Yanında ise, masif meşe masalar. Attila, baş masaya oturdu. Burası, tver’ olarak adlandırılan
şerefli bir yer (taht) idi; bu kısım, ince rengârenk perdelerle kapatılmıştı. Yanında,
merdivende, onun büyük oğlu Ellak oturuyordu. O, gözlerini yere indirmiş ve yemeğe el
sürmeden oturuyordu. Babasına hizmete her zaman hazırdı...
Babaya bakmak... oğulun soylu vazî1esi! Kıpçaklar bu düşünceyle yaşadılar; onların
karakterleri, bu hususta da kendini gösteriyor. Büyüğe saygı, îtiraz kabûl etmezdi; çünkü
büyük, âdete (kânûna) göre, küçüğü korumakla vazîfeliydi. Sofra ve günlük hayat kâideleri,
tam bir ritüel hâlinde yaşıyordu.
Yemekten önce “Tanrı’ya duâ ettiler”diye anlatıyor, Prisk. Duâ okudular ve yemeğe
başladılar. Duâyı, din-adamı –Avrupa târihinde çok muammâlı bir şahsiyet olan peder Orest–
idâre etti.
Orest, Avrupa dillerini pek güzel biliyordu; kendi zamânının incisi idi... Bu adamın kaderi
şaşırtıcıdır. İki rivâyet var. Birine göre, o, Attila’nın din-adamı idi; diğer rivâyete göre ise,
sekreter-tercüman olarak vazîfeliydi. O, Deşt-i Kıpçak (daha doğrusu, bugünkü Avusturya,
Macaristan) doğumludur. Onu Türk olarak tavsif etmek mümkün müdür? Fakat, Romalı
târihçiler, onun gûyâ aslen Romalı olduğunu iddiâ ediyorlar; bu iddiâ dışında, onun Türk
olmadığını gösteren bir şey yok.
Attila, bir yabancıyı kendine yaklaştırabilir miydi? Mahrem düşüncelerini ve duygularını bir
yabancıya emânet edebilir miydi? İstanbul’a, bir yabancıyı kendi elçisi olarak gönderebilir
miydi? Aslâ. O, bir din adamı; Attila’ya en yakın, en mûtemet insandı. Bir eğitici ve yaşlı bir
dosttu.
Peder Orest’in, Attila’nın çoğu silâh arkadaşları gibi, komutanın ölümünden sonra, Roma’da
parlak bir kariyer yapması ilgi çekicidir. Roma’da, imparator sarayında, büyük kumandanlar
ve din adamları arasında artık pek çok Türk vardı. Bu dönem sisli bir dönem, darbeler ve
esrârengiz cinâyetler zamânıydı; Kıpçakları kabûl eden Roma cemiyeti kaynıyordu. Herkes,
cemiyette kendisine bir arıyordu.
Türklerin gelişleriyle, Bizans târihi burada tekrarlandı; kültürlerin ve kavimlerin birbirine
karışması burada başladı. Kıpçaklar, iktidârı ele geçirmeyi denediler. Peder Orest, bunun işin
her şeyi yaptı; federatlar ordusunun başına geçti ve şaşılacak kadar güzel, genç bir insan
olan kendi oğlunu Roma tahtına çıkardı. Peder Orest’in oğlu, kendisine Batı Roma imparatoru
olarak taç giydirildiği zaman, Latince Romul Avgustul ismini aldı. Böylece, son Roma
imparatoru bir Kıpçak oldu!
5 Eylül 476 yılında, onu, Odoakr isimli bir başka Türk devirdi; böylece Roma imparatorluğu
“resmen” sona erdi. Roma tahtı için çekişen Kıpçaklar, onu kendileri kaybettiler.
Pederin biyografisi, çok ânî bir biçimde, son Roma imparatoruna dönüştü. Diğer bir rivâyete
göre, 511 yılında, yâni onun ölümünden (!) 35 yıl sonra, Romalılar, Orest’i hristiyan yaptılar
ve kendisine Aziz Severin adını verdiler... (“Aziz Severin’in Hayâtı” –çelişkilerden örülmüş bir
ilmî eser.)
... Grek Prisk’in notları, her sağduyulu insanda çok, pek çok düşünceler uyandırıyor.
Hâdiseler, “resmî” târihin çizdiği çerçeveye sığmıyorlar...
Attila’nın ziyâfeti nasıl geçti, ne içtiler, hangi konuda konuştular, kime güldüler, ne
giyinmişlerdi... Prisk, bu konularda gâyet güvenilir bilgiler vermektedir.
Ziyâfet, gerektiği gibi, şarkılarla sona ermişti. Rûha işleyen ve onu her şaraptan daha iyi
sarhoş eden şarkılarla. Türk şarkısız değildi; ne V. yüzyılda, ne daha sonra, ne daha önce...
Kurtuluş yok, müzik –dil gibi– her milletin kendi malıdır. Bunu târih tesbit ediyor.
Müzisyenler sahneye çıktılar ve hârikulâde şeyler çalmaya başladılar. Onların ellerinin altında
teller canlandılar, yaylar havalandılar. Prisk’in dili tutulmuştu. Müziği dinliyordu. Fevkalâde
güzel müziği. Greklerin bilmedikleri şaşırtıcı müzik âletleri gördü. (Bunlar viyolonsellerin,
kemanların, harplerin, balalaykaların, talyankaların [bir çeşit akordeon] büyük nineleri,
büyük dedeleri idiler.)
Şarkılardan sonra, sahneye soytarı çıktı. O, gözlerden yaş gelinceye kadar gülmek zorunda
bırakan her saçmalığı yaptı. Attila, herkesle birlikte, kendi soytarısının yaptıklarına
kahkahalar attı.
Daha sonraları Avrupa krallarının saraylarında bulunan, balolarda misâfirleri neşelendiren ve
eğlendiren, kralların yüzlerine hakîkati söyleyen, onlara, şaklabanlıklarına kimsenin cezâ
vermediği soytarılar buradan, Attila’yı taklit etme arzularından gelmiyorlar mıdır? Üstelik,
soytarılar sâdece, şecere bakımından Türkî köklere uzanan kraliyet hânelerinde bulundular.
Meselâ, İskoçyalılarda veya Romalılarda soytarılar yoktu. Onların geleneklerinde soytarı
yoktu.
Prisk, Attila’nın, kendisini hayretler içinde bırakan mütevâzılığını, sâdeliğini de kaydetmiştir.
Hükümdar, açıkça, bir hükümdar gibi yaşamıyordu. Bu büyük insanın kıyâfeti, yiyeceği hiç
de farklı değildi. Herkesinki nasılsa, öyleydi.
Kahramana hayranlıkla bakan insanlar, komutanı mümtaz görüyorlardı. Attila’ya, işinden,
davranışlarından dolayı olağanüstü saygı gösteriyorlardı. Onun cesâret ve bilgeliğine kayıtsız
kalmıyorlardı. Meselâ, avda onunla pek az kimse boy ölçüşebilirdi. O, at üstünde
avlanıyordu. Yaban domuzlarına, geyiklere, ayılara hareket hâlinde iken topuzla veya teberle
saldırır, onları öldürürdü.
Doğan (sokol) ile avlanma pek değerliydi. Türkçe “sok-kol” “ele getirmek”; “ber-kut”
“av/ganimet vermek/getirmek” mânâsına gelmektedir. Kuşların isimleri, kendi kendilerini
anlatıyorlar. “Korçu” (asalak, zararlı böcek) gibi; onun için, çaylak (korşun)lar, ava
götürülmezdi. Attila’nın sarayının yanında “sokolçi”ler hizmet veriyorlardı; avcı kuşlara
bakanlar, onları besleyenler, ava hazırlayanlar bu kişilerdi.
Bayram eğlenceleri için yabânî ayılar getiren insanlar vardı. Onlar, ormanda vahşî hayvanları
yakalıyorlar ve kafes içinde başkente getiriyorlardı. Türkler, ayı güreşine çok değer
veriyorlardı.
Yabânî ayıyı ağıla saldılar. Halkın heyecanlı haykırışları altında, elinde sapan veya bıçak
bulunan cesur bir adam, onun karşısına çıktı. Kurumlu bir tavırla, kaygısızca çıktı. Vahşî
hayvan, ölümü hissetmekte, fakat ona engel olamamaktaydı. Sonunda dayanamadı ve...
Toplanan halk, heyecandan donup kalmıştı. Kızgın ayı, adamın üzerine saldırdı; adam çevik
bir hamleyle, bir anda bıçağı sapına kadar ayının kalbine sapladı. Gâlibi şiddetle alkışladılar.
Eski bir gelenek!
Yumruk kavgası? Bu da sevilen bir eğlenceydi. Bu, ne bir yarış, ne de spor idi. Türk’ün
karakterinde dâimâ olan bir şeydi. Herkes, kendi gücünü denemeye, kendi kanını ısıtmaya
çalışabilirdi. Çocukluktan îtibâren, bozkırlılar “yumruk kavgasında”, bu açık güreşte
kendilerini denemeye giderlerdi. Saray saraya, sokak sokağa. Anlaşmazlık orada çözülürdü;
rakiple göz göze gelindiği zaman. Sâdece sen ve o.
Cemiyette bir yumruk kavgası hukûku vardı. Ona saygı gösteriyorlardı. Ondan korkar,
çekinirlerdi. Karşılıklı saflar hâlinde veya bire bir dövüşürlerdi. İlk kan çıkıncaya kadar. Her
şey sıkı kâidelere bağlıydı. Kâidelere uymamak yüzünden, orada, kavga yerinde