Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə12/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   20

Gerald's Gamem ve The Girl Who Loved Tom Gordon™ da tamamen durumsal diğer iki romanımdır. Eğer Misery, "Bir evde iki karakter" ise, o zaman Gerald "Yatak odasında tek bir kadın" ve

(1) Oyun (Altın Kitaplar).



<2' Tom Gordon'a Âşık Olan Kız (İnkılap).

174


Yazma Sanatı

The Girl Who is de "Ormanda kaybolmuş bir çocuk"tur. Size söylediğim gibi, krokiye bağlı romanlar da yazdım, ama Insomnia ve Rose Madder gibi kitaplarda olduğu gibi sonuçlar özellikle ilham verici olmadı. Bunlar (itiraf etmekten nefret etsem de) katı, çok zorlama romanlardı. Benim planlı yazdıklarım içinde gerçekten sevdiğim tek kitabım The Dead Zone'â\xm (ve bütün dürüstlüğümle söylemeliyim ki bu kitabı çok severim). Planlı gibi görünen bir kitabım ise -Bag ofBones-{2) tamamen başka bir durumdur: "Tekin olmayan bir evde dul kalmış yazar". Bag ofBones'in arka plan öyküsü tatmin edici bir biçimde gotik (en azından ben öyle düşünüyorum) ve son derece karmaşık, ama ayrıntılardan hiçbiri önceden tasarlanmış değil. TR-90'ın tarihçesi ve yazar Mike Noonan'ın karısının dulluk hikâyesi gerçekten de önceki yaz kadının başına gelenler etrafında spontan bir şekilde gelişti... yani bütün o ayrıntılar fosilin parçalarıydı.

Yeterince güçlü bir durum, kroki ile ilgili bütün sorunları ortadan kaldırır, bu da benim için uygundur. En ilginç durumlar genellikle olsa ne olurdu sorusuyla ortaya çıkar:

Vampirler küçük bir New England köyünü işgal etse ne olurdu? (Salem's Lot)

Uzak bir Nevada kentinde bir polis çıldırsa ve karşısına çıkan herkesi öldürse ne olurdu? (Desperation)^

Bir temizlikçi kadın işlemediği bir cinayet yüzünden (işvereni) kuşku altında kalsa ve birlikte kaçtığı kişinin (kocası) katil olduğundan kuşkulansa ne olurdu? (Dolores Claiborne)m



<>> Çağrı (Altın Kitaplar).

<2> Kemik Torbası (Altın Kitaplar).

<3> Yaratık (İnkılap).

<"» İnkılap Kitabevi aynı isimle.

175


Stephen King

Genç bir anneyle oğlu kuduz bir köpeğin tehdidi altında arabalarında mahsur kalsalar ne olurdu? (Cujo)

Bütün bunlar, duş yaparken, araba sürerken, günlük yürüyüşümü yaparken birdenbire aklıma gelen ve sonunda kitaba çevirdiğim düşünceler. Her ne kadar bazı hikâyeler (örneğin Dolores Claiborne) hemen hemen bazı cinayet romanlarında olduğu kadar karmaşık olsa da hiçbirinde bir plan olmadı, herhangi bir kâğıt parçasına tek bir not alınmadı. Yine de, lütfen unutmayın ki, hikâye ile plan arasında büyük bir fark vardır. Hikâye onurlu ve güvenilir bir şeydir; plan ise sinsidir ve en iyisi evde gözetim altında tutulmasıdır.

Yukarıda özetlenen romanların her biri elbette yayına hazırlanma aşamalarında düzeltildi ve ayrıntılar eklendi, ama çoğu kısım başlangıçta nasılsa öyle kaldı. Bir keresinde film editörü Paul Hirsch, bana, "Bir filmle fazla oynanmamalıdır," demişti. Aynı şey kitaplar için de geçerlidir. Sanırım tutarsızlık veya sönük anlatım gibi sorunlar, ikinci bir düzeltme gibi basit bir işlemle halledilebilir.

Bu bir ders kitabı değil, o yüzden de çok fazla egzersiz yok, ama, durumun krokinin yerini alması hakkındaki bütün bu lafların saçmalık olduğunu düşünme ihtimalinize karşı, şimdi bir tane önermek istiyorum. Size bir fosilin yerini göstereceğim. Sizin göreviniz de bu fosille ilgili beş ya da altı sayfalık planlanmamış bir öykü yazmak. Başka türlü bakalım, kemikleri bulmak için kazmanızı ve neye benzediklerini görmenizi istiyorum. Sonuçları görünce oldukça şaşıracağınızı ve hoşlanacağınızı tahmin ediyorum. Hazır mısınız? İşte başlıyoruz.

Ufak tefek farklılıklarla herkes şimdi söz edeceğim öyküye aşinadır; polis merkezlerinde haftada bir, bu tür vakalar yaşanıyor

176

Yazma Sanatı



ve gazetelerde yer alıyor. Bir kadın -adına Jane diyelim- parlak, esprili ve cinsel çekiciliği olan bir adamla evleniyor. Adama da Dick diyelim; bu dünyadaki en ünlü Freudian isim. Ne yazık ki, Dick'in karanlık bir yanı da var. Çabuk parlayan biri, bir kontrol manyağı ve belki de (bunu o konuşunca ve bir şeyler yapınca anlayacaksınız) paranoyak. Jane, Dick'in kusurlarını görmezden gelmek ve evliliklerini yürütmek için aşırı çaba harcıyor (niye bu kadar çaba harcadığını da anlayacaksınız; sahneye gelip kendisi anlatacak). Bir çocukları oluyor ve bir süre işler düzelir gibi oluyor. Sonra, küçük üç yaşlarında filanken, kötü muamele ve kıskançlık tiratları yeniden başlıyor. Taciz önce sözlü başlıyor, sonra fiziksel oluyor. Dick, Jane'in başka biriyle, belki iş yerinden biriyle yattığından emin. Özel biri mi? Bilmiyorum ve umurumda da değil. Sonunda Dick kimden kuşkulandığını size anlatabilir. Eğer anlatırsa ikimiz de öğreniriz, öyle değil mi?

Sonunda zavallı Jane dayanamaz hale geliyor. O salağı boşu-yor ve kızlarının velayetini alıyor. Küçük Nell. Dick, onu takip etmeye başlıyor. Jane de buna bir uzaklaştırma emri alarak karşılık veriyor, tacize uğramış pek çok kadının da söyleyebileceği gibi, bu belge insanı ancak kasırgada bir plaj şemsiyesi kadar koruyabilir. Nihayet, canlı ve korkunç bir biçimde ayrıntılarını yazacağınız bir olay sonucunda -ortalık yerde vurmak gibi mesela- Salak Richard tutuklanıp hapse atılıyor. Bütün bunlar arka hikâye. Bunu nasıl işleyeceğiniz -ve ne kadar işleyeceğiniz- size kalmış bir şey. Ne olursa olsun, durum bu değil. Durum bunu takip eden şey.

Dick'in kent hapishanesine atılmasından kısa bir süre sonra, bir gün Jane Küçük Nell'i yuvadan alıyor ve bir arkadaşının doğum günü partisine götürüyor. Sonra da alışılmadık birkaç sessiz sakin saat geçirmek üzere evine dönüyor. Belki, biraz kestirmeyi düşü-

177


F:12

Stephen King

nüyor. Çalışan bir genç kadın olmasına rağmen bir eve gidiyor... durum bunu gerektiriyor. O eve nasıl geldiğini ve niye o gün öğleden sonra boş olduğunu hikâye size anlatacak ve doğru nedenler bulursanız gayet iyi planlanmış gibi görünecek (belki ev ebeveynine aittir; belki işi o eve bakmaktır; belki de tamamen başka bir şeydir).

İçeri girerken hemen bilinçaltında bir uyarıyla bir şeyden rahatsız oluyor. O duygudan kurtulamıyor ve kendi kendine sadece sinir bozukluğu olduğunu söylüyor, Bay Canayakın ile beş yıl geçirmenin küçük bir bedeli olduğunu düşünüyor. Başka ne olabilir ki? Ne de olsa Dick kilit altında.

Uyumadan önce Jane bir fincan bitki çayı içmeye ve haberleri izlemeye karar veriyor. (Daha sonra ocağın üstünde kaynayan çaydanlığı kullanabilir misiniz? Belki, belki.) Saat Üç Haberlerinin birincisi şok edici: o sabah, kent hapishanesinden üç mahkûm, görevli gardiyanı öldürerek kaçmış. Kötü adamlardan ikisi çabucak tekrar yakalanmış, ama üçüncü hâlâ kayıpmış. Mahkûmların isimleri verilmediği halde (haberde verilmiyor en azından) boş evinde oturan Jane (artık makul bir şekilde açıklandı), içlerinden birinin Dick olduğundan kesinlikle emin. Bunu biliyor, çünkü eve girerken hissettiği sıkıntıyı nihayet tanımlayabilmiş durumda. Bir koku duymuştu, Vitalis saç toniğinin baygın ve dağılmış kokusunu. Dick'in kullandığı saç toniğinin. Jane koltuğunda oturuyor, kasları korkuyla gevşemiş, kalkacak mecali yok. Ve Dick'in merdivenden inen ayak seslerini duyunca: Ancak Dick hapiste bile saç toniği sürmeyi ihmal etmezdi, diye düşünüyor. Kalkması, kaçması gerek, ama kıpırdayamıyor...

Oldukça güzel bir hikâye değil mi? Bence de, ama pek benzersiz sayılmaz. Daha önce de belirttiğim gibi, BOŞANMA YÜ-

178

Yazma Sanatı



ZÜNDEN DÖVÜLEN (VEYA ÖLDÜRÜLEN) ESKİ EŞ hikâyeleri gazetelerde sık sık çıkıyor, üzücü ama gerçek bu. Benim bu egzersizde yapmanızı istediğim şey, hikâyenizdeki durumu yazmaya başlamadan önce, iyi ve kötü karakterlerin cinsiyetlerine yer değiştirtmeniz... başka bir deyişle, saldırgan tarafı kadın yapın (belki kent hapishanesi yerine bir ruh sağlığı kliniğinden kaçmış olabilir), kurbanı da erkek. Planlama yapmadan yazın... bırakın durum ve beklenmedik bu tersine dönüş sizi alıp götürsün. Bence bunu kolayca başarırsınız... ancak, karakterlerinizin davranışları ve konuşmaları açısından dürüst olursanız. Hikâye anlatımında dürüstlük, tahta-yazı yazarları Theodore Dreiser ve Ayn Rand'ın da gösterdiği gibi pek çok üslup hatasını örter, ama yalancılık onarılamaz bir kusurdur. Yalancılar başarılı olur, buna hiç şüphe yok, ama sadece her şeyi silip süpürmekte başarılı olurlar, hedefinize her seferinde bir kanlı kelimeyle ilerlediğiniz gerçek kompozisyon ormanlarında değil. Eğer oradayken bildikleriniz ve hissettikleriniz hakkında yalan söylemeye başlarsanız her şey tepe taklak olur.

Egzersizinizi bitirince www.stephenking.com adresine gönderin ve bana nasıl gittiğini anlatın. Bütün gelenleri dikkatle inceleyeceğime söz veremem, ama en azından maceralarınızdan bazılarını büyük bir ilgiyle okuyacağıma söz verebilirim. Ne tür bir fosil çıkaracağınızı ve bunun ne kadarını el değmeden çıkarabileceğinizi merak ediyorum.

-6-

Betimleme, okuru duyumsal bir katılımcı yapar. İyi betimleme yapmak öğrenilen bir beceridir ve çok çok okuyup yazmadıkça



179

Stephen King

başarılı olamamanın başlıca nedenlerinden biridir. Gördüğünüz gibi, sadece nasıl sorusu yetmiyor; aynı zamanda ne kadar sorusunun da sorulması gerekiyor. Okumak, ne kadar sorusuna cevap olur ve ancak toplar dolusu kâğıt harcanarak nasıl sorusuna cevap bulunabilir. Sadece yaparak öğrenebilirsiniz.

Betimleme, okurun ne yaşamasını istediğinizi gözünüzün önüne getirmenizle başlar. Zihninizde gördüklerinizi kelimeler halinde kâğıda dökmenizle de biter. Kolay olmaktan çok uzaktır. Daha önce de söylediğim gibi, hepimiz birilerinin, "Dostum, harikaydı (ya da korkunçtu/garipti/komikti)... sadece ben anlatamıyorum!" dediğini duymuşuzdur. Başarılı bir yazar olmak istiyorsanız, betimlemeyi başarmanız gerekir ve bunu okurunuzun tanıdık bularak irkilmesini sağlayacak bir yolla yapmalısınız. Eğer bunu başarabilirseniz, emeğinizin karşılığını alırsınız ve hak da etmiş olursunuz. Başaramazsanız, bir sürü ret cevabı alırsınız ve belki de harika telefonla pazarlama dünyasında güzel bir kariyer yaparsınız.

Yetersiz betimleme okurun şaşırmasına ve kıyıda kalmasına neden olur. Aşırı betimleme ise onu ayrıntılara ve imajlara boğar. Püf noktası herkesi mutlu edecek ortalamayı bulmaktır. Ayrıca, asıl işinizle, yani hikâyeyi anlatmakla uğraşırken neyin betimlenmesi neyin kendi haline bırakılması gerektiğini bilmek de önemlidir.

Ben özellikle hikâyedeki insanların fiziksel özelliklerinin ve ne giydiklerinin (O gardırop ayrıntılarını bilhassa rahatsız edici buluyorum, eğer canım kıyafet tarifleri okumak isterse her zaman gidip bir J.Crew katalogu alabilirim.) bıktırıcı bir biçimde betimlenmesinden yana değilim. Hikâyemdeki insanların neye benzediklerini mutlaka tarif etmem gerektiğini hissettiğim fazla vaka hatırlayamıyorum, ben daha çok bırakırım yüzleri, binaları ve kıya-

180

Yazma Sanatı



fetleri okur kafasına göre belirlesin. Eğer Carrie White'in moda fakiri ve zevksiz giyimi yüzünden lisede dışlanmış biri olduğunu söylersem, sanırım gerisini siz tamamlayabilirsiniz. Sivilce sivilce, etek etek tarif etmem gerekmez. Hepimiz bir iki tane lise zavallısı hatırlarız ne de olsa; eğer ben kendi hatırladığımı tarif edersem, si-zinkine narh koymuş olurum ve aramızda oluşmasını istediğim paylaşımı bir miktar yitiririm. Betimleme yazarın hayal gücünde başlar ama okurunkinde bitmesi gerekir. İş sahiden betimlemeyi geri çekmeye geldiğinde, yazar filmciden çok daha şanslıdır, çünkü film çeken kişi neredeyse her zaman çok fazla şey göstermeye mahkûmdur... on vakadan dokuzunda, canavarın arkasındaki fer-muvarın görünmesi de cabası.

Bence yer ve doku, okurun kendini öykünün içinde hissetmesi için oyuncuların fiziksel özelliklerinden daha önemlidir. Ayrıca, fiziksel özelliklerin kestirmeden anlatılmasını da hoş bulmuyorum. Eğer, erkek kahramanın keskin bakışlı zeki mavi gözleri ve güven verici kararlı çenesi ya da kadın kahramanın mağrur elmacık kemikleri gibi tarifleri seviyorsanız beni affedin. Bunlar kötü teknikler ve tembel yazarlık anlamına gelir, o bıktırıcı zarflarla aynıdır.

Benim için iyi bir betimleme, genellikle, diğer her şeyin yerini tutacak iyi seçilmiş birkaç ayrıntı demektir. Çoğu durumda, bunlar zaten akla ilk gelen ayrıntılardır. Başlangıç için kesinlikle gerekirler. Eğer daha sonra değiştirmek, eklemek, çıkarmak isterseniz bunu yapabilirsiniz... düzeltme yapmanın amacı budur. Ama sanırım çoğu zaman, ilk aklınıza getirdiğiniz ayrıntıların en doğru ve en iyileri olduğunu göreceksiniz. Unutmayın ki, bunu yapmak da (unutur gibi olursanız, okuduklarınız size tekrar tekrar kanıtlayacaktır) aşırı betimleme ya da yetersiz betimleme yapmak kadar kolaydır. Muhtemelen daha kolaydır.

181


Stephen King

New York'ta en sevdiğim restoranlardan biri, İkinci Cad-de'deki Palm Too adlı lokanta. Eğer Palm Too'yu kitaplarımda kullanmak istersem, defalarca gitmiş olduğumuz için kendi bildiklerimi yazarım. Yazmaya başlamadan önce, bir an durup mekânı gözümün önüne getiririm, hafızamdan çıkarır, kullanıldıkça vizyonu keskinleşen zihin gözümle görmeye başlarım. Tabi ki mantıklı gözümü kullanırım çünkü hepimiz buna aşinayızdır, ama asıl istediğim bütün duyularımı açmaktır. Bu hafıza taraması kısa ama yoğun olur, bir tür hipnoz altında hatırlama gibidir. Ve tıpkı gerçek hipnozda olduğu gibi ne kadar gayret ederseniz o kadar başarılı olursunuz.

Palm Too'yu düşündüğüm zaman ilk aklıma gelen dört şey: a) barın karanlığı ve barın arkasında, sokak ışıklarını yakalayıp yansıtan aynanın buna tezat parlaklığı; b) yerdeki talaş tozu; c) duvarlardaki müthiş karikatürler; d) pişen et ve balıkların kokusu.

Eğer daha uzun düşünürsem başka bir şeyler de hatırlayabilirim (hatırlamadığımı da uydururum, hayal etme süreci sırasında gerçek ve kurgu birbirine karışır) ama daha fazlası gerekmez. Ne de olsa Taç Mahal'i ziyaret etmiyoruz ve restoranı size satmaya da çalışmıyorum. Ayrıca, bunun olayın geçtiği yerle bir ilgisi olmadığını hatırlamak da önemli... bu hikâyeyle ilgili ve daima da hikâyeyle ilgilidir. Bu, benim (ya da sizin) sırf kolay diye betimleme deryalarında gezinmemizi gerektirmez. Elimizde kızartacak başka bir balık (ya da et) var.

Bunu akılda tutarak aşağıda Palm Too'yu bir karakter olarak ele alan bir parça okuyalım:

Taksi, parlak bir yaz günü, öğleden sonra saat on beş kırk beşte Palm Too'nun önünde durdu. Billy, şo-

182

Yazma Sanatı



före parasını verip kaldırıma çıktı ve Martin'i görebilmek için çabucak etrafına bir göz attı. Görünürlerde yoktu. Tatmin olan Billy içeri girdi.

İkinci Cadde'nin sıcak berraklığından sonra Palm Too bir mağara kadar karanlık gelmişti. Barın arkasındaki ayna sokak parıltılarından bir kısmını yakalıyor ve karanlığın içinde bir serap etkisi yaratıyordu. Bir an için Billy'nin tek görebildiği o oldu, sonra gözleri karanlığa alışmaya başladı. Barda birkaç tane yalnız içkici vardı. Onların ötesinde, şef garson kravatı bağlanmamış ve gömleğinin kolları kıllı bileklerini ortaya koyacak biçimde kıvrılmış olan barmenle sohbet ediyordu. Yerlerde hâlâ talaş vardı, Billy bir an için kendini, bırakın ayağınızın dibine tütün topakları tükürmeyi, sigara bile içemediğiniz milenyum restoranlarından birinde değil de, yirmili yılların o rahat mekânlarından birinde zannetti. Ve duvarlar boyunca dans eden karikatürler -kentin siyasi isimlerinin, uzun süre önce emekli olmuş veya kendini öldürene dek içmiş habercilerin, tanımakta zorluk çekeceğiniz ünlülerin dedikodu sütunu karikatürleri- tavana kadar da hoplayıp zıplamaya devam ediyordu. Her şey her zamanki gibiydi.

Şef garson öne çıktı. "Yardımcı olabilir miyim bayım? Yemek servisimiz altıda başlıyor ama bar..."

"Ben Richie Martin'i arıyorum," dedi Billy.

Billy'nin taksiyle gelişi akıştır ya da o kelimeyi daha çok seviyorsanız, aksiyondur. Restorana adım attıktan sonrası ise daha çok

183


Stephen King

betimlemedir. Gerçek Palm Too'dan aklıma ilk gelen ayrıntıların hemen hemen hepsini kullandım ve birkaç şeyi de kendim ekledim, vardiya tatili yapan şef garson oldukça iyi durdu sanıyorum; o bağlanmamış kravatı ve kıllı bilekler meselesini sevdim. Fotoğraf gibi oldu. Ortada bir tek balık kokusu yoktu ve bunun da sebebi soğan kokusunun daha güçlü oluşuydu.

Bir miktar aksiyon (şef garsonun öne çıkıp sahnenin ortasına gelişi) ve diyalogdan sonra asıl hikâyeye geri döndük. Artık mekânımızı biliyoruz. Ekleyebileceğim pek çok ayrıntı vardı -salonun darlığı, müzik setinde çalan Tony Bennett, kasaya yapıştırılmış Yankees çıkarması- ama bunu yapmak ne işe yarayacaktı? İş, sahne tarifine ve her tür betimlemeye geldiğinde, bir öğün şölen gibi gelir. Biz Billy'nin Richie Martin'i bulup bulmadığını merak ediyoruz - okumak için yirmi dört dolarımızı verdiğimiz hikâye bu. Restoran hakkında daha fazla bilgi hikâyenin akışını yavaşlatır, belki de kitabı elimizden bırakmamıza neden olacak kadar kızmamıza yol açar. Okurun kitabı bir yana bıraktığı pek çok durumda, sebep "Sıkıcı" olmasıdır; yazar betimleme marifetini ortaya koymak için önceliklerinden kopmuştur ve top yuvarlanmaya devam eder durur. Eğer okur Palm Too hakkında yukarıda yazılandan daha fazla bilgi almak isterse, New York'a bir dahaki gelişinde gidip görebilir veya bir broşürünü isteyebilir. Bence, Palm Too'nun hikâyemin başlıca mekânı olduğunu belirtmek için yeteri kadar mürekkep saçtım. Eğer yeterli gelmezse, düzeltme yaparken birkaç satır daha ekleyebilirim. İyi olacak diye hikâyeyi yerlerde sürükleyemem; hikâye zaten iyi olmak zorunda, bana bunun için para ödeniyor. Kendi keyfimi yerine getirmem için ödenmiyor.

Palm Too hakkındaki ana tarif paragrafımda, hem doğrudan betimleme var ("Barda birkaç yalnız içkici vardı"), hem de biraz

184

Yazma Sanatı



daha şiirsel betimleme (Barın arkasındaki ayna... serap gibi parlıyordu"). Her ikisi de tamam, ama ben mecazi olanı seviyorum. Dilin teşbih ve diğer mecaz yöntemlerini kullanmak kurgu yazmanın başlıca zevklerinden biridir, okurken de öyledir. Hedefe yönelik olduğu sürece, teşbih, yabancılarla dolu bir ortamda eski bir dostumuzu görmek kadar hoşumuza gider. İlgisiz gibi görünen iki nesnenin kıyaslanması, bir bar-restoran ile bir mağara, bir ayna ve serap, eski bir şeyi, yeni ve canlı bir biçimde görebilmemizi sağlar. ("Mağara kadar karanlık" tanımı o kadar çarpıcı değil, bunu kesinlikle daha önce de duymuşuzdur. İşin doğrusunu söylemek gerekirse, biraz tembelce bir tarif, tam bir klişe değilse de ona yakın bir şey.) Sonuç güzellik yerine sadece netlik olsa bile, sanırım yazar ve okur bir tür mucizeyi paylaşır. Belki olayı biraz zorlaştırır, ama evet... benim inancım bu.

Bir teşbih ya da metafor işe yaramadığında sonuçlar bazen komik bazen de utanç verici olur. Geçenlerde, adını vermemeyi tercih ettiğim yeni çıkmış bir kitapta şu cümleyi okudum: "Cesedin yanında umursamazlıkla oturmuş, sabırla hindili sandviçin gelmesini bekler gibi adli tıp uzmanının gelmesini bekliyordu." Eğer bu cümlede açıklayıcı bir bağlantı varsa ben bulamadım. Sonuçta daha fazla okumadan kitabı kapattım. Eğer bir yazar ne yaptığını biliyorsa ben de okumaya varım. Ama bilmiyorsa... eh, artık ellili yaşlarımdayım ve okunacak bir sürü kitap var. Kötü yazılmış kitaplara harcayacak zamanım yok.

Tasvir dilinde, Zen teşbihleri potansiyel çukurlardan sadece biridir. En yaygın olan da -ve tekrar ediyorum, yeterince okumamak yüzünden bu tuzağa kolayca düşülebilir- klişe teşbihlerin, me-taforların ve imajların kullanılmasıdır. Adam çıldırmış gibi koştu, kadın bir yaz günü kadar güzeldi, Bob kaplan gibi dövüşüyordu...

185


Stephen King

benim zamanımı (ya da başka birinin zamanını) böyle zırvalarla harcamayın. Bunlar ya tembel ya da aldırışsız görünmenize neden olur. Hiçbir betimleme yazar olarak ününüzü daha iyi bir yere getirmez.

Bu arada, benim her zaman en sevdiğim tasvirler, kırklı ve ellili yıllarda yazılmış sıkı dedektif kurgularında ve kötü yazarların ebedi anlamdaki torunlarının yazdıkları arasındadır. En sevdiklerimin içinde "Bir yük vagonu dolusu popo deliğinden daha karanlıktı" (George V. Higgins) ve "Bir tesisatçının mendili gibi kokan bir sigara yaktım" (Raymond Chandler) vardır.

İyi betimlemeye giden anahtar net görüşle başlar ve net yazışla, taze imajlar ve basit kelimeler içeren bir yazıyla biter. Bu yüzden derslerime Chandler, Hammett ve Ross MacDonald okuyarak başlarım; belki de, T. S. Elliot (o okyanus zeminini tarayan kızgın pençeler; o kahve kaşıkları) ve William Carlos Williams (beyaz tavuklar, kırmızı çekçek arabası, buz kutusundaki erikler, öyle tatlı ve soğuktu ki) okuyarak yoğun ve betimsel dilin gücüne daha da fazla saygı elde etmiş olabilirim.

Anlatı sanatının bütün öteki cephelerinde olduğu gibi, bunu da pratik yaparak geliştireceksiniz, ama pratik yapmak sizi asla mükemmel hale getirmez. Niye getirsin ki? Bunun neresi eğlenceli? Net ve basit olmak için daha fazla çaba harcadıkça, Amerikan diyalektinin karmaşıklığını biraz daha iyi öğrenirsiniz. Kaypaktır, yapmacıktır; aslında çok kaypaktır. Sanatınızı icra ederken kendinize sürekli olarak, işinizin gördüğünüz şeyi anlatmak ve hikâyenize geri dönmek olduğunu hatırlatın.

186


Yazma Sanatı

-7-


Şimdi biraz da diyalogdan, kulağa hitap eden kısımdan söz edelim. Oyuncularınıza seslerini veren şey diyalogdur ve onların kişiliklerini ifade etmek açısından çok önemlidir, bize neye benzedikleri konusunda ancak insanların kendileri daha fazla bilgi verebilirler ve konuşma kancıktır: insanların söyledikleri çoğu zaman -kendileri farkında bile olmadan- nasıl biri olduklarını ifşa ediverir.

Bana düz yazı ile ana karakteriniz Mistuh Butts'un okulda asla başarılı olmadığını, hatta okula pek gitmediğini anlatabilirsiniz, ama bunu hem de çok daha canlı bir biçimde, onu konuşturarak da yapabilirsiniz... ve iyi kurgunun en önemli kurallarından biri, gösterebileceğiniz bir şeyi asla anlatmamaktır:

"Ne diyorsun?" diye sordu oğlan. Kafasını kaldırmadan bir sopayla toprağı eşeliyordu. Çizdiği şey bir top bir gezegen ya da sadece bir daire olabilirdi. "Sence de dünya söyledikleri gibi güneşin etrafında dönüyor mu?"

"Ne dediklerini bilmem," diye cevap verdi Mistuh Butts. "Ben hiç o ne dedi, bu ne dediyle uğraşmam, çünkü herkes, sonunda insanın kafasını ağrıtana ve iştasını kaçırana dek farklı bir şey diyor."

"İsta nedir?" diye sordu oğlan.

"Senin de soruların hiç bitmiyor!" diye bağırdı Mistuh Butts. Oğlanın sopasını kaptığı gibi kırdı. "İşte yemek zamanı geldiğinde karnının halidir! Onsuz hasta olursun! Ve insanlar benim cahil olduğumu söyler!"

187

Stephen King



Oğlan sakin bir tavırla, "Ha, iştah," dedi ve bu kez parmağıyla bir şeyler çizmeye başladı.

İyi oluşturulmuş bir diyalog karakterin akıllı mı aptal mı (Mis-tuh Butts'un sırf iştah diyemediği için bir moron olması gerekmez; bu kanaate varmak için onu biraz daha dinlemeliyiz), dürüst mü, hilekâr mı, eğlenceli biri mi yoksa donuk biri mi olduğunu gösterir. George V. Higgins, Peter Straub veya Graham Greene 'nin yazdığı gibi iyi diyalogları okumak bir zevktir; kötü diyalog ise insanı kahreder.

İş diyaloga geldiğinde yazarların yetenekleri farklı düzeylerdedir. Bu alandaki yeteneğiniz geliştirilebilir, ama büyük bir adamın bir zamanlar dediği gibi (aslında o kişi Clint Eastwood'du), "Bir insan kendi sınırlarını bilmeli." H.P. Lovecraft korkunç hikâyeler konusunda bir dâhiydi, ama felaket bir diyalog yazarıydı. Kendisi de bunu biliyormuş gibiydi, çünkü yazdığı milyonlarca kelimelik kurgularda beş binden az diyalog kelimesi vardı. Aşağıda okuyacağınız "Colour Out of Space"dan,(1) ölmekte olan bir çiftçinin kuyusunu işgal etmiş olan uzaylıyı anlatışı, Lovecraft'm diyalog sorunlarına bir örnek. Dostlarım, insanlar ölüm döşeğinde bile böyle konuşmazlar:

"Hiçbir şey... hiçbir şey... renk... yanıyor... soğuk ve ıslak... ama yanıyor... kuyuda yaşıyordu... görmüştüm onu... bir tür duman... geçen yılki çiçekler gibi garip... geceleri parlıyor... her şey canlı... her şeyin canı çekildi... taşta... o taşa girmiş olmalı... her yeri...

(1) Uzaydan Renkler.

188


Yazma Sanatı

ne istediğini bilmiyorum... üniversiteden adamların taştan kazıp çıkardığı o yuvarlak şey... aynı renkti... aynı biçimde garip tıpkı çiçekler ve bitkiler gibi... tohumlar... ilk kez bu hafta görmüştüm... zihninizi parçalıyor ve sonra sizi ele geçiriyor... sizi yakıyor... hiçbir şeyin buradakilere benzemediği bir yerden gelmiş... profesörlerden biri öyle dedi..."


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə