öldürülebilirlerdi. Bu âdil bir öldürme idi; kimse böyle bir ölümün intikâmını alma hakkına
sâhip değildi.
Kıpçakların hayâtında pek çok sevinç vardı; pek çok bayram, onların hayatını
renklendiriyordu. Onlar, başarılı bir askerî seferden sonra, en sevdikleri oyuna tutuşurlardı:
Atlılar, ellerine dama taşlarını değil, uzun eğri sopaları alırlar ve onlarla zemin (pol) üzerinde,
düşmanın deri bir torbaya sarılmış kesik başını sürerlerdi. Haşmetli bir zafer oyunu!
Bu yabânî eğlence, bugüne kadar unutulmadı; ona “polo” deniyor. (Bu oyunu İngilizler
seviyorlar; çünkü ataları, adaya Attila ile birlikte gelmişlerdi.) Fakat, şimdi –bir zamanlar
sürdükleri gibi– düşmanın kesik başını değil, ağaçtan yapılmış bir topu sürüyorlar. Buna
karşılık, oyunu eski kâidelere göre oynuyorlar!
Millet gibi, gelenekler de ölmüyorlar... Sâdece anılar ölüyorlar.
BİRLEŞİK AVRUPA ORDUSUYLA MEYDAN SAVAŞI
Prisk’in heyetine Attila soğuk davrandı. Her tavrıyla, her hareketiyle, heyetten
hoşlanmadığını gösteriyordu. Çevreye hâkim olan hîle, aldatmaca, onun hoşuna gitmemişti.
Büyük Kıpçak, çoktan beri biliyordu ki, yalan bir sanattır ve politika vardır. Fakat o,
Avrupa’da mevcut olan bu çarpık kâideye boyun eğemezdi. Onu kabûl edemezdi.
O, başka bir kâideye göre, başka bir siyâsî kültürle yaşıyordu. Onun ahlâkı farklı idi.
Kıpçaklar, hîle ile zengin olamayacakları, bunun yüzkarasından başka, hiçbir şey
kazandırmayacağı düşüncesiyle büyüyorlardı. İşte şimdi Attila, açıkça görüyordu ki,
Hristiyanlar, onun en iyi askerlerini ayartıyor, kendilerine çekiyorlar. Bunu açıkça ve
küstahça yapıyorlar. O, listeleri gösterdi ve hâinleri iâde etmelerini talep etti. Fakat,
Avrupalılar, ikiyüzlüce gülümsediler; her şeyi inkâr ettiler.
Kıpçakların hükümdârı, görüşmeleri ustaca yürütmeyi bilmiyordu; çünkü o, bir politikacı için
haddinden fazla dürüst bir insandı. O, elçiyle açıkça konuşuyordu. Onlar ise, bunu Attila’nın
zaafı olarak yorumluyorlar ve kendisiyle alay ediyorlardı.
Aslında üzerinde konuşulacak bir şey yoktu. Her şey o kadar açıktı ki. Ordusunu ayartıp
ondan koparıyorlardı. Büyük komutanları. Elbette bu, Attila’nın işine gelemezdi. Fakat, bu
sâdece ehven-i şerdi.
Bütün felâket şurada idi ki, onlar, bu insanlar, gitmemek edemezlerdi. Onların gidişleri
kaçınılmaz idi. Bu gidişi ne buyrukla, ne hazîne ile, ne korku ile durdurmak mümkündü; o,
beşer cemiyetinin tabiatinde yerleşmişti. Çünkü, cemiyet kendi nüfûsunu kendisi tesbit
ediyor!.. Nasıl? Bu da, etnografyanın anlaşılmaz bir sırrıdır.
Kâbiliyetli insanlar, öz vatanlarından ayrılıyorlar; umûmiyetle para için değil, iktidar ve
istikbâl için... Kendi vatanlarında aslâ sâhip olamayacakları makamlar ve istikbâller için.
Kıpçaklar, Roma’dan nefret ediyor ve nefretlerini gizlemiyorlardı; ama, başkasının ülkesine
hizmet etmeye gittiler. Düşman tarafına kaçanlardan birisi, meselâ, mektûbunda, Romalıların
adını silmeyi ve Roma imparatorluğunu Kıpçak imparatorluğuna dönüştürmeyi harâretle
tahayyül ettiğini yazmıştı. Fakat, bunun yanında, Türklerin çok kötü kânûnu olduğunu
üzüntüyle kaydediyordu. “Bu sebeple, onun hiçbir şeyine bakmaksızın, Roma’nın şânını ihyâ
etmek için çok hızlı yürümeğe karar verdim.” Üstelik, Türkler hesâbına ihyâ etmeğe, diye
bitirmişti.
Bu trajedi, Kıpçakları ilgilendiren gerçek bir trajedidir: Nüfûs artışı, onlara acı netîceler
doğurdu... Yeryüzünde haddinden fazla çoğalmışlardı: Devâsâ Deşt-i Kıpçak bile artık dar
geliyordu. Cemiyet, kendi üstün kâbiliyetli oğullarını içine sığdıramıyor, onlara gerekli refah
ve mutluluğu temin edemiyordu... Milletin, bir kalemde, bir anda yüz bilge veya bin
kâbiliyetli büyük kumandanı olmamalıdır. Onlar için iş bulunmuyor.
Gerekli olan sâdece bir bilge ve bir iyi kumandandır (olağanüstü durumlarda iki-üç; fakat yüz
ve bin değil.) Tıpkı yüz büyük şâirin bir arada olamaması gibi... Onları dinlemeye
yoruluyorlar. Kâbiliyetlilerin kıtlığı gibi, bolluğu da bir cemiyet trajedisidir. İşte Kıpçakların
karşı karşıya kaldıkları şey.
Romalılar ve Grekler, aksine, kâbiliyetliler açısından kıtlık çekiyorlardı. Pagan Avrupa, çoktan
beri ve umutsuzca yaşlanıyordu; onun, kültürünü yenileyecek tâze bir kana ihtiyâcı vardı.
Onun için, Kıpçak kaçakları memnûniyetle kabûl etti; onlara pek güzel hayat şartları sağladı;
pek çok şey fedâ etti. Hattâ, Roma, meselâ 380 yılında, kendisi için küçük düşürücü olan
Grek hristiyanlığını kabûl etmişti. Çâresizlikten kabûl etmişti. Kıpçakların, Hristiyanların
müttefikleri olduklarını biliyordu. Böylece, kendileri için, Türk dünyâsına yol açmışlardı.
Türkler ise, bu sâde-dil Türkler ise... Tâlihli İnsanlar... Onlar, gözlerini her şeye sımsıkı
kapayan sargıları hissetmeden, at üzerinde oturdular. Çevrede olup bitenlerin farkına
varmadılar; bir günlük yaşadılar. Önce veya sonra, bir gün Deşt-i Kıpçak’lı kaçakların
kendilerini göstermeleri gerekiyordu. Onlar, kanları gereği Kıpçaklar.
Romalılar, atalıka vermeyi – çocukları eğitim için başka âilelere verme ile ilgili eski Türk
töresini–, onlardan öğrenmişlerdi. Romalı asil soylu bir çocuğu–Aetsiy’i– Attila’ya
gönderdiler. Aetsiy’i Attila, küçük kardeş olarak isimlendirdi; onu törenin gerektirdiği gibi
yetiştirdi... Zamânı geldiğinde, Aetsiy, tecrübeli bir adam olarak eve döndü. O, general,
sonra da Roma ordusu komutanı oldu. Batı Roma imparatorluğunun tamâmında, Kıpçakları,
kimse ondan (bizzat Attila’nın öğrencisi!) daha iyi tanımıyordu.
O, Aetsiy, kendisine acımadan, daha sonra Türk yöneticilerin aralarını bozdu; birini diğerine
çekiştirdi; Kıpçakları ayarttı; büyük kumandanları, din-adamlarını, sıradan insanları ısrarla
yanına dâvet etti. Onlara zengin topraklar ve mâlikâneler, vazîfeler ve unvanlar verdi. Onlar
için her şeyi yaptı; çünkü o, Türk milletinin kâbiliyetliler trajedisini, kendilerin önce anlamıştı.
Zaafı keşfetti ve bunu Roma’nın menfaatine istismârı bildi. O, Türklere karşı, bizzat Türklerin
elleriyle savaştı.
Aetsiy’in kendisi kimdi? O, Kıpçak cemiyeti içinde, kendisini, Kıpçaklardan biri gibi, fevkalâde
güvenli hissetmişti. Gâyet tabiîdir. Onun Gaudentsiy isimli babası, Roma süvârî ordusunda
başkomutan olan bir Türk idi; annesi İtala ise, çağdaşlarının hakkında yazdıklarına göre,
Romalı “soylu ve zengin bir kadın”dı... Onların evliliklerinden kötü kalpli bir dâhî doğmuştu.
Gallia (bugünkü Fransa), Aetsiy’in gayretleriyle, gerçek bir kaçak krallığı olmuştu. Burada
binlerce Kıpçak âile yaşıyordu; orada her şey Türk idi. Başkentin ismi bile. Türk kulağı için
alışılagelmiş bir kelime – Tuluza.
... Attila, Prisk heyetinden bu hâinlerin iâdelerini istedi; bilmiyordu ki, ırmağı, çıktığı kaynağa
geri döndürmek mümkün değildir. İmkânsızı istiyordu!.. Yüzlerce isim verdi; kaçakların
gizlendikleri Tuluza’dan, diğer şehirlerden söz etti... Beyhûde.
Kıpçakların istihbârâtı iyi çalışıyordu. Meselâ, Avrelion adlı Gallia şehrinin adının Türk
tarzında, Orlean olarak değiştirildiğini tesbit etmişti. (Yabancı bir sözü bozarak, bu şekilde
“isim değiştirmeler” kaçınılmazdır; göçmenler onu kendileri için anlaşılır hâle getiriyorlar.)
Prisk’in elçilik heyeti, her şeyi inkâr etti; Gallia’da ortaya çıkan yeni Türk şehirlerini bile. Söz
bulamayan Attila, yalancıları saraydan kovdu.
O sıralar, hâdiseler, hiç de Kıpçakların hayrına olacak şekilde cereyan etmiyorlardı.
Düşmanlar, zaman kazanarak, Aetsiy’in birleşik bir Avrupa ordusu toplayabilmesi için,
ağırdan alıyorlar; ânî bir darbe vurmayı hesaplıyorlardı. Ne var ki, hesapları yanlış çıktı.
Attila, Gallia’ya bizzat gitti. Tuluza ve Orlean, onu çekmişlerdi. Burada Attila’nın gelişini
beklemiyorlardı, dolayısıyla hazırlanmamışlardı. Haçlı bayrakları ve atlı müfrezeleri görür
görmez, göçmenler ve bütün Gallia huzursuz oldular. Mahkeme, hâinlere karşı hızlı ve âdil
idi. Ona direnmediler bile. Kaçaklar, Kıpçaklar için, ihânetin en büyük suç olduğunu
biliyorlardı. Bozkırlılar her şeyi affediyorlar, ancak, sâdece ihâneti ve korkaklığı affetmiyorlar.
Acı pişmanlık dakikaları... Attila, Orlean’da işini bitirmişti ki, kendisine, Roma kuvvetlerinin
yola çıktığı, Aetsiy’in savaş îlân ettiği haberini getirdiler. Attila’yı bir anda karışık duygular
sardı. Hîleler ve şüpheler, çoktan beri kendisini huzursuz ediyordu. Attila, falcıya başvurdu.
Âdet üzere, koyun kestiler. Falcı, hayvanın kürek kemiğine baktığı zaman, irkildi ve felâketi
haber verdi. (Falcının Roma’dan hediye aldığı istisnâ değildir.)
Böylece, Aetsiy, daha savaş başlamada önce, gâlip gelmiş gibiydi. Psikolojik saldırıda başarılı
olmuş, Attila’nın rûhuna kargaşa, kararsızlık düşürmüştü... Fakat bu, onun yegâne zaferi
oldu. Savaşı, Katalon tarlalarında, Şampanya’daki ünlü ovada yapmayı teklif ederek, çok
erken sevinmiş, açıkça acele etmişti.
Arâzî, doğrusu, atlılar için elverişli değildi; fakat Attila, belki de düşmanın dikkatini dağıtmak
için, bunu bilhassa yaparak, kendisine uygun olmayan şartları kabûl etti. Ne var ki, yine de,
ağır duygular, kendisine acı çektiriyordu: Attila’ya, savaş şartları kendisine dayatılmış gibi
geldi; bu şartları kabûl etmek istemiyordu; fakat kabûl etti.
Istıraplar içindeki başbuğ, başını yukarı kaldırdı, saatlerce yukarı baktı; fakat Gök ses
vermedi. Savaştan önceki gece, sessizce geçti. Saban, daha erken ışıdı. Askerî birlikler saf
oluşturdular; Attila, kuşkular içinde, hâlâ dört dönüyordu. Sonunda şunu söyledi: “Kaçış, en
hazin ölüm”. Ve bitkin bir şekilde atına yürüdü. Güneş artık yüksekte idi.
“Ura!” haykırışıyla, atlılar hücûma geçtiler. Fakat, Attila’nın kendi yetiştirmesi, Aetsiy, her
şeyi doğru hesaplamıştı. Hücûm netîcesiz kaldı. Türkler, geri püskürtüldüler. Mağlûbiyetin
acısını hisseden Attila, ancak o zaman sâkinleşti. Tengri’ye şükür, bu dakîkada, kendi
kendisine gâlip geldi.
Askerî birliklere yaklaştı, söyleyeceğini bulmuştu. Onun temiz rûhundan, temiz sözler
döküldü; bu sözler, keskin bir kılıç şarkısı gibi çınladı. Başbuğun sözleri, Kıpçakların kalplerini
coşturdu.
“Savunma, korku işâretidir... İlk vuran, cesurdur. İntikam, tabiatin büyük bir hediyesidir.
Zafere koşan kişiye oklar erişmez... Attila savaşırken rahat duran kişi, artık ölmüş demektir.”
Bunlar, onun kısa konuşmasının son kelimeleri oldular.
“Sarın koççak!” (şan ve şeref yiğitlere!”) diye gürledi büyük Kıpçak, ve kılıçla ordusunu
takdis etti. Onun sesi, –Kıpçak dilinde “bey”, “razi” mânâsına gelen– coşkun “u-ra-a” sesleri
içinde boğulup gitti.
Bir anda her şey karıştı. Katalon tarlaları, sanki parlak zafer güneşiyle aydınlanıyordu. Güneş
şimdi Türklerin kılıçlarında yansıyor, yeryüzünü aydınlatıyordu. Bu kere, Avrupa ordusuyla
savaş, çok daha ciddî olmuştu. Tengri’nin elçileri, kendi kamplarına ancak geceleyin
döndüler. Yorgun ve memnun olarak döndüler.
Sabah, âlî-cenap Attila, Aetsiy’in kılıç artığı ordusuna –acımak mümkün olmayan düşmana–
ayrılma izni verdi. Bu asil jesti, Romalılar, Kıpçakların zayıflığına yordular. Onlar, daha
doğrusu, onların târihçileri, daha sonra, Attila’yı Katalaun tarlalarındaki savaşta mağlup
saydılar.
Savaşı meydânındaki bir merhamet, bakın nasıl netîceleniyor!
Attila, tabiî ki, bundan hiç haberdar olamadı. O, yüzyıllar sonra meydâna gelecek hâdiseleri
nasıl bilebilirdi? Başbuğ, o sırada Türklerin yaşadıkları Kuzey İtalya’nın şehirlerini
yeryüzünden silerek, ordusunu Roma’ya yöneltti. Kıpçak kaçakların başka bir sığınağı olan
Milan bilhassa zarar gördü.
Attila’nın askerî birlikleri, çok geçmeden, Roma açıklarında durdular. “Mağlûbiyet kurbânı”
Kıpçaklar, savaş sancaklarıyla Roma’ya geliyorlardı! Onları, başta piskopos Lev olmak üzere,
asiller karşıladılar. Romalılar, kendilerine merhamet etmesi için Attila’ya yalvardılar; onlar,
Türklerin iyi kalpli, başkalarına yardıma hazır ve kin tutmaz olduklarını biliyorlardı. Roma
papası bile, yalvararak dizleri üzerine çökmüştü... Bu karşılaşma, Vatikan’da muhâfaza
olunan, Rafael’in tablosunda yansıtılmıştır.
Kıpçakları durduran, tabiî ki, düşmanın göz yaşları değildir. Hattâ, İtalya’da vebânın ortalığı
kasıp kavurduğu yalanı da değildir. Roma piskoposunun başı üzerinde tuttuğu haç. O
durdurdu.
Bu, Tengri’nin haçı idi! Atlılar, onu Gök’ün irâdesi kabûl ediyorlardı. Roma, Türklerin
mukaddes bildiği şeyi, başları üzerine kaldırmışlardı, Deşt-i Kıpçak’ın hâkimiyetini
tanımışlardı. Savaş sona erdi.
Attila eve döndü... Yenilen düşman manzarası, keyif vermiyordu.
ATTİLA’NIN ÖLÜMÜ
Yine de, onlar, Attila’yı kurnazlıkla alt ettiler... Küstahça ve hâince. Mağlup olmuş düşmanlar,
onlarla her şeyi, en alçakçasını bile yapabilecek kadar korkunçturlar –onlar için ahlâkî
engeller yoktur. Hiçbir şey onları durduramıyor.
İldiko isimli dilber, kendisini Attila’nın huzûrunda nasıl bulmuştu? Kimse bilmiyordu. Başbuğ,
bu güzel kızı görmüş ve ona âşık olmuştu. O, engin ve coşkun gönüllü bir insandı. Düğün
şölenleri, bütün gece devâm etti. Sabah, muhâfızlar, Attila’nın, yatak odasından uzun süre
çıkmadığını fark ettiler. Öğleye kadar beklediler. Yöneticilerin odalarında şüpheli bir sessizlik
vardı.
Kapıyı kırıp içeri girdiler ve korkunç manzarayı gördüler. Başbuğ, kanlar içinde yatıyor, genç
kız ise, heykel gibi, kımıldamadan yanı başında oturuyordu... Onun ölümü bir tesâdüf
müydü? Aslâ. O gece, İstanbul’daki Bizans imparatoru Markian, rüyâsında, Attila’ın kırılmış
yayını görmüştü. Bu bir felâket işâreti.
Hayatta, elbette, rüyâların gerçekleştikleri oluyor. Fakat, Greklerin Attila’yı zehirleme
teşebbüsleri hatırlanınca, onun ölümünün tesâdüflüğü pek inandırıcı görünmüyor. Önceden
hazırlanmış bir cinâyet mi?.. Bunu başka türlü tavsif edemezsiniz.
Deşt-i Kıpçak insanları, kızgınlıktan çılgına döndüler. Liderin bu tuhaf ölümü, onları yerle bir
etti. Şehirlere ve köylere mâtem çöktü. Kadınlar beyaz elbiseler giydiler, saçlarını çözüp
dağıttılar. Erkekler ise, törenin gerektirdiği gibi, saçlarından bir tutam kestiler; yüzlerinde
derin bir yara açtılar. Yenilmez savaşçı öldü! Ardından gözyaşıyla değil, kanla ağlamak
âdettendi.
Meydanda çadır kurdular; içine başbuğun naaşını koydular. Seçkin atlılar, büyük Türk’ün
hâtırasına saygı gösterip, gece gündüz çadırın etrâfında döndüler.
Kanlı ağıtlardan sonra, çadırın yakınında muazzam şölen başladı. Vahşî, neredeyse
insanlık-dışı bir tablo; cenâze acısı ve sınırsız bir şenlik yan yana. Şaşırtıcı bir tören. Öteki
dünyâya giden hükümdarın, milletine sağladığı refahın, onun ölümüyle sona ermediğini
görmesi gerekti. Hayat devâm ediyor.
Gecenin geç saatlerinde cesedi toprağa verdiler.
Attila’nın naaşını üç katlı tabuta koymuşlardı. Birincisi altından, ikincisi gümüşten, üçüncüsü
demirden. Buraya başbuğun silâhlarını, hayatta iken hiç taşımadığı nişanlarını istif ettiler.
Attila’yı gömdükleri yer bilinmiyor. Cenâze törenine katılanların tamâmı, kendilerini
öldürmüşlerdi. Onlar, sükûnet içinde, öteki dünyâya, kendi hükümdarlarına hizmete gittiler...
Kıpçakların kederli günleri, Romalılar ve Grekler için bayramın başlangıcı oldu. Düşmanlar,
Attila’nın ölümüne sevindiler ve sevinçlerini de gizlemediler. Şimdi onlar için mühim olan,
halefleri birbirine düşürmek ve Kıpçakların kendilerini güçsüz bırakıp, kesin olarak
zayıflayacakları zamânı beklemekti.
Tahta meşrû olarak sâdece büyük oğul Ellak’ın çıkma hakkı vardı. Ona iftirâ ettiler; hırs ve
garezi uyandırdılar. İç savaş başladı.
Türkler, sanki kendi kendilerine karşı savaşıyorlardı. Kardeş kardeşin, boy boyun üzerine
gitmekteydi. Bu, herkesin herkese karşı savaşı idi. (Felâket, insanları kör ve akılsız
yapmıştı). Savaşta Ellak’ı öldürdükleri zaman, Romalı politikacılar, propagandacılar,
lejyonerler, onlara sonra ne yapacaklarını biliyorlardı. Tefrika, bölüp parçalama. Zayıflatma,
güçsüz düşürme. En mühimmi, daha fazla iftirâ, daha fazla dedi-kodu.
Dedi-kodu, Türklerle savaşta en iyi silâhtı; sonra onlar, kendilerine karşı, her şeyi kendileri
yapıyorlardı... İşte böylece, Büyük kavimler göçü, acımasız ve uzun bir kardeş kavgası sona
erdi: Muazzam bir nüfûsa ulaşan millet, kendisini mahvetmişti.
Fakat, bu yılların netîcesi, Türk kültürü için yine de hazin olmamıştı. O, umulmadık bir
şekilde ve paradoksal olarak çok daha ilerledi. O sırada, yâni V. yüzyılın sonuna doğru,
Kıpçaklar, Avrupa’nın yarısını ve Orta Asya’nın tamâmını iskân etmişlerdi. Türk dili, Avrasya
kıtası üzerindeki diğer bütün dilleri bastırdı. Türkler, dünyânın en kalabalık milleti oldular.
Evet, onlar, kendi aralarında dövüştüler; farklı inanca sâhip oldular; farklı kültür peşinde
koştular; hepsi bu; fakat onlar Altay’dan gelme, Altay asıllı idiler. Aynı kandan –Türk–
insanlardı. Ve bu, farklı olsalar da, onları ebedî olarak birleştirdi.
İşte, buyurun, Büyük kavimler göçünün en mühim netîcesi!.. Bir millet, onlarca başka millete
hayat verdi.
YENİ DEŞT-İ KIPÇAK
Devâsâ Deşt-i Kıpçak, Kuşan hanlığı gibi, parçalanıp dağıldı. Avstrazya, Alemanya, Bavyera,
Burgundiya, Bohemya ... pek çok yeni Türk devleti, Avrupa’da o sırada ortaya çıktı.
(Asya’dakiler bunlardan daha az değildi.) Kanayan Deşt-i Kıpçak toprağı üzerinde şimdi
parçalar bulunuyordu.
Bâzı Türk toprakları, kendilerini krallık olarak isimlendirdiler; oralarda Roma kânunları geçerli
oldu. Meselâ, Batı-gotları krallığı. Kağanlık olan ülkelerde, eskisi gibi, Doğu kültürü hâkim
oldu... Kağanlıklarda kağanlar hüküm sürdüler. Onları hanlardan seçiyorlardı.
Bugüne kadar gelen bilgilere göre, seçimler şöyle yapılırdı: Türkler, hükümdar namzedini
beyaz bir halı üzerine oturtur, sonra bir tapınağın veya kutsal bir yerin etrâfını dolaştırırlardı.
(Güneş şeklinde bir dâire üzerinde dokuz kere dolaştırırlardı.) Sonra, seçilmiş olanın boynuna
ip atarlar ve boğarlardı. O, şuurunu kaybetmek üzere iken, kendisine şunu sorarlardı: “Kaç
yıl kağan olabileceksin?” Ne kadar söylerse, o kadar olurdu.
Seçimler, kitlevî yağma ile sona ererdi. Kağanın malını yağmalarlardı. Tören, “Han Talay”
(Han Yağması) olarak isimlendirilirdi. Bunun derin bir mânâsı vardı. Böylece, yöneticiye,
bundan sonra kendisinin, halkın bakımında olduğunu gösteriyorlardı. (“Han Talay” töreninin,
Avrupa’da uzun süre unutulmaması; orta-çağda, meselâ, her yeni Roma papası seçiminden
sonra, Batı kiliselerinin mutfaklarının yağmalanması ilgi çekicidir.)
Bâzan kağan seçimleri başka türlü geçerdi. Hanlar, toprak üzerinde çizilmiş dâirenin içine,
sivri uç üzerine düşmesi için, kutsal âsâyı havaya atarlardı., Bunu başarana, Tengri yardım
etti sayılıyordu.
... V. yüzyıl sonunda Avstrazya kağanlığının hükümdârını seçtiler. Bu kağanlık, Orta
Avrupa’da yeni bir Türk devleti idi. O, Altay’ın en batısındaki toprakları –bugünkü Fransa’yı,
Lüksemburg’u, Belçika’yı, İsviçre’yi, İtalya’nın bir kısmını ve Güney Almanya’yı,
Avusturya’yı– kaplamaktaydı. Burada Türkler yaşadılar.
Sonra Avar kağanlığı ortaya çıktı; bu kağanlık, Avstrazya’dan daha geç ortaya çıktı ve onun
doğusunda yer aldı. Orada, bugünkü Çek, Macaristan, Polonya, Litvanya, Letonya,
Almanya’nın bir kısmı, Hırvatistan bulunuyor. Burada, Avrupa’ya Büyük kavimler göçünün
getirdiği Türkler yaşadılar.
Ukrayna kağanlığı, hemen hemen bugünkü topraklarının tamâmını ve Orta Rusya’nın bir
kısmını –Moskova ırmağına kadar– kaplamaktaydı.
Ukrayna’dan güneye doğru Büyük Bulgaristan kağanlığı kuruldu. O, Karadeniz sâhillerini
büyük bir kavisle kuşatıyor ve bugünkü Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya topraklarını,
Güney Rusya’nın bir kısmını ve Ukrayna topraklarını içine alıyordu. Bu toprakları da Altay’dan
gelmiş olan Türkler iskân etmişlerdi.
Bütün Kafkasya ve Don steplerinin tamâmı, Hazar krallığına dâhildi.
İdil boyundaki topraklar, basitçe, Bulgar kağanlığı diye isimlendirildi.
Altay bozkırlarına (Yayık’tan Baykal’a kadar), tek kelime ile, Sibir dediler.
Kuzeyde, tek yıldız olarak –Türklerin en doğudaki, en özgün ülkesi– Saha parlıyordu.
Yine de, her yeni ülkenin sembolü –Attila zamânındaki gibi– atlı, bayrak ve eş-kenar haç idi.
İnsanlar, eskisi gibi, Tengri’ye duâ ettiler. Başlarının üzerinde, Sonsuz Mâvi Gök
bulunuyordu.
Avrupa’nın geriye kalan kısmı, tablolar üzerinde kurbanlık kuzu, yâni koyun olarak tasvir
edilen, çarmıha gerilmiş Hristo’ya duâ etti.
Bu, uzun bir süre, Avrupa’da Türklere âit ve âit olmayan toprakların en mühim farkları olarak
kaldı. Türklerin ve Türk olmayanların kültürlerinin.
EK
Büyük kavimler göçü, ebedî olarak, derin izlerini bıraktı. Eski Altay kendilerine dar
gelmiş olan Türklerin nerede, ne zaman ve nasıl topraklar üzerinde yerleştikleri
harîta üzerinde görülüyor. Büyük bir milletin eserleri, yok olup gitmiyorlar!
Onları bizim bu kitâbımız gösteriyor: Sanatkâr, ünlü müze eserlerini, onlara bir çizgi ilâve
etmeden aldı.
Biz, bir milleti, her şeyden iyi, milletin kendisinin, onun kültürünün anlattığını düşündük.
Dostları ilə paylaş: |