini kurarak, parça parça olmuş eski dünyâyı 

sanki birleştirdiler. Böylece Avrasya (buradan Avrasyalılar) ortaya çıktı. 

Beş  nesil,  beş  ömür  geçti;  Kıpçaklar  Kafkasya’ya  gitmeden  önce,  Roma  imparatorluğu 

sınırlarına vardılar. Bunu Han Aktaş yaptı. Batı’yı ilk olarak o gördü. 

HAN AKTAŞ

 

Altaylılar, beklenmedik bir anda bir ırmağın kıyısına ulaştılar... Büyülenip kaldılar. Bozkırlılar, 



bu kadar çok suyu olan bir ırmağı daha önce görmemişlerdi. Ona İdil (Volga) adını verdiler. 

Irmağın kenârında, her zamanki gibi, ordugâh kurdular; çevreye keşifçiler gönderdiler. 

Bir  süre  sonra  keşif  kolu,  orada  yaşayan  ve  anlaşılmaz  bir  dille  konuşan  insanlar  hakkında 

bilgi  getirdiler...  Böylece  (belki  hiç  de  böyle  değil),  Doğu  ile  Batı,  Avrupalılarla  Türkler 

“karşılaştılar”. 

Bu Avrupalılar kimlerdi? Bugün güvenle söylemek mümkün değildir. 

İdil,  o  sırada  Hazar  Denizi’ne  dökülüyordu  ama,  Volga’nın  tam  bugünkü  döküldüğü  yerden 

değil. Üç yüz kilometre daha güneyden. Irmak, geniş bir kavis yaparak, Kafkas bozkırlarına 

giriyor,  Kafkas  dağlarına  yaklaşıyordu.  Buradaki  sâhillerde  yaşayan  ve  Türklerin  önlerine 

çıkanların kimler oldukları bilinmiyor. 

İdil’in  eski  yatağı  bugün  hâlâ  duruyor;  fakat  o  zamandan  kalan  eserler  artık  yok  (zaman, 

bilindiği  gibi,  taşlara  bile  aman  vermiyor).  Çok  şey  yok  oldu.  Sâdece  incelemeler  için 

materyal var. 

Meselâ,  eski  şehirler...  Gerçekten,  bunlar  hakkında  bugün  fazla  bir  şey  bilmiyorsun.  Bu 




şehirler, sanki toprağa karışıp gittiler; çamurlar içinde kayboldular. Aslında bunlar, samanla 

karışık kilden  yapılmışlardı. Kerpiçten.  Evler  sıcak, fakat  dayanıksızdılar. Kil, yağmurlardan, 

ayazlardan  aşındı.  Sâdece  kerpiç  temeller  ayakta  kaldılar.  Arkeologlar,  bu  şehirlerin 

bânîlerini  –Türkleri–  bunlarla  tanıdılar...  Bozkırda  bu  tür  eserleri  sâdece  Türkler 

bırakmışlardı. 

Ocakta pişmiş bu kil, bu alelâde kerpiç, bir arkeologa o kadar çok şey anlatıyor ki, o ancak 

şaşırıp  kalıyor.  Meselâ,  Türklerdeki  uzunluk  ölçülerini,  işte  bu  kerpiçlerden  öğrendiler. 

Mîmarların birkaç ölçü birimi kullandıkları anlaşıldı. Arşın ve sajen (2,13 m.), onlara Altay’da 

da hizmet etmişti. İşte esas ölçü olarak, kerpicin kendisi, onun uzunluğu her zaman kaldı. 

Türk  ustalar,  kerpiçlerini  26-27  cm.  uzunluk  ve  5-6  cm  kalınlıkla  verilen  ölçülere  titizlikle 

uyarak  yaptılar.  Ne  büyük,  ne  küçük.  Genişliği  ise,  uzunluğunun  yarısı  idi.  O,  erkeklerin 

avuçlarına tam olarak sığıyordu. Her şey çok pratikti. 

Baykal’dan  Batı  Avrupa’ya  kadar,  bozkırın  tamâmında  bu  tür  kerpiçlerden  binlerce  binâ 

yapılmıştır. Bâzı kerpiçler üzerinde, onları yapanların damgaları (firma işâreti) bulunuyordu. 

Karışmamaları için. 

Kerpiçler kare şeklinde idiler. Fakat her yerde aynıydılar: yâni 26-27 cm. Yedi-buçuk kerpiç 

bir  sajen  (2,13  m.)  ediyordu  (kuşkusuz,  harcın  kalınlığına  göre)...  Uzunluk  ölçüsü.  Bir 

sajende üç arşın. 

Türk  mîmârîsi,  işte  böyle  –ölçü  ile–  başladı.  Bânîlerin,  göz  önünde  bulundurdukları  bir 

projeye  sâhip  oldukları  açıktır;  çünkü  binâlar  güzeldiler,  muntazam  idiler,  sağlamdılar. 

Projesiz, hesapsız böyle binâlar yapılamaz. 

Arkeologlar,  Volga  (İdil)  havzasında,  Ural’da,  Altay’da,  Kazakistan’da,  Dağıstan’da,  Don’da, 

Ukrayna’da, Merkezî Avrupa’da pek çok eski binâ izleri buldular. 

Büyük  Türk  göçlerinin  anıtları,  bozkırda  ve  diğer  yerlerde  iyi  muhâfaza  olunmuştur.  Hiç 

umulmadık  biçimde.  Gerçi,  onları  anıt  olarak  isimlendirmek  güçtür;  bunlar  yolların 

kenarlarındaki  taşlardır.  Her  birinin  üzerine  geyik  resimleri  kazınmıştır;  bu  sebeple 

arkeologlar onları “geyikliler” diye isimlendirdiler. 

Güneşli geyik de Tengri’nin bir işâreti idi; demek oluyor ki, Türk rûhî/mânevî kültürünün bir 

alâmet-i fârikası. O, Türklerde haçların ortaya çıkmalarından çok önceye işaret etmektedir. 

Geyikli  taşlar,  yolculara  gerçek  bir  danışma  bürosu  olarak  hizmet  vermişlerdi.  Onların 

üzerlerine uzaktan görülebilen resimler ve metinler kazımışlardı; bunlar yabancı bir diyarda 

yol bulmaya, yön belirlemeye yardım ediyorlardı. 

“Sağa  gidersen,  saraya  rastlarsın;  sola  gidersen,  hiçbir  şey  bulamazsın...”  Hayır,  bu  sözler 

bir masaldan değil, yolların kenarlarında bulunan taşlardan. Onlar başlı başına bir rapor, bir 

vesikadırlar.  Fakat  herkesin  okuyamayacağı  bir  vesika.  Sâdece  kendisi!  Runik  yazıyı  bilen. 

Yolculara yardım etmek, güzel bir Türk geleneğidir. 

Sağda/sağa,  solda/sola,  ileri/ön,  geri... Bunlar  belli  başlı  esrarlı yön noktaları. Sağa/sağda, 

güneye/güneyde;  sola/solda,  kuzeye/kuzeyde,  ileri/ön,  doğuya/doğuda...  mânâsına 

geliyordu.  Yolcu,  yolların  kenârındaki  bilgiyi  okuyarak,  ileride  kendisini  neyin  beklediğini 

öğrenmekte ve karşılaşmaya hazırlanmaktaydı. 

Bütün  mesajları,  bozkırda  karşılaştıkları  büyük  yalçın  kayalar  veya  taşlar  üzerine  yazdılar. 

Şiirsi  satırlar  kazıdılar...  Tabiî,  hepsi  eski  Altay  geleneği  idi;  o  bozkırda  ebediyete  kadar 

yerleşti. 



Yüklə 0,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə