Hikayeler



Yüklə 485,93 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/6
tarix26.03.2022
ölçüsü485,93 Kb.
#84751
1   2   3   4   5   6
Hikayeler - Ömer Seyfettin ( PDFDrive ) (1)

AŞK DALGASI
 
VAPUR dopdoluydu. Son düdük öttü. İki yandaki
çarklar, dar kafeslerinde birden uyanan alışkın ve
müthiş deniz aygırları gibi, hiddetli bir gürültü çıkararak,
kımıldandı. Bütün vapur hafifçe sarsıldı. Hava gayet
güzeldi. Kadıköy'e gidiyorduk. Sonu leylak renkli sisler
içinde eriyen Marmara'nın kubbeli, ince minareli, uzun
ve uyumuş ufuklarında, büyük ve beyaz kenarlı bulutlar,
parçalanmış köpük dağları halinde yavaş yavaş
büyüyor, dağılıyor, toplanıyor, derin çukurlarında,
yüksek tepelerinde morluklar, koyu mavilikler birikiyordu.
Haziranın yakıcı güneşi, vapurun, dumanlardan ve
yağmurdan esmerlenmiş tentelerine düşüyor, bazı
duran ve yine birden esmeye başlayan kararsız rüzgârı
sanki ılıklaştırıyor, sanki ona sarhoşluk verici, hareket
ettiren şuh ve fettan bir şey katıyordu.
Uzak ve bilinmez masal adalarından gelmişe
benzeyen süt gibi beyaz martılar etrafımızda
uçuşuyorlar, çıkardıkları tatlı ve derin sesleriyle şehirde
kalmış, kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan,
kederlerden bunalmış zavallı insanları kendi
vatanlarına, gerçekten pek uzak, tenha, sakin yerlere
biraz aşk ve şiir tatmak için çağırıyorlardı. Lacivert
dalgalar içinde bir masal, bir efsane köşkünü andıran
Kızkulesi hayalime dokunuyor, ruhumu, hissimi beyaz
ve aydınlık dualarıyla uyutarak aklımdan bütün


çevremin, semtimin yankılarını siliyordu. Artık vapurda
olduğumu unutuyordum. Ömrümde her gün birkaç şiir
okuyan ve düşünen bir adamın, o tuhaf ve hastalıklı hali
etrafımı bozuyor, Üsküdar ve Selimiye yakalarındaki
evleri, kubbeleri, minareleri, selvileri, hatta koca Tıp
Fakültesini ve koca kışlaları silerek hiç görmüyor;
onların yerine, alanlarından gümüş ve elmas şelaleler
akan, serin gölgelerinde çıplak ve pembe çiftler öpüşen,
balta girmemiş çam ve kayın ormanları yapıyordum.
Gerçekte olmayan, yalnız kendi hayalimde yarattığım
bu manzaraya, bu yüce ve büyük manzaraya bakarak,
"ah, aşk yeri... ah, işte aşk yeri..." diyordum. Martıların,
"Geliniz, uzaklara, şu leylak renkli sislerin öbür
tarafına... Orada sizi beyaz çiçekler, ezeli ve yeşil
baharlar içinde bekleyen kızlar var, geliniz haydi
oraya..." diyen ve pek derinlerden acele acele inleyerek
gelen seslerini işittikçe, hayalim bütün bütüne
dumanlanıyor, adeta başım dönüyor. Artık pek
aşağılarda kalan Kızkulesi'nin üstünde şeffaf kanatlı
binlerce perinin uçuştuklarını ve gidilse elle
tutulabileceklerini açıkça görüyordum. Ansızın omzuma
bir el dokundu. Döndüm.
"Yahu, nedir bu hal, bu dalgınlık ne?"
"Hiç... "
"Beni tanıyamadın mı?"
"Şey...'


"Uyan yahu. Ver elini bakayım."
Sıcak ve kuvvetli bir elin, benim haberim olmadan
kendi kendine uzanmış olan soğuk elimi sıktığını
duydum ve uyanmaya başladım. Fakat hâlâ
mahmurluktan kurtulamıyordum.
"Sen ha..."
"Ben ya!.."
Bu, en sevdiğim okul arkadaşlarımdan biriydi. On iki
senedir görüşmemiştik. On iki sene... Aman Yarabbim!
Dün gibi... Hayat gerçekten en uzun olaylarıyla çabuk
biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil! Okulda
herkesi güldüren, herkesle alay eden, herkese isim
takan, şen ve sevimli arkadaşım çok değişmişti. Kırmızı
dudaklarının üstünde sert ve kumral bıyıklar çıkmış,
şakaklarındaki saçları tek tük ağarmış ve biraz
şişmanlamıştı. Fakat gözleri... Ne olduğunu
bilmediğimiz gerçeği bilinen "birinci sebep"in insan
zekâsına sonsuz bir şekilde kapalı kalacak karanlıkları
içinde sönen ruhumuzun sanki en çok bulunduğu bu
küçük ve parlak organlar... Onlar hiç de değişmemişti.
On iki sene evvel içlerinde gülen mavi neşe hâlâ
yaşıyordu. Bilmem niçin, uzaklaştıkça muhabbetimiz
artan, geçmişten bir yüze rastlamak beni mutlu etti.
Seviniyordum. Ve bütün kuvvetimle ellerimdeki sıcak eli
sıkıyordum. Vapurun üst katında idi. Kanapelerde boş
yer yoktu. Vapur, önünden geçen mavnalara sık sık
düdük çalıyordu. Herkes şüphesiz bir sıkıntı içinde
gibiydi. Ortada hiç kadın görünmüyordu. İhtiyarlar


uyuklayarak gazetelerini okuyorlar ve yanındakilere
kısaca bir şey söylüyorlar. Şişmanlar sigaralarını içerek
çarkların gürültüsünü dikkatle dinliyorlar, son moda
giyimli şık gençler, tek gözlüklerini düşürmemek için
dimdik duruyorlar ve dizlerinin buruşmaması için yukarı
çektikleri ütülü pantolonlarından renkli acurlu çoraplarını
gösteriyorlardı. Ama hepsi ihtiyarlamış, yorulmuş,
bunamış sanılıyordu. Tüysüz ve tıraşlı yüzlerini,
karınları ağrıyor gibi, ekşitiyorlar; rüzgârdan, kaşlarını ve
dudaklarını buruşturuyorlardı.
Biz, beyaz boyalı parmaklıklara dayanıyorduk.
Arkadaşım. "Bir derdin mi var?" dedi. "Buraya çıkınca
seni gördüm. O kadâr dalgındın ki, yanına sokulduğumu
duymadın. Ne var kuzum?"
"Hiç, hiç... Dalga geçiyordum." "Ne dalgası?"
Gülerek cevap verdim: "Aşk dalgası."
"Daha bekâr mısın?"
"Bekârım." Arkadaşımın mavi gözlerindeki eski neşe
birden soldu. Üçüncü derecede veremden yatağa
düşmüş bir zavallıya teselli ve cesaret vermek
zahmetine girilmeden nasıl mahzun ve çaresiz bakılırsa
bir an bana öyle, acır gibi baktı. Sonra parmaklığa
dayadığı elini çekti. Ve cebine soktu. Biraz döndü. Ve
ciddileşen gözlerini, gözlerime dikti:
"Hâlâ bekârsın ve aşk dalgası geçiyorsun ha" dedi;
"Öyle ise azizim, sakın darılma, sen bir serserisin...


Okuldan çıktık çıkalı görüşmedik. Sormadan, istersen
başımdan geçenleri sana söyleyeyim. Hâlâ aşk dalgası
geçmene bakılırsa hayatı anlamamış, açık ve bariz
gerçeğin farkına varmamışsın. Ve madem ki, gerçeğe
bu kadar yabancı kalmışsın, mutlu değilsin ve ölünceye
kadar mutlu olamayacaksın."
"Hangi gerçek?" diye gülümsedim.
"Hangi gerçek mi, dedin? Sosyal gerçek... Eğer sen bu
gerçeği sezebilseydin asla aşkla uğraşmayacaktın."
Anlamıyor ve hep gülümseyerek:
"Ama niçin?.." gibi yüzüne bakıyordum. O devam etti:
"Her yerde başlı başına bir çevre, bir sosyal vicdan
vardır ki, bütün fenlerin, mantıkların, ilimlerin,
felsefelerin karşıtı olarak, en mutlak ve zalim bir tarzda,
hükmünü sürer. İşte bizim semtimizde, Türklerin
semtinde de aşk şiddetle yasaktır. Bir cehennem
makinesi, bir bomba, bir kutu dinamit kadar yasak... Bir
Türk on dört yaşına girdi mi annesinden, ablasından, kız
kardeşinden ve nihayet teyzesinden ve halasından
başka bir kadının yüzünü göremez... O halde kimi
sevecek? Hiç. Bu çevrenin, bu sosyal vicdanın
kuvvetini, dehşetini sana nasıl anlatayım? Adını
unuttum, bilmem hangi filozof; Allah'ın insanlar
üzerindeki etkisinden, insanlarla ilişkisinden, ahlakından
bahsederken. "O, sosyal çevreden başka bir şey
değildir..." diyor. Ben bu sözü biraz doğru buluyorum.
Eski kutsal kitaplar ile bugünkü yeni dünyayı çeviren


Allah her yerde, her devirde dinsizleri, kendisine karşı
gelenleri başka sebepler ve başka tarzlarla eziyor.
Eskiden Galile'yi yakan kuvvet, bugün Galile'nin o büyük
korkunç suçunu ders diye okuyan milyonlarca okul
çocuklarına aldırmıyor. İspanya'da, Ferer'in kafasını
delen kurşunlar, Fransa'da patlayabilse ihtimal orada
ihtiyar ve bunak kadınlardan ve papazlardan başka
kimse kalmaz... İşte bu filozof da Allah'ımızın, ezeli
kanunu işletmek için, hep semti, hep semtin sosyal
vicdanını kullandığını görerek o hükmü veriyor. Bu eski
karşı konulmaz kanun, her yere, her kıtaya, her
memlekete değil, hatta her şehre, her köye göre
değişiyor. Buradaki iyilik, orada cinayet; oradaki yararlık,
burada fenalık sayılıyor; kutsal kitapların bütün doğa,
organ değişim kanunlarına inat olarak hiç değişmemesi
gereken emirlerine bile her yerde başka türlü boyun
eğiliyor; esasları bir olan Hıristiyanlık, Avrupa'da başka,
Amerika'da başka, Afrika'da başka... İslamlık da böyle!
Hindistan'da başka, Liverpool'da başka. Buhara`da
başka, Türkiye'de başka... Arabistan'a ve Acemistan`a
git, oralarda bütün bütüne başka... İşte Allah'ımızın
Türkiye'deki eski ve karşı gelinmez kanunu, yani sosyal
vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bize yasak ediyor.
Türkiye'de kimse sevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonra
sevişemeyecek... Çünkü sevmek için önce görmek
lazım. Oysa genç bir kızla yuva yapmak ölünceye kadar
mutlu yaşamak için konuşmak, anlaşmak, sevişmek
değil; hatta bir kerecik olsun yüzünü görmek olanaksız...
Bu şiddetli yasağa karşı duranlar, iş devresine girmiş
anarşistlerin, nihilistlerin, yahut eski zamandaki
dinsizlerin sonuna uğrarlar. Sosyal ve acıklı bir ölümle


sönüp giderler. Lakin kurnazları, yasak olan aşkın usta
kaçakçıları, hırsızlıklarından tıpkı, ihtiyar ve cesur bir
tütün kaçakçısı, Yunanlı bir yankesicisi gibi, bıkmazlar.
Hep yürek çarpıntısı içinde yaşarlar. Gece tenha
yollarda, karanlık bahçelerin şüpheli köşelerinde rüzgâr,
soğuk ve rutubet altında saatlerce beklerler ve nihayet
korku ile karışık iki anlamsız kelime, tadı asla
duyulmayan, acele ve çabuk bir öpme... Hepsi bu! Eski
edebiyata Acemistan'dan, yeni edebiyata Fransa'dan
gelen aşk masalları, şiirler ve hikâyeler şifa bulmaz bir
frengi gibi bu kaçakçıların bütün varlığına geçmiştir.
Onlar daima, bir macera ararlar. Kadınların görülmesi
pek açık ve belli bir tarzda, dehşetle yasak olan bir
semte, zıt ve yabancı çevrelerin âdetlerini, mesela
sevişmek hülyasını sokmak isterler. Kendilerini yabancı
ve uzak memleketlerde geçen hayali romanların
kahramanları yerine koyarlar. Tabii edebiyat
dergilerindeki birçok şiirleri okuyorsun. Konu: Gece ve
kadın... Oysa Türkiye'de ikisi de yoktur. Türk semtinde
gece alaturka saat birden sonra bütün perdeler iner,
sokaklar tenhalaşır. Evli evine, köylü köyüne, evi
olmayan sıçan deliğine girer. Gazinolar, balolar,
tiyatrolar ve ilah... yani Beyoğlu tarafı asla Türk değildir.
Orada yabancılar kendi semtlerini, kendi âdetlerini
yaşarlar. Kadınlarıyla kol kola genel bahçelerde,
lokantalarda gezerler, konuşurlar, eğlenirler, gülüşürler.
Aralarına, bilinen anlamıyla bir sıçan deliği bulamayan
Türkler de karışırlar. Masaların başında pineklerler.
Yabancıların kadınlarına, yabancı güzelliklere, yabancı
göğüslere hasretle bakarlar. Uzatmayalım, Türklerin
gecesi yoktur. Sonra yine bu yeni şiirlerde boyuna göller


anlatılır; hangi göller!.. İstanbul'da Terkos'tan başka göl
hatırlamıyorum. Oraya da, eminim, şairlerin hiçbirisi
gitmemiştir. Özellikle Terkos'un civarında gece
barınacak yer yoktur. Yüzlerce mısralarla, uzun
manzumelerle anlatılan sevişmeler, sevgililer de yalan...
Şairin bir sevgilisi var. Fakat nerede! Şair sevgilisiyle
konuşuyor, öpüşüyor. Fakat nerede! Ah, ancak
hayalinde. Gerçekte sevişmek ve genç bir kızla üç dört
dakika konuşabilmek ve bugünkü Türk semtinde,
balıklârın sudan çıkarak havada uçuşmaları ve
bostanlardaki ince kavakların dallarında tünemeleri
kadar imkânsızdır. İstanbul ve civarında, değil bir genç
Türk kızıyla, geceleyin kol kola gezmek, bülbülleri
dinleyerek aşk kelimeleri söyleşmek... hatta gündüz
biraz taze görünen annemizle bir arabaya binmek ne
kadar tehlikelidir, düşün... Piknik yerlerinde, ah bu
zavallı, feci ve gülünç yerlerde de aşk mümkün değildir.
Kadınlarla erkekler asla birbirlerine yaklaşamazlar.
Aralarında mutlaka birkaç yüz adım bulunur, birkaç yüz
adımdan başka da birkaç düzine polis, semtin sosyal
vicdanına ve bilinen yedi başlı tutucu ve cehalet devinin
arzusunu yerine getirmek için sanki bu polislerin,
milletvekilsiz ve meclissiz ulu bir kral kadar yetkileri
vardır. Kızkardeşinize sokakta bir laf söylediğinizi
görmesinler, rezalet hazırdır. Hemen karakola... Kim
olduğunuzu ve konuştuğunuzun kardeşiniz, yahut
anneniz olduğunu ispat edinceye kadar birkaç kilometre
dayak yemezseniz, yine şansınız varmış demek:
Semtimizin dininden, geleneklerinden, âdetlerinden,
büyüklerinden, ihtiyarlarından, hükümetin zabıtasından
fazla bu aşk yasağını isteyen kimlerdir, biliyor musun?


Kadınlar, Türk kadınları... Bunlar aşkın ve güzelliğin en
korkunç düşmanlarıdır! Dışarıda kendi milletinden hiçbir
kadın yüzü görmeyen erkeklerine, evlerinde de bir
bakacak yüz göstermezler. Dışarıdaki bekçilerin en
dehşetlisi evdedir. Mesela hizmetçi alacaklar, değil mi?
En çirkinini bulurlar. Çiçek bozuğu, büyük ağızlı, kalın
dudaklı, çarpık dişli, eğri burunlu berbat bir şey... Her
gün karşınızda gezen, yemeklerinizi getiren bu kızı
daha fazla çirkinleştirmek için özel bir yetenekleri, bir
dehaları vardır. Kuvvetli ve fırlak kalçaları görünmesin
diye gayet bol elbise giydirirler. 'Etrafa dökülüyor'
bahanesiyle saçlarını sımsıkı bir yemeni ile bağlatırlar.
Zavallıyı halis bir orangutana çevirirler. 'Beyin hiç
yüzüne bakmayacaksın, yanında laf etmeyeceksin, bir
şey sorarsa cevap vermeyeceksin... ' tembihlerini
vermekte gecikmezler. Bir hizmetçinin aleyhinde
bulunurken, 'Çalışkan, temiz, atik kız, ama ağzı burnu
yerinde' derler. Ağzı burnu yerinde olmak onlar için en
affedilemez bir cinayettir. Genç kızlarla görüşmek ve
sevişmek asla mümkün olmadığından "evlenmek"
meselesi de onların elinde bir madendir. İstedikleri gibi
işletirler. En birinci emelleri oğullarına, yahut
kardeşlerine çirkin bir kız almaktır. Tanımadıkları evlere
görücü giderler. Ve erkeklerin birçoğu daha hâlâ
bilmezler ki, bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir
çirkin ararlar. Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız
alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini,
onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının
dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten
dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul'da koca


bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en
güzeller, en cazibeliler, en sevimlileridir.
Bu zavallı güzel Türk kızlarını görücü hanımlar
beğenmez. 'A, kardeş, çok güzel ama şeytan gibi çok
bilmiş... Biz oğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz'
derler. Kimine alafranga, kimine sıska, kimine şirret gibi
kusurlar bulurlar. İstedikleri tombul beyazca, sessiz,
mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğa benzeyen
kızlardır. Böyle bir kıza rasgeldiler mi, 'Ah, işte bir
melek!' diye haykırırlar ve başlarlar oğullarına,
kardeşlerine abartarak anlatmaya... Zavallı erkek talihin
kendine bir peri gönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kalın
duvağı kaldırınca karşısında 'Adınız ne efendim?'
sorusuna cevap veremeyen şaşkın, temiz, beyaz ve
biçimsiz bir et yığınından başka bir şey göremez.
Erkeklerini, hiçbir fırsat kaçırmayarak, güzel görmekten,
aşktan, sevişmekten mahrum bırakan bu kadınlar, aynı
zulmü kendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıkları bir
kadının başından kazara bir macera geçer, mesela bir
'mektubu' yakalanır, yahut da kocasından boşanıp diğer
birine varırsa hepsi birden ona darılırlar ve dehşetle
afaroz ederler. Aradan uzun seneler geçer, o kadını
sokakta gördüler mi; yollarını değiştirirler, bazıları
yüzüne tükürmeye kalkar, en insaflıları biraz acır, 'Ah,
zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş' der. Semtimizde,
'Bir kadının en birinci görevi güzel olmaktır' sözünün
nasıl tehlikeli bir yalan olduğunu pek iyi bilen anneler,
kızlarını, ellerinden geldiği kadar güzellikten, şuhluktan,
süsten, serbestlikten alıkoyarlar. Bu annelerin sokağa
çıkarken kızlarının kulaklarına fısıldadıkları öğüdün


değişmez modeli budur: 'Kızım! Peçeni indir. Ellerini
çarşafın içine sok. Başını öyle yukarı kaldırma, aşifte
diyecekler. Önüne bak. Fransız karıları gibi zıp zıp
yürüme. Yavaş, yavaş. Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza
takılacaklar. Sana azgın diyecekler. Adın çıkacak. Evde
kalacaksın, vs. vs...' Sonra, tanışan, görüşen her aile,
sanki birbirlerinin doğal müfettişleridir. Sakın bir aile
içinde küçük bir aşk macerası geçmesin. Rezalet,
dedikodu birden göklere çıkar, kahramanlarını tefe
korlar. Oğullarının ve kızlarının gizlice görüşmelerine,
mektuplaşmalarına aldırmayan; göz yuman annelere
bütün tanıdıkları, yine birden darılır; 'Ah, ayol kadın bu
yaştan sonra boynuz dikiyor...' diye ondan iğrenirler.
Bazı yeni romanlarda gösterilen, Türkiye'deki bilinen
kibar dünyasına gelince... Bu dünya, bütün bütün bir
hayal ürünüdür. Türklerin arasında eskiden de, şimdi de
ayrıcalıklı bir sınıf yoktur. Olay büyücek memurların,
eski devirden kalma paşaların ve bir parça zengin
olanların aileleri, yapay bir kibar dünyası yapmaya
çalışırlar ve esaslarını feda ederek sözde Batılılaşırlar,
Frenkleşirler. Fakat netice? Bütün semt onlara düşman
olur. Bir mahallede böyle, kadınları, nikah düşen
akrabalarına görünen bir aile oldu mu, evvela,
'Kötüler!..' lakabı takılır, sonra boykotaj başlar. Böyle
kozmopolit ailelerin etraflarında yükselen nefret ve
tecavüz sesleriyle bütün mutlulukları söner. Yerlerini,
yurtlarını terk etmeye, kırlara, uzak ve tenha köşklere,
ücra yalılara çekilmeye mecbur kalırlar. Evet, yeni
şiirlerdeki göller, geceler, aşklar gibi, yeni romanlardaki
o nikâh düşen akrabalarına, erkeklerinin arkadaşlarına


çıkan kadınların vücudu yalandır. Uydurmadır. Bu
romanlar Batı romanlarının gölgelerinden,
tekrarlarından, tercümelerinden taklitlerinden başka bir
şey değildir. İstanbul'da kadınları, yabancı ve nikâh
düşen erkeklere gözükür bir Türk ailesi bana gösterilsin,
beş senelik kazancımı vermeye şimdi hazırım. Bu
romanlarda anlatılan Avrupalılaşmış aileler, meşhur
sanatkârlarımızdan Kel Hasan'ın ve Abdi'nin özel ve
yazarı bilinmez piyesleri kadar hakiki Türklüğe aykırıdır.
O tiyatrolarda uşağın, hanımların yanına zırt zırt
çıkması, 'Oh kaymak' diye süt ninelerin göğüslerini
sıkması gerçekte Türk aileleri arasında nasıl imkânsızsa
ve bu rezaletler nasıl son derece uydurma şeylerse,
yeni romanlardaki yabancı erkeklerin ellerini sıkan,
kocalarının yanında açık saçık, örtüsüz ve çarşafsız,
hatta bazen dekolte, yabancı erkeklerle konuşan
kadınlar da öyle kaba, münasebetsiz, gerçeğe taban
tabana zıt, soğuk ve sahte hayallerdir.
Uzatmayalım, şimdi bana cevap ver. Böyle diniyle,
gelenekleriyle, âdetleriyle, kanunlarıyla, hükümetleriyle,
zabıtasıyla, aile kurumuyla, hatta kadınlarıyla aşkı
yasak eden, nikâh düşen erkek ve kadını asla birbirine
göstermeyen bir semtte aşk aramak, sevişmek inadı
serserilik değil de nedir? Böyle bir çevrenin sosyal
vicdanına karşı gelmek, en kuvvetli ve muazzam
hükümetlere karşı anarşistlik etmekten daha delilik,
daha çılgınlık değil midir? Çok akıllı sandığım senin de
hâlâ bu imkânsız hayal ile uğraştığını gördüğüm için çok
canım sıkıldı. Ah zavallı dostum, sen şimdiye kadar
piyangoyu çekmeli, kısmetine düşen et yığıntısına, et


tarlasına razı olmalı, orduya askercikler
yetiştirmeliydin... Ve ancak böyle mutlu olabilirdin.
Halbuki sen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonu bulunmaz bir
ümitsizlik çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna,
arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı,
suni bir seraba koşuyorsun. Bilsen sana ne kadar
acıdım..."
Vapur Kadıköy'e gelmişti. Arkadaşımı dinlerken,
ökçelerimin üzerinde kalmış, hafifçe parmaklığa
oturmuştum. Doğruldum. Sağ ayağım fena halde
uyuşmuştu. Yere basamıyordum.
"Biraz dur kuzum" dedim, "ayağım uyuşmuş. En sonra
çıkarız."
Gülüyor, "Ayağın değil, galiba beynin uyuştu" diyordu.
Vapur iskele tarafına eğilmişti. Üstten ve alttan
adamlar çıkıyordu. Güneş kalın bulutlar altında
kaybolmuş, hava esmer bir demir rengi bağlamış,
ağlamaya hazırlanan, içi yaş dolu dargın ve soluk bir
göz gibi suskunlaşmıştı. Çıkanlara bakıyordum. Yarım
saat evvelki tatlı dalgamı korkunç bir fırtınaya çeviren
arkadaşımın söylediklerini, fertlerini ikiye ayıran, aşktan
ve sevişmekten mahrum bırakan, annelerini, karılarını,
kızlarını hapsederek asırlarca daldığı rüyasız ve granit
uykusundan asla uyanmayan bir kavmin, bir toplumun
sonu ne olabileceğini düşünüyor; dar tahtalar üzerinde
korkak bir dikkatle hızlı hızlı geçenlerin sessiz sedasız
çıkışlarını, ürkek bir hayvan sürüsünün acele kaçışına
benzetiyordum. Bunların içinde hiç dişi yoktu. Çoluk


çocuk, ihtiyar, genç, zengin, fakir, hepsi erkekti. Elimle
dizimi oğuşturarak,
"Vapurda hiç kadın yokmuş" dedim. Arkadaşım yine
güldü ve cevap verdi:
"Sabırlı ol... Onların erkeklerle karışmaları yasaktır. En
sonra çıkarlar..."
Vapur tamamıyla boşalmıştı. Biz hâlâ davlumbazın
üstünde, beyaz parmaklıkta idik. Bacağımın uyuşması
geçmemişti. Arkadaşımın yanında topallayarak iskeleye
doğru yürümeye başladım.
Artık şimdi kadınlar da, her tarafları örtülü koyu siyah
çarşaflarının altında sanki şangırtıları işitilmemek için
pamuklara sarılmış gayet ağır ve gizli esirlik ve zulüm
zincirleri taşıyan lanetlenmiş, hayattan kovulmuş, hasta
ve dilsiz hayaletler gibi sendeleyerek, titreyerek yavaş
yavaş çıkıyorlar ve başlarını önlerine eğerek
düşmemek, bir şeye dokunmamak, birbirlerine
çarpmamak, yanlış bir adım atmamak için kalın ve kara
peçelerinin altında bastıkları yeri görmeye
çalışıyorlardı...
 


KÜLAH
 
MISTIK, katmerli bir göçmendi. Bulgaristan'da doğmuş,
büyüyüp biraz aklı başına gelince hemen, sınırın on
dakika ötesine kapağı atmıştı. "Türkiye değil mi? Sınırı
geçer geçmez Bağdat'a kadar hepsi aynı!" diyordu. Az
zamanda Babyak'taki Türkçe bilmez Pomakların akıl
hocası oldu. Bulgaristan'da kalan akrabalarıyla
mektuplaşmaya gerek yoktu. Onlarla, Bulgar sınır
karakolundaki nöbetçinin süngüsü altında, küçük bir
hediye karşılığında, saatlerce oturup konuşabilirdi.
Kurnazlığı sayesinde, memleketinden çıkmadan
göçmen olmuştu. Hatta içtiği "Karasu" bile doğduğu
kasabadan geçiyordu. Fakat bir gün Babyak bölgesinde
"sınır düzenlemesi" yapıldı. Yerleştiği köy yine
Bulgarlara kalınca, yuvasını bozmaya mecbur oldu. Bu
sefer sınır kenarının içerilere eşit olmadığını anladı.
Nevrekop'a kadar indi. Dört beş sene geçmeden Balkan
Harbi patladı. Hemen annesiyle İstanbul'a kaçtı.
Dimetoka'nın övgüsüyle kulakları dolmuştu. Kalktı,
oraya gitti. Bir köye yerleşti.
İçinden, "Artık biz ölünceye kadar savaş olmaz!"
diyordu. Köyünün kahvesinde 1. Dünya Savaşı'nın
haberlerine inanamadı. Fakat...
"Vay anasını! Yalan be!" diye haykırdı.


"Sınır düzeltilecek!" deniyordu. Gerçekten bu sınır
düzeltildi. Mıstık'ın göçmen gibi yerleştiği köy yine
Bulgarlara geçti. Bereket versin ihtiyar annesi ölmüştü.
Gamsız bir serseri tasasızlığı ile, tek başına Ergene
Köprüsü'nü aşarken "İlki de Şam, sonuncusu da Şam"
dedi. Bu kadar kısa bir zaman içinde, "birbiri üstüne dört
defa göçmen olmak" onun yerleşmek heveslerini
söndürmüştü. Gözünü yumdu. Anadolu'ya atıldı.
Aldatılabilecek milyonlarca saf adamlar arasında
kalınca, Şam'ı falan unuttu. Şehir şehir, kasaba kasaba
dolaşmaya, ticaret etmeye başladı. Önüne gelene külah
giydiriyordu. En kârlı bulduğu ticaret, hayvan alım satımı
idi. Bir kasabadan alınan atın, yahut eşeğin pahası, en
yakın kasabaya götürülünce değişiveriyordu. Bu pahayı,
Mıstık, kurnazlığı sayesinde değiştiriyordu. Kırmızı
kuşağında, Rumeli'ndeki tabancasının yerine sokulu
kara kılıflı makas, her hayvanın değerine yüzde altmış
ilave ederdi. En miskin bir beygiri alınca tırnaklarını
temizler, yağlar; yelesini, kuyruğunu Batı tarzında keser,
düzeltirdi. Sonra, torbasındaki o kimseye göstermediği,
kimseye ismini söylemediği siyah ottan bir tutam
yedirince zavallı hayvanı yirmi dört saat şaha kaldırır,
gözlerini parlatır, azgın bir ejderha haline sokardı. Lakin
at pazarlarında sürekli karşısına çıkan bir rakibi vardı.
Onun alacağı hayvanı artırır, en kâr bırakacak fırsatları
elinden kapardı. Herkesin "Molla" diye çağırdığı bu
herifin ismini bilmiyordu. Yerden yapılı, çember sakallı,
kalın çatık kaşlı, kırk beşlik bir softaydı. Küçük siyah
gözleri hep önüne bakar, ince beyaz sarıklı kalıpsız
fesinin altında tıraşlı kafası, geniş ensesi terden pırıl
pırıl parlardı. Mıstığın beğenmeyip bıraktığı en miskin,


en hasta, en ihtiyar hayvanları bile alıyor, bir gün içinde
gençleştiriyor, kuyruğunu, yelesini kesmeden, şeklini
değiştiriyor, gözlerini parlatıyor, şahlandırıyordu.
Mıstık, henüz geldiği kasabanın hanından girerken
yine bu herifi gördü. Yeni bir zarara uğramış gibi
birdenbire canı sıkıldı. Ama bozuntuya vermedi.
"Merhaba Molla!" dedi.
"Merhaba..." Şimdiye kadar hiç konuşmamışlardı.
"Hayvan almaya mı geldin?"
"Sana ne?"
...
"Neye geldimse geldim."
Mıstık, kirli zayıf elini seyrek sarı bıyıklarına kaldırdı.
Çakır gözleri bakacak yer bulamadı. Renksiz
dudaklarını kısarak gülümsedi:
"Ortak olalım be" dedi.
"Olalım."
Molla da gülümsedi. Döndüler. Hanın avlusuna doğru
yan yana yürüdüler. Kahvenin önündeki eski sıraya
oturdular. Ayaklarının dibinde iri, alacalı bir tavuk "gut,
gut, gut" diye civcivlerini gezdiriyordu. Pazar yarındı.


Mıstık koynundan tütün kesesini çıkardı. Mollaya
uzatırken, sıranın yanındaki pencereden içeriye bağırdı:
"Bize iki kahve getir."
Molla:
"Ben oruçluyum!" dedi.
Mıstık anlamadı:
"Ramazanda mıyız yahu?"
"Hayır."
"Üç aylarda mıyız?"
"Hayır."
"Ee, bu ne orucu?"
"Ben bütün yıl bir gün yer, bir gün tutarım!"
"Sahi mi?"
"Vallahi."
Mıstık tütün kesesini tekrar koynuna soktu. Eğildi,
camsız pencereden kahveciye:
"İstemez, kahveleri yapma" diye seslendi.


İçinden, "Bu gebeşin kafasına ben bir külah geçiririm!"
dedi. Kendisinin dindarlığından, küçükken hafızlığa
çalıştığından, ama hastalandığı için vazgeçtiğinden,
babasının yirmi yedi defa Hacca gittiğinden bahsetti.
Molla yere bakarak dinliyor, başını sallıyor, inanıyor,
Rumelilerin sağlam Müslüman olduklarını söylüyordu.
Mıstık sordu:
"Sen nerelisin?"
"Kayserili."
"Kayseri nerede?"
"Bu tarafta."
Molla, kısa parmaklı tombul eliyle hanın kapısını
gösteriyordu. Mıstık, geldiği ciheti hatırlayarak:
"Konya tarafında mı?" diye sordu.
"Hayır canım, daha yukarılarda..."
Mıstık, Kayseri'nin nerede, hem de ne olduğunu pek iyi
biliyordu. Rumeli'nde bıraktığı çiftlikleri de anlattıktan
sonra yaptığı kapıyı yeterli gördü. İşlere geçti.
Konuştular, anlaştılar. O günden itibaren ortaklığa karar
verdiler. Kâra, zarara, sermayeye ortak oluyorlardı.
Mıstık yine içinden, "Ben sana bir külah giydireyim de,
gör!" dedi:


Ertesi gün pazarda hayvanları beraber sattılar.
Mollanınkiler daha genç, daha dinç duruyordu. Birkaç
gün daha burada kalıp çürük hayvanları toplamak için
sözleştiler.
İkisi de aynı handa, karşılıklı birer küçük odada
yatıyorlardı. Bir gece Mıstık'ın oda kapısı vuruldu. Kalktı,
sürmeyi çekti, açtı. Baktı ki ortağı...
"Hayırdır inşallah, Molla?"
"Sabahleyin ben bir köye kadar gideceğim. Sana
şimdiden unutmadan söyleyeyim. İyi bir iş var."
Mıstık gözlerini daha ziyade açtı:
"Ne?"
"Valinin çocuğu için benden bir beyaz eşek
istemişlerdi. Seksen liraya kadar satabileceğiz."
"Ne?"
"Ben yarın burada yokum: Sen ara, bulursan otuz, kırk,
hatta elli lira bile ver. Mutlaka al."
"Beyaz eşek olur mu?"
"Olur ya..."
Mıstık şaşaladı. "Şaka mı ediyor?" diye sofu ortağının
yüzüne dikkatle baktı. Hayır, ciddi idi. Sordu:


"Peki, burada bulunur mu?"
"Ne bilirsin, belki bulunur."
"Pekâlâ, yarın ararım."
Molla, saf bir ortak samimiyetiyle ona akıl öğretti:
"Buranın en birinci cambazı Hacı Hüseyin'dir. Sen
tanımazsın. Şimdi çok ihtiyar olduğu için evinden
çıkmaz: Şadırvanın karşısına gelen sokaktan git, git, git.
Orada birine sor, gösterirler. Çiftlik gibi bir ev. Pazara
gelmez... Oturduğu yerde cambazlık eder. Ondan iste.
De ki: 'Akşama kadar bana mutlaka bir beyaz eşek
bul...' Elli liraya kadar vaat et"
"Pekâlâ"
Mollanın ağzından sert bir rakı kokusu çıkıyordu.
Küçük lambanın hafif aydınlığı ile gölgelenen yüzünde
yorgun bir neşe vardı. Gözleri dumanlıydı. Mıstık,
ortağının gündüz oruçlu olduğunu hatırladı. Biraz iltifat
etmek istedi:
"Keşke beni de iftara davet edeydin! Beraber içerdik..."
Molla reddetti:
"Hâşâ!.. Ben ömrümde bir damla ağzıma koymamışım,
elhamdülillah..."
"Peki, bu koku ne be?"


"Dişim ağrıyor, rakı ile ağzımı çalkaladım."
"Ya!"
"Evet."
"Öyleyse Allah rahatlık versin!"
"Sana da..."
Mıstık, odasının kapısını kapayınca yine "Gidi gebeş
seni!.. Ben sana bir külah giydireyim de, gör!" dedi.
Ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğu halde, yine
sofuluk taslayıp ömründe ağzına bir damla koymadığını
söylemesi, Mıstık'ın sanki gururuna dokunmuştu. "Beni
aptal yerine koyuyor ha!" diye ellerini kalçalarına dayadı,
durdu. Gözlerini küçülterek yere baktı: "Şuna bir külah...
ilk fırsatta bir külah..."
Döndü. Kapıyı sürmeledi. Soyunmaya başladı. Kendisi
de "sıtma tutmasın" diye torbasında daima birkaç şişe
konyak gezdirirdi. Onun için kafası gündüzden tutkundu.
Hemen uyuyuverdi.
Sabah olunca kahvesini içmeden dışarı atıldı.
Sokakların inek, öküz, kaz, koyun kalabalığı içinde
yürüdü. İhtiyar Cambaz Hüseyin'in evini buldu. Bu ak
sakallı, kısacık boylu, şeytana benzer bir adamdı. On
altı yaşında bir çocuk kadar çevikti. Yürürken zıp zıp
sıçrıyordu.


Mıstık selamdan sabahtan sonra beyaz bir eşek
istediğini söyledi. İhtiyar, böyle bir hayvanın
bulunacağını ümit etmiyordu. Elli senedir cambazlık
ettiği halde, ancak ömründe bir defa beyaz eşek
görmüştü.
"Ama, ara sıra bir uğra" dedi, "Kısmetin varsa bulunur."
"Akşamları uğrarım."
"Ne zaman istersen..."
Mıstık o gününü akşama kadar hayvan aramakla
geçirdi. Kelepire benzer bir şey bulamadı. Ortağı Molla,
gittiği yerden gelmemişti. Akşama yakın canı sıkılmaya
başladı. Beyaz eşeği bulup bulmadığını anlamak için
değil, sırf kendisiyle konuşup bilgi kapmak için ihtiyar
cambazın evine gitti. Kapıyı vurdu, karşısına çıkan Hacı
Hüseyin:
"Oğul, senin talihin varmış!" diye bağırdı. "Bir beyaz
eşek buldum."
"Ne çabuk?" '
"Sen gider gitmez, şişmanca, simsiyah bir Arap geldi.
Ama, tuhaf bir Arap. Başında yeşil bir hacı sarığı... Ben
Hicaz'da askerlik ettiğim için Arapça bilirim. Arapça
konuşmaya kalktım. 'Gurbette unuttum' dedi. Allah
kimseyi gurbete düşürmesin! İnsan anadilini bile
kaybediyormuş! Bu zavallı hacı parasız kalmış.


Yedeğindeki süt gibi beyaz eşeği bana sattı. Kırk liraya
aldım."
"Çok be!.."
"Ne yapalım? Sen elliye kadar ver demedin mi?"
"Çok iyi canım! Nerede bakalım, bir görelim."
"Gel... Ahırda."
Mıstık, sık adımlarla hızlı hızlı yürüyen ihtiyarın
arkasına takıldı. Dış avluyu geçti. Geniş bir âhıra girdi.
Köşede hakikaten süt gibi bembeyaz bir eşek
duruyordu.
"Çok güzel yarın gelir, alırım" dedi.
"Şimdi niye almıyorsun?"
"Yarın sabah, dedim ya... Akşamın hayırı, sabahın
kötülüğünden beterdir."
"Olur, sabahleyin gel."
"Güneş doğarken..." dedi.
Çıkarken avlunun çitlerine, kapının kenarlarına, ahırın
saçaklarına çaktırmadan dikkatli dikkatli baktı: Gözleri
sokağın karmakarışık izlerinde, hana dönerken, "Bu
fırsatı kaçırmamalıyım!" diyordu. İşte beyaz eşek
bulunmuştu. Bunu Mollanın haberi olmadan alıp valiye
götürmeli, bütün kârı cebe atmalıydı. Ama Molla, eşeğin


bulunduğunu haber alırsa, gider, artırır, yine işi bozardı.
"Ona duyurmam" dedi. Düşünmeye başladı. Hana
gelinceye kadar planını kurmuştu. Odabaşı ile hemen
hesabını kesti. "Bu gece ay ışığı var. Ben aşağı köye
gidiyorum, iki üç gün gelmeyeceğim" diye heybelerini
omuzladı. Gizlice başka bir hana gitti. Sabahı dar etti.
Erkenden, ortağına giydireceği külahı düşünerek
uyandı. Bir ucunu pencere parmaklığına bağladığı uzun
kırmızı kuşağını döne döne sararken, yanında başka biri
varmış gibi kendi kendine konuşmaya başladı:
- Hacı Hüseyin'e neden kırk lira vereceğim?
- Ya ne yapmalıyım?
- Çitler alçak, kapı da harap. Köpek de yok. Gidip gece
çalarım.
- Sonra?
- Bugün çarşıdan boya alırım. Derenin kenarına
götürür, saklarım. Eşeği gece götürür orada boyarım.
Sabah karanlığında hanla hesabımı keser, boyalı eşeğe
biner, vilayetin yolunu tutarım.
- Vilayete gidince?..
- Eşeği sıcak su ile yıkar, valiye satarım.
- Molla?
- Külahı giydiğinin farkında olmaz bile...


Poturunun açık kalmış düğmelerini iliklerken gözünün
önüne Mollayı getiriyor, başındaki beyaz sarığının
yerine küçük bir Rumeli külahı geçiriyor, bu külahı
hayalinde bir sağa bir sola, bir arkaya, bir öne eğerek
eğleniyordu. Çarşıdaki dükkânların hepsini dolaştı.
Kınadan başka boya bulamadı. İki okka kına aldı.
Kasabadan dışarı çıktı. Derenin kenarında kuytu bir yer
buldu. Mollaya rast gelmemek için kasabaya dönmedi.
Gece oluncaya kadar orada oturdu. Kesesindeki
tütünlerin hepsini içti, bitirdi. Hava bozuktu. Siyah
bulutlar bazen ayı örtüyor, her tarafı zaman zaman koyu
bir karanlık kaplıyordu. Mıstık, gece yarısından sonra bu
karanlığın içinde yürüdü. Düşe kalka Hacı Hüseyin'in
evine geldi. Durdu. Dinledi. Ses seda yoktu. Çite
tırmandı. Akar gibi avluya indi. Tekrar etrafı dinledi. Bir
şey duymadı. Yürüdü. Ahıra doğru gitti. Kapı aralıktı. İtti,
içeri girdi. Yine karanlığı dinledi. Cebinden çıkardığı
kibriti çaktı. Köşede eşek, tıpkı bir mermer parçası gibi
bembeyaz duruyordu. Ayaklarının ucuna basarak
yürüdü. Yuların bağı kördüğüm olmuştu. Elleriyle,
dişleriyle uğraşarak çözdü. Yavaş yavaş soğukkanlılıkla
kapıdan çıkarken boğazına boğucu bir şey sarıldı.
Beyninde bir yaygaradır koptu:
"Hırsız var, hırsız var! Koşun çocuklar, hırsız var!"
Mıstık çabaladı, çırpındı, kurtulamadı. Avlunun
sağındaki yer odalarından elleri ışıklı kadınlar
koşuşuyorlardı. Korkudan patlamış gözleri, boğazına
sarılanı tanıdı. Bu Hacı Hüseyin'di. Dün sabah bir
yabancının gelip kendisinden yüksek fiyatla damdan


düşer gibi bir beyaz eşek istemesi... Sonra o gider
gitmez yine damdan düşer gibi tuhaf kıyafetli, Arapça
bilmez bir Arabın kendisine bir beyaz eşek getirip
satması... Daha sonra, ertesi gün gelip eşeği alacağını
söyleyen müşterinin görünmemesi onu şüpheye
düşürmüştü. İşte, "Bunda bir kurt yeniği var" diye bu
gece uyumamış, kuyu başındaki bostan gölgeliğinde
beklemişti. Yakaladığının, gelmeyen müşteri olduğunu
görünce öfkesinden deli olacaktı.
"İp getirin" diye haykırdı.
Çoluk çocuk, damat, gelin, bütün ev halkı uyanmıştı.
Kalın iplerle Mıstık'ı sımsıkı bağladılar. Canını
çıkarıncaya kadar dövdüler.
Sabahleyin yağmur bardaktan boşanırcasına
yağıyordu. Hacı Hüseyin, damatlarıyla, kalın incir
ağacından, gece yakaladığı hırsızı çözdü. Ayaklarının
bağlarını gevşetti, arkasına kattı. Beyaz eşekle beraber
hükümet konağına doğru yürüdü. Ahırdan bembeyaz
çıkan eşeğin rengi atıyor, boynunda, sırtında,
sağrısında, yol yol siyah çizgiler peydâ oluyordu. Eşeğin
rengi şakır şakır yağan yağmurla böyle alacalandıkça,
Hacı Hüseyin daha beter hiddetleniyor, dönüp Mıstık'ın
ensesine tokatları indiriyor:
"Sizi gidi dolandırıcılar! İlk önce sen gelirsin, sonra
arkadaşın o yalancı Arap!.. Çıkarın altınlarımı!.." diye
küfürleri basıyordu. Gören alaya katıldı. Olay hemen
duyuldu. Bütün kasaba hükümetin avlusuna toplandı.
Bir eşeğe bakıyorlar, bir Mıstık'a... Gülmekten


katılıyorlardı. Dün boya aradığı dükkâncılar, kına aldığı
aktar, hancılar onu tanıdılar. Daha jandarma komutanı
gelmemişti.
Uzun boylu çavuş, yanındaki askerlerine gülerek
emrini verdi: "Tıkın şu uğursuzu bodruma! Yağmur
altında, eşeğinki gibi onun da rengi değişmesin!"
Askerler, Mıstık'ı tuttular. Halkın arasından çektiler,
kollarının bağlarını çözmeden dar bir kapıdan
kapkaranlık bir yere fırlattılar. Mıstık bu karanlıkta
yapayalnız kalınca, Molla'nın kendine ettiği oyunu sezer
gibi oldu. Gözünün önünde, siyaha boyanmış, çember
sakallı bir çehre kırmızı dilini çıkartarak sırıttı. Bu
hayalin tıraşlı başında, giydiremediği külah yerinde yeşil
bir hacı sarığı vardı. Şimdi ne yapacaktı? Ne cevap
verecekti? Düştüğü bu tuzaktan nasıl kurtulacaktı? Öyle
bir tuzak ki... Düşünüyor, düşünüyor, aşık kemiklerine
kadar kafasına geçirilmiş üç katlı kurşun bir külahın
altında ezilmiş gibi kıvranıyor, karanlıkta ayaklarını yere
vurarak, "Tuh bre anasını! Tuh bre anasını!" diye
suratını bir sağa, bir sola çeviriyordu.
 


KÜTÜK
 
ALACAKARANLIK içinde sivri, siyah bir kayanın belli
belirsiz hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı. Vakit
vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif
rüzgârı derin bir uğultu halinde her tarafa yayıyor...
Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga
sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter
artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe
kararıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz
ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular,
sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.
Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can
çekişen bir kartal ıstırabıyla, kıvranıyordu. İki bin kişilik
muhasara ordusunun çadırları, kaleye giden geniş yolun
sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına
kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı
kokular duyuyor gibi, sık sık başlarını kaldırarak
kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların
nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar,
sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış
akşam namazından dağılan askerler, çadırların
arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan
isimler, bir kahkaha, bir söz... başlayacak suskunluğu
bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen
naraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı
önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar


çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş
nazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağı kalenin
sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş
kâhyasının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım
saat evvel dörtnala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir
askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının
"Göndersdref Baronu Erasm Tofl'u beraber vurmak"
teklifini içeren mektubunu tek başına, Hadım Ali Paşa'ya
götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Zaman bulup
cevap verememişti. Dregley Kalesini sarıyordu.
Kuşatmanın başlangıcından sonuna kadar hazır
bulunan kahya, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu
kale sarp, gayet dik bir kayanın üzerine yapılmıştı.
Arslan Bey sordu:
"Bizim kaleden daha yüksek mi?"
"Daha yüksek beyim."
Kumandanın, "Bizim kale" dediği, henüz çırpınan
bayrağına hasretle baktığı Şalgo Burcu idi. Fakat o,
burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu.
Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi'nde hücumlarına
karşı durmak isteyen Adrenaki, Mihal Terşi, Etiyen
Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl
kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak iyi davranışına
teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi...
"Ben, bir kalenin karşısında çok duramam" dedi, "Hiç
sabrım yoktur. Ama Ali Paşa çok sabırlı maşallah!"


Kâhya başını kaldırdı:
"O da sabırsız... Ama ne yapsın? Dregley, pek yalçın,
pek sarp... Borsem Dağları içinde baş kale bu imiş
diyorlar."
"Paşa, muhafızlara önce teslim teklif etmedi mi?"
"Etti. "
"Kabul etmediler mi?"
"Hayır, etmediler."
"Kalenin kumandanı kimdi?"
"Zondi isminde bir kahraman..."
"Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü
tutmazlar... Vire'yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler."
"Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok
mert bir adam. "
"Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi?"
"Papaz Marten Uruçgalo ile...'
"Ne ise... Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını
keserler, kale bedenlerinden aşağı fırlatırlardı."
"Paşa Türk elçisi gönderseydi, Zondi bunu yapmazdı."


"Ne biliyorsun?"
"Papaz Marten'e söylediği sözlerden anladım?
"Ne demiş?" .
"Demiş ki; git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin.
Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl savaş
adamı ise, ben de savaş adamıyım. Ya ölürüm, ya galip
gelirim. Ama görüyorum ki, benim işim bitti. O durmasın,
bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka, yıkılacak
kalenin taşları altında kalmak isterim."
"Sahi, namuslu bir askermiş..." Kâhya;
"Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey" dedi,
"Hem de gayet yüce ruhlu bir mert."
"Nasıl?..."
"Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordugâha ret haberini
getirmek için dönerken, Zondi onu tutmuş. Eskiden esir
aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara
gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiş. Ceplerini
altınla doldurmuş. 'Al bunları paşaya götür. Benimle
beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir.
Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker
yetiştirmiş olur' demiş."
"Sahi yüce bir adammış..."


"Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik: Kalenin
avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli
eşyalarını yığarak, yakmış. Ahırındaki savaş atlarını,
ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim
asker, kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir
kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diri yakalamaya çok
çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek,
her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup, ölünceye
kadâr vuruştu."
"Demek paşa, bu mert düşmanla konuşamadı."
"Evet, konuşamadı. Vücudu ile kesik başını kalenin
karşısına gömdürdü. Mezârının üstüne bir mızrak, bir
bayrak dikilmesini emretti." '
"Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi..."
Arslan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını,
yılmazını severdi. Onca, savaş bir mertlik sanatıydı.
Düşman ordusundan kaçıp, kendisine iltica edenlere hiç
aman vermez, 'Hain, her yerde haindir' diye hemen
boynunu vurdururdu.
Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu.
Kâhya, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi'nin
hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için aptes
suyu taşıyan angaryacılar, meşalelerle geçmeye
başladılar. Arslan Bey, Şalgo'nun, ıslanmış, hasta,
ateşböcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına
bakıyor, kâhyanın sözlerini işitmeyerek, kendi planını


düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi,
Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi.
İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela
Seçeni Kalesi'nin muhafızları, daha Ali Paşa
yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephanelerini,
erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını, çocuklarını
bırakıp, bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne
kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Sağ, Keparmat
kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi.
"Hepsinin alınması belki bir ay sürmez..." diye
mırıldandı. Kâhya, kumandanın ne düşündüğünden
haberi yoktu. Anlamadı. Sordu:
"Bu kalenin alınması mı beyim?"
"Hayır, canım... Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz
kapansın... Fulek'e kadar dört beş kale var... Onların
hepsini diyorum."
"Bir ayda dört beş kale... Bu güç beyim."
"Niçin?"
"Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış... Ben attan
inerken yoldaşlar söylediler."
"Ben burasını, bir kurşun atmadan alacağım."
"Nasıl beyim?"
"Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün..."


"Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz?"
"Hayır."
"Ya ne yapacağız?"
"Havanın kapanmasını bekle, dedim ya...
Göreceksin..."
Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile
saklardı. "Yerin kulağı var" derdi. Ağzından çıkan bir sır
mutlaka işitilecekti. Kâhya gibi bu sessiz, bu manasız
beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey
anlatmıyorlardı. Kumandanın yardım, cephane, top
beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipahiler, "Biz burasını
yardım gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne
duruyoruz?" diye çadırlarında dedikodu yapıyorlardı.
Buraya gelindiği günden beri askeri istirahat ettiren
Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek
başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce
kalıyor, gülerek dönüyor.
"Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa..." diye
gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından
ayıramıyordu.
İşte kâhyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini
kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi
kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini'yi diri
diri esir tutabilecekti.


Koyu karanlık içinden uzaktan uzağa Şalgo
Burcu'ndaki nöbetçilerin attıkları acı naralar, acı köpek
ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey,
hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu içti.
Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kâhyasıyla
öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü
hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire
sordu:
"Hava kapanıyor gibi, değil mi?"
"Evet.. "
"Bakalım yarın..."
"Hücum mu edeceğiz beyim?"
"Hayır canım, hava bozsun, görürsün."
Kâhya, yine bir şey anlamadı...
Bir sabah...
Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir
duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı.
Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları,
atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvela birbirlerini
çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses
yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu.
Arslan Bey atını hazırlatmıştı. Yine yapayalnız, her
günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı.


O kadar neşeli idi ki...
Bütün subayları, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var
sanıyordu. At divanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir
ayağı üzengide.
"Ağalar" dedi. "Bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate
kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olun."
Nihayetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının
çerçevelediği yüzü sis içinde asılı duruyor sanılan ihtiyar
topçubaşı sordu:
"Siz gelmeden ben dövmeye başlayım mı, beyim?"
Arslan Bey güldü:
"Hayır... Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok.
Yalnız bize çok gürültü yap."
"Nasıl gürültü beyim?"
"Toplarını boşuna yerinden kımıldatma. Topçularını
kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktığı
kadar, 'Heya, mola, yisa!..' diye bağırt!"
...
"Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum."
"Pekâlâ beyim."
Sonra diğer subaylara döndü:


"Siz de bütün askerlerinizi savaş düzeniyle bunlara
yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın
'Heya, mola...' çektirin. Angarya naraları attırın. İş
türküleri söylettirin."
İhtiyar topçubaşı gibi subaylar da, çavuşlar da, bu
emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan
yapmasını pek iyi bilirlerdi.
"Baş üstüne, baş üstüne..."
"Haydi, ama çabuk..."
Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular.
Arslan Bey tepinen atına binince yuları tutan kâhyasına;
"Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli
Çiftliği'nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür.
Burca giden yolun yanında hazır tut... Orada beni bekle.
Haydi!"
"Başüstüne..."
"Ama çabuk..."
Hızla mahmuzlanan azgın at, şaha kalkarak sisin içine
atıldı. Üzerindeki sırmalı kaftanın etekleri altın kanatlara
benzeyen Arslan Bey'le bir masal kuşu gibi uçtu.
Biraz sonra...


Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis
içinde kaynıyor; ileri geri, yaklaşıyor, uzaklaşıyor,
dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at
kişnemelerine karışıyor; alınan emirler, verilen
kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı
tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler,
savaş düzeninde bağrışarak, duyduklarını tekrarlayarak,
dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman
içinde ilerliyorlardı.
Sağ taraftan topçuların "heya, mola"ları işitiliyordu.
Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de
anladı. Boru, trampet, hurra sesleri aksetmeye, tek tük
tabanca tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale
bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların
arasında topçubaşının büyük bir lağım açtığı
söyleniyordu.
Askerler, subayların emriyle oldukları yerlerde bağdaş
kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı.
Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile
duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım
göründü. Her adımda;
"Yiğitlerim!... Sis açılmaya başladı mı hemen susun.
Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun.
Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana
teslim teklif edeceğim..." diyordu.
Topçuların, topçulara karışan angaryacıların "heya,
mola" naraları gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek


heyecanlı yankılarla görünmeyen dağları, taşları
inletiyordu.
Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan
siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo'yu bir hayal gibi
gördüler. Sesler kesildi. Kuzeyden esen bir rüzgâr
dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru
sürüyordu.
Artık herkes birbirini görüyordu.
Kaleye pek yaklaşmıştı. Askerler, gözleriyle
kumandanlarını aradılar. O burç kapısına giden yolun
gediğinde atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir
manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin
arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu.
Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz
adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kâhyasıyla, genç
tercüman koştular... Gür sesiyle haykırdı:
"Hey bre Şalgo muhafızları!... Ben, padişahımın
dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler
zaptetmiş Bosna Valisi Yahya Paşa'nın torunlarındanım.
Atam Hamza Bali Bey, daha on dört yaşında iken sizin
ordularınızı perişan etmiş, Viyana kuşatmasında,
Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye
gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük
topla Boza Kalesi'ni yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen
Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını
bağışladım. Vadiye çekildim. Gerip gitmeleri için yol


vardım. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Boş yere
kanınızı döktürmeyin..."
Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi,
tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı.
Derin bir sessizlik...
Arslan Bey'in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa, sola
tepiniyordu, kâhya, dizgininden tutmaya çalışıyordu.
Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman
tekrarladı:
"Ne gibi şartlarla, diyorlar beyim."
Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı:
"Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız.
Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir
canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde
gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz?
Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya
getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo
kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte
İstanbul'u alan bu top... Bir kere ateş edeceğim. İkinci
atıma gerek yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz.
Acıyorum size..."
Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar
tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine
çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet


büyük, gayet kalın, gayet siyah müthiş bir topun korkunç
bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında
sevinç sadaları yükseldi. Herkes Arslan Bey'in bir
haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top
geliyormuş...
Biraz sonra...
Şalgo'nun tepesinde, şan, namus kefeni olan uğursuz
beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı.
Korkudan sapsarı kesilen tuğla kumandan, altın kılıçlı
asilzadeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey'in önünde dize
gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer
bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına
götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir
dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin
tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki
dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir
çekiyorlardı.
Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey;
"Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz Vire'yi
bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim
topu seyrettireyim..." dedi.
Tercüman bunu tekrarlayınca hepsi birbirlerine
bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç aleti yakından görmeyi
hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey'in
arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler.
Yaklaşınca Arslan Bey;


"İşte" dedi, "Sizin böyle topunuz var mı?"
Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi:
"Hayır."
"Niçin yapmıyorsunuz?"
"Bilmiyoruz."
Genç irisi bir şövalye tercümana bir şeyler sordu.
Arslan Bey;
"Ne diyor?" dedi.
"Bey bu topu kaç günde İstanbul'dan buraya
getirmiştir, diyor."
"Sen de ki: İstanbul'dan getirmemiş. Burada bir hafta
içinde kendisi yapmış."
Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar.
Arslan Bey, daha ziyade yaklaşıp elleriyle
yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade
ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman
asilzadeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafında
toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan
Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek pala bıyıklarını
büküyor, arkasındaki kâhya, başını kaşıyarak gülmekten
katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta
duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa
elini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar.


Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar.
Kolların, çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı
titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı;
"Ne diyor?"
"Bu mertlik değil... diyor."
"Ona sor ki: Henüz bir kere patlamayan bir toptan
korkarak, hemen teslim oluvermek mi mertliktir?"
Tercüman sordu.
Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap
veremedi. Asilzadeler, şövalyeler, birbirlerinin yüzlerine
bakmaya cesaret edemediler, ani bir ölüm darbesiyle
vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar.
Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top,
siyaha boyanmış kocaman bir kütükten başka bir şey
değildi!...
 


KAŞAĞI
 
AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler
altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik.
Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında
kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul'a gittiği için benden
bir yaş küçük olan kardeşim Hasan'la artık Dadaruh'un
yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı
bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En
sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh'la birlikte onları suya
götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir
zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu
kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot
doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan
daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli
şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı...
tık... tıkı... tık... tıpkı bir saat gibi... yerimde duramaz,
- Ben de yapacağım! diye tuttururdum.
O vakit Dadaruh, beni Tosun'un sırtına koyar, elime
kaşağıyı verir,
- Hadi yap! derdi.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu
tıkırtıyı çıkaramazdım.


- Kuyruğunu sallıyor mu?
- Sallıyor.
- Hani bakayım?..
Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu
görünmezdi.
Her sabah ahıra gelir gelmez,
- Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
- Yapamazsın.
- Niçin?
- Daha küçüksün de ondan...
- Yapacağım.
- Büyü de öyle.
- Ne zaman?
- Boyun at kadar olduğunda....
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum
atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en
eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı
Tosun'un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu
kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine
yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, "Höyt.." diye


sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara
başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan'la
Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar
etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın
köşesinde Dadaruh'un penceresiz küçük bir odası vardı.
Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan
baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir
sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden
haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul'dan
gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl
pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun'un yanına
koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.
- Sanırım acıtıyor? dedim.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine
baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için
duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca
yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu.
Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On
adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına
koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak
üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul'dan
gelen, üstelik Dadaruh'un kullanmaya kıyamadığı bu
güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine
attım.
Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra
uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda
yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin'le kalmıştı.
Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış
kaşağıyı gördü; Dadaruh'a haykırdı:


- Gel buraya!
Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum.
Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam
bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,
- Bilmiyorum, dedi.
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
- Hasan dedim.
- Hasan mı?
- Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan
aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
- Niye Dadaruh'a haber vermedin?
- Uyuyordu.
- Çağır şunu bakayım.
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru
koştum. Hasan'ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi
yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir
bakışından ödümüz kopardı. Hasan'a dedi ki:
- Eğer yalan söylersen seni döverim!
- Söylemem.
- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?


Hasan, Dadaruh'un elinde duran alete şaşkın şaşkın
baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
- Ben kırmadım, dedi.
- Yalan söyleme, diyorum.
- Ben kırmadım.
- Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür,
dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine
yürüdü "Utanmaz yalancı" diye yüzüne bir tokat indirdi.
- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma.
Hep Pervin'le otursun! diye haykırdı.
Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin
kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız
oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem
geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, "O
yalancı" derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına
geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı
anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal
vermiyordu. "Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?"
derdi.
Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul'a gitti. Biz yalnız
kaldık. Hasan'a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta
atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini
bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya
at gönderildi. Doktor geldi. "Kuşpalazı" dedi. Çiftlikteki
köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar


getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı.
Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür
ağlıyordu.
- Niye ağlıyorsun? diye sordum.
- Kardeşin hasta.
- İyi olacak.
- İyi olmayacak.
- Ya ne olacak?
- Kardeşin ölecek! dedi.
- Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri
Pervin'in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım.
Dalar dalmaz, Hasan'ın hayali gözümün önüne geliyor
"İftiracı! İftiracı!" diye karşımda ağlıyordu.
Pervin'i uyandırdım.
- Ben Hasan'ın yanına gideceğim, dedim.
- Niçin?
- Babama bir şey söyleyeceğim.


- Ne söyleyeceksin?
- Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
- Hangi kaşağıyı?
- Geçen yılki. Hani babamın Hasan'a darıldığı...
Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde
boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin'e anlattım. Şimdi
babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni
bağışlayacaktı.
- Yarın söylersin, dedi.
- Hayır,. şimdi gideceğim.
- Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da
uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.
- Pekala!
- Haydi şimdi uyu!
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava
henüz ağarırken Pervin'i uyandırdım. Kalktım. Ben
içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele
ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece
ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh'u ağlarken
gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.
 


ANT
 
BEN Gönen'de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu
kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri
unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir
yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz
Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı,
içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen
yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin
havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir
unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri
kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına
dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis
altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce
göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle
meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her
akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu,
taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış
gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz
bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir...
Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.
Büyük bir bahçe... Ortasında köşk biçiminde yapılmış
bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her zaman
oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni
bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi
tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen


avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının
camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik
beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren,
çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın
atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil
Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki
ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu
kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan
zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri,
kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü,
ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını,
burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç
yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona
birçok, "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Yorumlarken
benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa
olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağını,
güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne
kadar sevinirdim...
Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum...
Okul bir katlı, duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince
üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız
bir bahçe... Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman
aptes fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık
otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca"
dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı,
bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi
iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir
çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük
Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı.
Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde,


Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde
otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından,
bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların
büyücekleri ya adımı söylerler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye
çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında
sallanan "geldi - gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi
bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar
pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan
bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin
çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır, bulanırdı...
Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak... Büyük
suçlular, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan
korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca'nın ağır
tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rasgeldiği
kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim.
Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru,
kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı
çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile
yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru
söylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısının musluğu
koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu,
mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu.
Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra
diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu
olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları
yedi. O zaman Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu
zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı.
Yüzünü buruşturarak darıldı.


Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet,
musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam üstü,
okut dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum:
- Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen
koparmamıştın...
- Ben koparmıştım.
- Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun
kopardığını ben gözümle gördüm.
Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer
hocaya. söylemeyeceğime yemin edersem,
saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen
meraklanıyordum:
- Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama
o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya
dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
- Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta,
ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.
Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:
- Ant ne?
- Bilmiyor musun?
- Bilmiyorum!


O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi:
- Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek"
derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine
ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde
birbirlerine koşarlar.
Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle
ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendi
aralarında ant , içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim
göreneğin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka
rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı
çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş
yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu.
İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan
büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye
sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin
kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu beni
düşündürmeye başladı. Benim de kan kardeşim olsa,
hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya
yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde
kendimi yapayalnız, arkadaşsız, koruyucusuz
sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle
ant içmek istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı
olmadı:
- Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha... diye
uyardı beni. Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi
koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen
bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri
bizim evin bahçesine ,bütün komşu çocukları
toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık.


Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim
kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi:
Mıstık... Bu sözcüğü söylerken tad duyar, boyuna
tekrarlardım. Öylesine uyumluydu ki... Kızlar bu güzel
ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta
görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda.

Yüklə 485,93 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə