Hikayeler



Yüklə 485,93 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə3/6
tarix26.03.2022
ölçüsü485,93 Kb.
#84751
1   2   3   4   5   6
Hikayeler - Ömer Seyfettin ( PDFDrive ) (1)

Mustafa Mıstık,
Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,
Seyrine Baktık!
diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı
dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen
bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.
Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti.
Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık'ı büyük bir göçmen
arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak
seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu
dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat
atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı?
Hepimizden güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı,
kolları, bacakları, bedeni... Hatta elleri... Bütün çocukları
güreşte yenerdi... Yazın her cuma sabahı büyük bir
deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar
yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da tümümüzü
geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir
cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu


kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir
çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak,
bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en
güzel ben yapardım.
Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar
sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım,
söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı
sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan
akmaya başladı. O anda aklıma bir şey geldi: Ant
içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a,
- Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım.
Sen de kes...
Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını
salladı:
- Olur mu ya... Ant için kol kesmek gerek...
- Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi?
Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!... '
Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz
derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir
damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın
kanıyla karıştırdık. Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir
şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.
Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı
ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu
unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan


eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük
Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe
günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş
yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum...
Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük,
geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir
duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir
köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam
kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız,
ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle
kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman,
kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize
yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye
haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı.
İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi
boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.
Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere
yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü.
Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı
amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle
birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının
kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu
bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala
kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..."
diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize
koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana,
beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku
damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi
ki, sarmısak kokusundan aksırdım.


Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü
yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ı
görmemizi söyledim.
- Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine
oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.
Ondan sonra ben her zaman Mıstık'ı iyileşmiş
bulacağım umuduyla okula gittim.
Ne yazık ki, o hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş.
Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan
İstanbul'a göndereceklerdi.
Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...
Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi
bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve
mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri
gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında
olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci
boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir
küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen,
hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak
dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni
kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara
çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman
hayalini görürüm.
Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten
uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine
yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlak ve


bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik
cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken,
saf ve nurdan, geçmiş, kaybolmuş bir cennetin
gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni
mutlu eder. Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz ve soylu
üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan
tatlı hüzünlü acısından tat duyarım...
 


DİYET
 
DAR kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri
olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz
kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese
konmuş terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri
pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı. On
yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç
ve namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır
boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da
bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların,
yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını
arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun
kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur,
kırılmazdı, "Çifte su vermek" sanatının, yalnız ona özgü
bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok
konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan
uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin
yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten
başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne
verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür,
dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra
ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye
söylenirdi. Kimi "cellat elinden kaçmış bir çelebi", kimi
"sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz
çekmiş garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur
bakışından, soylu davranışlarından, gururlu
suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan


bir adam olmadığı belliydi... Ama kimdi? Nereliydi?
Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu
seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması
herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.
- Bizim Ali...
- Bizim koca usta...
- Dünyada eşi yoktur...
- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.
Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi
incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden
öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki
yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı
vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi.
Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak
istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere
çıkaracaktı. Ama Ali'nin yaratılışında "başkasına gönül
borcu olmak" gibi bir sızlanmaya yer yoktu. "Ben
kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi. Bir gece
amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi
dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde
dolaştı. Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına
girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı kent
kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı.
Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde
"kutsal ateş"ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para
için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu.
"Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı. Gönüllü olarak


savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin,
sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü
duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı.
Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha
birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan
çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar
yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği
çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde
milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
- Tak!
- Tak, tak!...
- Tak, tak!
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on
saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün
yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye
başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi.
Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı
akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada
leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi
abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı.
Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı.
Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun
alandan mescite doğru yürüdü... Kentin kenarındaki bu
gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi
sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan
başını çıkarır, ezanını okurdu.


Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla
kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam
ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz
safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak
sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak
kabarttı. Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı
namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir
bölümü çıktı.
Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı
ağrıyordu. "Mesnevi dinler, açılırım!" dedi. Büyük bir
gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten
ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun
yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir
kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı.
Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun
kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi
kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor,
sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi
oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten
çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu
yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı
altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir
yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü.
Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde
durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan
yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu.
Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu.
Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin


ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi
kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:
- Kimdir o?... diye bağırdı.
Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür
yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık
verdi:
- Yabancı yok!
- Kimsin?
- Ali...
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden
tanıdılar:
- Koca Ali... Koca Ali, be!
- Sen misin, Ali Usta?
- Benim!
- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
- Hiç...
- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!...
Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol
geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan
bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan,


uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka
dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını
çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:
- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.
- Yok.
- Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra
sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin
dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
- Biliyorum.
- Ee, ne arıyorsun buralarda?
- Hiç...
- Nasıl hiç...
Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir
adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
- Haydi yerine git, dolaşma... dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda
demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin
keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri
havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi.
Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki
leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta


duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya
kapadığını hatırladı:
- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!... dedi.
İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin...
İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını
sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte
yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden
ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi.
Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla
çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına
uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku
sersemliğiyle:
- Kim o? diye haykırdı.
- Aç çabuk.
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık
çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş
doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı.
Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti.
Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı
içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı gördü.
Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da
duruyorlardı. "Ne var?" der gibi yüzlerine baktı.
Bekçibaşı:


- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali
şaşkınlıkla sordu:
- Niçin?...
- Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.
- Ee, bana ne?...
- Onun için işte dükkânı arayacağız.
- O hırsızlıktan bana ne?
- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda
kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir
tanesini oraya bırakmışlar.
- Bana ne?...
- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin
dükkânın önünde bulduk... Sonra... Şu eşiğe bak. Kan
lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine
bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O,
bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı
bekçi:
- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde
gördüm, orada ne arıyordun? dedi.
Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne
baktı:


- Arayın... diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları
dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan
biri haykırdı:
- Ay! İşte, işte...
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana
gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı.
Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha
ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne
bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:
- Çaldığın paraları nereye sakladın?
- Ben para çalmadım.
- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
- Ya kim koydu?
- Bilmiyorum.
Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının
karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte
köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin
bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in
yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan
çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı
bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar
dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı.
Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini
Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar


dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para
keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca
Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık
suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli
olduğu da belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı.
Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu
yoktu... Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir
sesle:
- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak
yemez biriydi.
- Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer
çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça
göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak
böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz...
Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe
"çifte su"yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda
dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır
zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif
kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar.
Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini
çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç


vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir
kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on
parası yoktu... Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu
kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan,
güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat
sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı
kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı
Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi
olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar
yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu.
Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını
salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.
- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu
için diyet veririm. Ama bir koşulum var.
- Ne gibi? diye sordular.
- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar
bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye
yanaşırsa...
- Pekâlâ, pekâlâ...
Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın
önerisini Koca Ali'ye söylediler. O, önce "kasaplık


bilmediğini" ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu.
Sipahiler:
- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün.
Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin?
diye üstelediler. "Kula kul olmak", ölümlü dünyada
"birisine gönül borcu duymak" acıların en büyüğüydü.
O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile
çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile
ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör
talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
- Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış... Zaten daha ne kadar
yaşar ki... O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç
yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.
Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı
gün Hoca Ali'yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu
adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç
durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar
bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline
geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set
yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu.
Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi... Sabah
namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki
mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor,
ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona
sattırıyor... ta akşam namazına kadar durmadan
buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız
bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir
gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı


yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun
getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile
ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi,
her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki
lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar
sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı
Kasap'ın ikide bir:
- Ulan Ali!... Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak
kalacaktın!... diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına
dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı.
Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu.
Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:
- Kolunun diyetini ben verdim.
- ...
- Şimdi çolak kalacaktın, ha...
- ...
- Benim sayemde kolun var.
- ...
Hacı Kasap bu sözleri âdeta "aferin" dercesine diline
dolamıştı. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra
kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur
gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, "Aklında tut,


benim tutsağımsın!" der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı.
Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak
sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin
çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri
uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip
gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et
keserken, "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye
düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada
kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun
mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela
neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman
gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide
bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden
pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı...
Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı.
Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş,
koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki
çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı
siyah taşta satırları biliyor, yine "Ne yapacağım, ne:
yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu.
Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük
bıçakları bilemeye başladı.
"Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünmeye öyle
dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın
uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
- Ne yapıyorsun be?...


Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu
tüttürüyordu:
- Bıçakları biliyorum, dedi.
- Hay tembel miskin hay!... Sabahtan beri ne yaptın?
Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain,
bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar
beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
- Ne bakıyorsun?
- ...
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş
yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu
yine "tembel, miskin" diye kötülemekten sıkılmayan bu
kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği
parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor,
çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu
titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna
nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına
bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş
gibi dırlandı:
- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba!
dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın...
Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi.
Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği
satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek


kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle
bir indirdi ki... O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü
şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı
Kasap'ın önüne:
- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı.
Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm
yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de,
kentte kimse öğrenemedi.
 


FORSA
 
AKDENİZ'in, kahramanlık yuvası sonsuz ufuklarına
bakan küçük tepe, minimini bir çiçek ormanı gibiydi.
İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile
inen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla
sarhoş olan martılar, çılgın bağrışlarıyla havayı
çınlatıyordu. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı.
Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki
harabe vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki yıkık
kulübenin kapısız girişinden bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı
bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi
gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök
kadar sakin duran denize baktı, baktı.
- Hayırdır inşallah! dedi.
Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin
arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak
ayakları topraktan yoğurulmuş gibiydi. Zayıf kolları kirli
tunç rengindeydi. Yine başını kaldırdı. Gökle denizin
birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, Ama
görünürde bir şey yoktu.
Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok
geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk
forsasıydı. Tutsak olalı kırk yılı geçmişti. Otuz yaşında,
dinç, levent, güçlü bir kahramanken Malta korsanlarının


eline düşmüştü. Yirmi yıl onların kadırgalarında kürek
çekti. Yirmi yıl iki zincirle iki ayağından rutubetli bir
geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi yılın yazları,
kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun granit
vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı.
Yirmi yıl içinde birkaç kez halkalarını, çivilerini
değiştirdiler. Ama onun çelikten daha sert kaslı
bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız aptes alamadığı için.
üzülüyordu. Hep güneşin doğduğu yanı sol ilerisine alır,
gözlerini kıbleye çevirir, beş vakit namazı gizli işaretle
yerine getirirdi. Elli yaşına gelince, korsanlar onu, "Artık
iyi kürek çekemez!" diye bir adada satmışlardı. Efendisi
bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı.
Tanrıya şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı
değildi. Aptes alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor,
unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu.
Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit'e kavuşmaktı.
Otuz yıl içinde bir an bile umudunu kesmedi. "Öldükten
sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum,
elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme kavuşacağıma öyle
inanıyorum!" derdi. En ünlü, en tanınmış Türk
gemicilerdendi. Daha yirmi yaşındayken, Tarık Boğazı'nı
geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı
görmeden gitmiş, rastgeldiği ıssız adalardan vergiler
almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle
yenmişti. O zamanlar Türkeli'nde nâmı dillere destandı.
Padişah bile onu, saraya çağırtmıştı. Serüvenlerini
dinlemişti. Çünkü o, Hızır Aleyhisselam'ın gittiği diyarları
dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde
dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu.
Oraları tümüyle başka bir dünyaydı. Altı ay gündüz, altı


ay gece olurdu! Karısını, işte bu, yılı bir büyük günle bir
büyük geceden oluşan başka dünyadan almıştı. Gemisi
altın, gümüş, inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerken
deniz ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale'yi
geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı.
Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan
beyaz karısı acaba sağ mıydı? kırk yıldır, yalnız taht
yerinin, İstanbul'un minareleri, ufku, hayalinden hiç
silinmemişti. "Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın
önüne demir atarım" diye düşünürdü. Altmış yaşını
geçtikten sonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Bu
özgür kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı, Yaşlı
tutsak bu bakımsız bağın içindeki yıkık kulübeyi buldu.
İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya
iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını
toplayıp dönüyordu. On yıl daha geçti. Artık hiç gücü
kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık onu istemiyordu.
Nereye gidecekti?
Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye
başlamıştı. Kırk yıllık bir rüya... Türklerin, Türk
gemilerinin gelişi... Gözlerini kurumuş elleriyle iyice
ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı. Evet,
geleceklerdi, kesindi bu, buna öylesine inanıyordu ki...
- Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz! diyordu.
Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini
kapadı. İlkbahar bir umut tufanı gibi her yanı
parlatıyordu. Martıların, "Geliyorlar, geliyorlar, seni
kurtarmaya geliyorlar!" gibi işittiği tatlı seslerini dinleye
dinleye daldı. Duvar taşlarının arkasından çıkan


kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan giysinin
içine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalının üstünde
oynaşıyorlardı. Yaşlı tutsak rüyasında, ağır bir Türk
donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya
giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı
uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin
yansımasıyla parlıyordu.
Bizimkiler! Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu.
Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı.
Gerçekten, kalenin karşısında bir donanma gelmişti.
Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti.
Sarardı. Gözlerini açtı. Yüreği hızla çarpmaya başladı.
Ellerini göğsüne koydu. Bunla~ Türk gemileriydi. Kıyıya
yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı.
"Acaba rüyada mıyım?" kuşkusuna kapıldı. Uyanıkken
rüya görülür müydü? İyice inanabilmek amacıyla elini
ısırdı. Yerden sivri bir, taş parçası aldı. Alnına vurdu.
Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi.
O uyurken, donanma burnun arkasından birdenbire
çıkıvermiş olacaktı. Sevinçten, şaşkınlıktan dizlerinin
bağı çözüldü. Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler,
ellerinde al bayraklar, kaleye doğru ilerliyorlardı. Kırk
yıllık bir beklemenin son çabasıyla davrandı. Birden
kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli
gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kıyıya doğru koştu,
koştu. Karaya çıkan askerler, ak sakallı bir ihtiyarın
kendilerine doğru koştuğuna görünce:
- Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı:


- Ben Türk'üm, oğullar, ben Türk'üm.
- ...
Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar,
Türklerin yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup
öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Haline
bakanlar üzülmüşlerdi. Biraz heyecanı dinince sordular:
- Kaç yıldır tutsaksın?
- Kırk!
- Nerelisin?
- Edremitli.
- Adın ne?
- Kara Memiş.
- Kaptan mıydın?
- Evet...
İhtiyarın çevresindeki askerler birbirine karıştı. Bir
çığlıktır koptu. "Bey'e haber verin!... Bey'e haber verin!"
diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi
deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük
bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun
kahramanlık serüvenlerini bilmeyen, ününü duymayan
yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten şaşırmış,


aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir
kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.
- Haydi, Bey'in yanına! dediler.
Onu kadırgaya getiren askerlerle birlikte büyük
geminin kıçına doğru yürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalı
giysisinin üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir
adamın karşısında durdu.
- Sen kaptan Kara Memiş misin?
- Evet! dedi.
- Hızır Aleyhisselam'ın geçtiği yerlerden geçen sen
misin?
- Benim.
- Doğru mu söylüyorsun?
- Niye yalan söyleyeceğim?
- Aç bakayım sağ kolunu. ,
İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey'e
uzattı. Pazısında haç biçiminde derin bir yara izi vardı.
Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısını
kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.
- Ben senin oğlunum! dedi.
- Turgut musun?


- Evet...
İhtiyar tutsak sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince
oğlu, ona:
- Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat
kal, dedi.
Eski kahraman kabul etmedi:
- Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım.
- Çok yaşlısın baba
- Ama yüreğim güçlüdür.
- Rahat et! Bizi seyret!
- Kırk yıldır dövüşü özledim.
Oğlu, babasının ellerine varıp; vatanını, sevdiklerini
göremeden seni tekrar kaybetmeyelim baba diye
yalvararak, öptü.
İhtiyar, kafasını kaldırdı, göğsünü kabarttı, daha bir
gençleşmiş gibiydi. Bayrağı işaret ederek:
- Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın
dalgalandığı yer değil midir? dedi.
 


FERMAN
 
SANKİ bir tufandı. Gök delinmiş gibi aralıksız yağmur
yağıyor ve bütün ordu Semlin'e doğru sel, çamur, sis ve
bora içinde ilerliyordu. Belgrad - Şabaç yolu çökmüştü.
Karanlık ormanlara, sarp yokuşlara, uçurumlu dağlara
alışkın olmayan yük develeri, yedekçileriyle birlikte
kaybolmuşlardı. Subaylar bağırıyor, boru sesleri işitiliyor,
atlar kişniyordu. Hatta padişahın otağı bile ortada yoktu.
Bu kısa yol, üç gündür bitip tükenmiyordu.
Konak yerine, yalnız sadrâzamın çadırı kurulabilmişti.
Padişah saltanat arabasının penceresinden kendi
otağını göremeyince, çevresindeki, ıslanmış, allı yeşilli,
sırmalı giysileriyle gözleri kamaştıran iri ve çevik
koruyucularına:
- Daha durmayacak mıyız? dedi.
Hiç kimse karşılık vermedi. Herkes önüne bakıyor ve
şakır yağmur yağıyordu. Yaşlı padişah hastaydı. Ama
ayaklarındaki nıkris sızılarını duymuyor, Kurban
Bayramı namazının Semlinde kılınmasını düşünüyordu.
Artık eskisi gibi ata binemiyor, hatta vezirleriyle görüşüp
konuşmak için bile saltanat arabasından çıkamıyordu.
Konak yerinde padişahın otağını görmeyen bütün
ordu, gökyüzünden gelen bu öfke karşısında


donakalmış; günah dolu bir topluluk gibi birdenbire
sustu. Sesler, borular, uğultular, hatta atların kişnemesi
bile kesildi. Yalnız yerlere ve çalılara düşen yağmur
damlalarının şıkırtısı duyuluyordu. Sadrazam ne
yapmıştı? Tâ İstanbul'dan beri padişahtan bir konak ileri
gidiyor, yolları düzeltiyor, padişahın otağını
kurduruyordu. Bu onun göreviydi.
Ama hangi padişah otağı?...
Yağmurun loş gölgeleri içinde, koca kavuğu ve uzun
boyuyla Sokullu'nun, elleri önünde bağlı, gözleri yerde,
yavaş yavaş saltanat arabasına yaklaştığı görüldü.
Haberciler açılarak yol veriyordu. Arkasından üç tuğlu
vezirler de geliyordu. Kavuğundan sızan sular solgun
yüzüne, sarı sakalına akıyordu. Som sırma perdenin
yanına gelince:
- Padişahım, acıyınız, kulunuzun çadırına şeref veriniz,
dedi.
- Bizim otağımız niçin yapılmadı?
- Otağcılar fırtınadan yolu kaybetmişler. Konak yerine
gelemediler Padişahım...
Padişah bir şey söylemedi, perdenin gerisine çekildi.
Yağmur durmuyor, daha da şiddetleniyordu. Sokullu'nun
işaretiyle, altın yaldızlı koruyucu mızrakların arasındaki
değerli taşlarla süslü saltanat arabası hareket etti. Sakin
ve ıslak vezirler, büyük kavuklarındaki parlak tuğları
sallayarak, gözleri yerlerde, altın tekerleklerin yanı sıra


yürüyorlardı. Çadırın önüne gelince, arabadan inen
padişahın kollarına girdiler. Sırma perdeli kapıdan. içeri
soktular.
Yağmur hiç durmadan yağıyordu.
... İstanbul'dan kırk dokuz günde Belgrad'a gelen
yorgun ordu; yollarda birtakım haydutların saldırısına
uğramıştı. Yeniçeri ağası bunları izlemeye çıktı. Malkara
Beyi, Evren Bey'le birleşti. Hepsi saklandıkları
kovuklarda tuttu. Konak boylarında astırdı. Bu
izlemelerde üst düzeyden ve padişahın gözdelerinden
pek genç bir kahraman olan Tosun Bey yine kendini
gösterdi. Tek başına dağları, ormanları, mağaraları
dolaştı. Beşer, onar rastgeldiği haydutlarla tek başına
vuruşarak hepsini yere serdi. Bütün ordu yolunu
temizledi. Hiçbir yasakçı onun arkasından at süremiyor,
kimse ona yetişemiyordu. İleri, geri, üç konağa birden
gidiyor; uykusuzluk, yorgunluk nedir bilmiyordu. Dört yıl
önce padişah, onu sipahiler arasında görmüş,
güzelliğini, yürekli tavırlarını beğenerek yanına almış,
ona birçok görev vermiş, hatta bir yıl içinde
çavuşbaşlığa kadar çıkarmıştı. Daha yirmi beş
yaşındaydı. Gür siyah bıyıkları, şahin bakışlı iri ela
gözleri, geniş ve kalın omuzları; gösterişli yürüyüşü, her
göreni hayran bırakırdı. Savaşlarda, ayrı ayrı
yerlerinden şimdiye kadar otuz yara almış ve pek çok
general kafasını mızrağına takarak paşalara armağan
getirmişti... O, bütün ordu içinde rakipsiz bir yüreklilik,
kahramanlık ve çabukluk örneğiydi. Yaşlı Zal
Mahmut'tan daha güçlü olduğunu herkes biliyordu. Kuş


gibi uçar, yıldırım gibi seğirtir, arslan gibi atılır, kaplan
gibi parçalardı. Sadrazam en tehlikeli işlere onu salar,
büyük ve eşsiz başarılarından sonra padişahın
huzuruna çıkarır, ona övgü yağdırırdı. Kendilerinden
başka yiğit olmadığına inanan gururlu yeniçeriler bile
önlerinden o geçerken kendilerini tutamazlar, coşarak:
- Yaşa Tosun Bey! Seni hangi ana doğurdu! diye nara
atarlardı.
Tek başına yaptıklarının ünü dillerdeydi. Kuşatılmış
kalelere gece gizlice kurulan ince merdivenlerden
çıkmış, yalınkılıç, tek başına, düşman arasına atılmış...
Düşman ordugâhlarının görünmeden arkasından
dolaşarak, cephanelerini ateşe vermiş... Tutsak olduğu
zaman yüzlerce koruyucunun arasından kurtularak, onu
bekleyen nöbetçileri öldürüp silahları ve atlarıyla
dönmüştü. Herkes onu sever, herkes ona saygı
gösterirdi. Hatta vezirler' bile... Çünkü Tosun Bey, bu
yüreklilikle yakında beylerbeyi olacak, vezirlik için çok
beklemeyecek, evet öyle sayılır ki, daha sakalına kır
düşmeden padişahın mührüne kavuşacaktı. Hem
yürekli, hem erdemliydi! Savaşa giderken sedefli curayla
kahramanlık destanları söyler; barış zamanında gayet
çelebice bilgeliklerle dolu gazeller, kasideler yazardı.
Kılıç kabzasının nasırlattığı elinde, kalem yabancı
durmuyordu. Halkın dilinde onunla ilgili birçok efsane
dolaşırdı. Babasının bir emektarı onu büyütmüştü;
haksız yere kafası kesilmiş bir, beyin oğluydu.
Yağmur durmadan yağıyordu.


Konak, çamurlu ve bozuk bir yolun sağında
kurulmuştu. Her yandan seller akıyor, erler sırayla
yerlerine geliyorlar, çadırlar kuruluyor, kazanlar
indiriliyor, ötede beride ateşler parlıyordu. Bu kalabalığın
arasında Tosun Bey'in al atıyla süzüldüğü görüldü. İki
konak geriden orduya yetişmişti. Yol kenarında semeri
devrilmiş bir katırı kaldıran yeniçerilere sordu:
- Padişahın otağı nerede, ağalar?
Yeniçeriler onu görünce doğruldular, saygıyla
selamladılar. En yaşlıları karşılık verdi:
- Kurulmadı.
- Efendimiz ileri mi gitti?
- Hayır.
- Ya nerede?
- Sadrazam Paşa'nın çadırında.
Tosun Bey durdu. Yeniçerinin yüzüne dikkatle baktı.
Yeniden sordu.
- Padişahın otağı nerede kurulmuş?
- Kurulmamış.
- Niçin?
- Kaybolmuş...


- Ne?..
Yeniçeri sustu. Önüne baktı.
- Padişahın otağı mı kaybolmuş?
- Evet...
Tosun Bey fena halde öfkelendi. Dişlerini sıktı.
Padişahın otağı nasıl kaybolurdu. Bunu aklı almıyordu.
Padişah, onca pek kutsaldı. Otağ, gözünde yeri
değiştirilen bir Kâbe'ydi. Kâbe'si yıkılan bir inançlının
aceleciliğiyle ağır ve keskin mahmuzlarını atının karnına
vurdu. Islak tuğlarıyla bayrak direkleri görünen
sadrazam çadırına doğru saldırdı. Ama pek ileri gitmedi.
Seğirdim ustaları yağmur içinde dolaşıyordu. Onu pek
seven Kazasker Perviz Efendi'nin çadırını gördü. Yere
atladı. Atını, koşan bir hizmetkâra verdi. Kahramanlık
şiirlerini okuduğu Perviz Efendi, çadırın içinde
ayaktaydı. Nişancı Eğri Abdizâde Mahmut Çelebi'yle
Sabaç Köprüsü'nün, Semendire Beylerbeyi Bayram
tarafından nasıl yapıldığını konuşuyordu. Onun girdiğini
görünce:
- Hayrola, Tosun Bey! diye sözünü kesti. Tosun Bey
titriyordu. Kendinde değildi:
- Padişahın otağı kaybolmuş.
- Evet oğlum.
- Bu nasıl olur, efendi hazretleri?


- Yolu şaşırmışlar belki...
- Sadrazam Paşa bir konak önden gidiyor. Nasıl
kaybetmiş?
Perviz Efendi karşılık vermedi. Mahmut Çelebi
yağmurun, fırtınanın şiddetinden söz etmek istedi.
Tosun Bey coşuyordu. Açtı ağzını yumdu gözünü... Artık
bu kadar kayıtsızlık olur muydu? Bu kulluğa yakışır
mıydı? Hasta velinimet hiç düşünülmüyordu. Ya otağı
suya kaptırdılarsa... Ya taht bulunmazsa... Daha
İstanbul'dan çıkmazdan önce bir çavuş gönderilerek
görüşmek için Semlin'e çağrılan Zigismond'u, padişah
nerde huzuruna kabul edecekti? Bir parça yağmurdan
yollarını şaşıran, dağılan orduya, padişah nasıl
güvenecekti? Tosun Bey yürekli adamlara özgü o
saldırganlıkla ağzına geleni söylüyordu:
- İki konak arasında bir otağı koruyamayan adam, koca
bir devleti nasıl yönetir? dedi.
Bu çok ağır bir soruydu. Perviz Efendi yavaşça, kalın
halının üzerine serilmiş erguvani şiltesine çöktü.
Mahmut Çelebi bu sözü hiç işitmemiş gibi davrandı.
Durmadan yağan yağmurun sayısız ve sinir bozucu
damlaları tıpır tıpır çadırın üstüne düşüyor, ordugâhın
belirsiz uğultusu içinde, sanki düşsel bir akının uzak ve
düzenli ayak seslerini duyuruyordu.
Tosun Bey dışarı çıkınca, aceleyle adamlarını
buldurdu. Atını değiştirdi. Kimseyle konuşmadan, tek
başına, padişahın otağını aramaya çıktı. Hava gittikçe


kararıyordu. Derin yarlardan, sel yarıklarından aştı.
Taşan, köpüren derelerden geçti. Ormanlara dalan
yollara girdi. Tepelere çıktı. Dört yana naralar savurdu.
Sesinin boğuk yankılarından başka bir karşılık alamadı.
Gelen gece pek karanlıktı. Yağmur durmuyordu. "Sabah
erkenden çıkar, bulurum," diyerek geri döndü. O kadar
karanlıktı ki... Dizgini boş bırakıyor, geldiği yollardan
atının içgüdüsüyle dönebiliyordu.
Meşaleleriyle, ordugâh uzaklardan görünmeye başladı.
Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içinde at, dilediğince
yürüyordu.
- Kimdir o?
On adım ötede koyu bir karaltı belirdi...
- Yabancı değil...
- Sen misin, Tosun Bey!
- Benim!
- Sadrazam Paşa Efendimiz sizi aratıyor. Biz on süvari,
çevreye dağıldık.
- Pekâlâ, gidelim.
Ve karanlığın içinde Tosun Bey önde, sipahi arkada,
ordugâha koştular. Meşaleleri, nöbetçileri; mehterleri
geçtiler. Zaten hizmetkârlar, solaklar, çavuşlar yağmurun
altında bekleşiyorlardı. Tosun Bey'i, sadrazamın yanına


götürdüler. Paşa büyük şiltesine yaslanmış, uzun ve
değerli taşlarla süslü çubuğunu çekiyordu. Karşısında
Silahtar Cafer Ağa ile Nişancı Feridun Bey hazırolda
duruyordu.
- Oğlum Tosun, dedi, sana bir iş çıktı. Senin gibi at
sürecek er yok. Bu padişah fermanını şimdi al. Koş,
Niş'e götür... Oradaki Bey'e ver...
Karşısında sırılsıklam hazırolda duran Tosun Bey'e,
öpüp başına koyduğu kırmızı bir keseyi uzattı. Tosun
Bey, elleri bağlı; ilerledi. Eğildi. Keseyi aldı. Öptü.
Başına koydu. Dışarı çıkarken Sadrazam:
- Haydi arslanım, çabuk, yolun uğurlu olsun! diyerek
gülümsedi. Çadırın önünde eşsiz bir kır atın onu
beklediğini gördü Tosun Bey. Yağmur hâlâ eski
şiddetiyle yağıyordu. Bindi. Karnı açtı. Üzengisini tutan
hizmetkârlardan su istedi. Verdikleri suyu sonuna, kadar
içti. Ve ağır, keskin mahmuzlarını atın karnına vurdu.
Ordugâhın kalabalığı, ışıkları, uğultusu arasından beş
dakikada çıktı. Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içinde
dörtnala uzaklaştı. Kayboldu...
Ormanlardan, derelerden, köprülerden, tepelerden,
uçurumlardan şimşek gibi geçti. Belgrad'da durmadı.
Hemen atını değiştirdi. Azığını aldı. Yine yola atıldı. Hiç
uyumuyor, yalnız düz yerlerde atı tırıs giderken, rüyasız
ve uyanık bir uykuya dalıyordu. Gecelerden gündüze,
yağmurlardan güneşe girdi. Haziran sıcaklarıyla giysileri
kurudu. Kendi ve atı terledi. Akşamları serin rüzgârlara
karışan bülbül sesleri işitti. Sabahları cıvıldayan


tarlakuşlarının saklandığı ekin denizleri içinde yürüdü.
Sonunda bir gece, pek uzaktan Niş'in aydınlıklarını
gördü. Büyük bir çiftliğin önünden geçiyordu. İri ve azgın
köpekler arkasından koşuyor ve havlıyorlardı. "Gün
doğuncaya kadar şurada kalayım. Erkenden kente
girerim," dedi ve çiftliğe saptı. Herkes gibi çiftliğin
adamları da onu tanıyorlardı. Atını aldılar. Saygı içinde
yukarıya, kuleye çıkardılar.
- Ben biraz dinleneceğim. Gün doğmadan beni
uyandırın! diye buyurdu.
Ne olursa olsun, her gelen yolcuya yemek çıkarmak
gelenekti. Tosun Bey:
- Hiçbir şey istemem. Bana biraz ayran getirin, dedi. Ve
getirip bıraktıkları testiyi dikti. Susuzluğu geçince sedire
uzandı. Gözlerini kapadı. Ama uyuyamadı. At üzerinde
gelen uykusu, böyle hareketsiz kalınca kaçıyordu. İki
yanına döndü. Tolgasını çıkardı. Kılıç kemerini gevşetti.
... Tam dalacağı sırada birdenbire sıçradı. Göğsünün
üzerine koyduğu ferman ateş almış yanıyordu. Elini
götürdü. Hayır... Tuhaf bir rüya. Ferman yerinde
duruyordu. Biraz daldı. Rüyasında, götürdüğü, fermanın
eriyerek kan olduğunu, sonra tufan dalgasının kırmızı
alevler halinde bütün vücudunu sardığını görüyordu.
Sıçradı, uyandı. Hiçbir tehlike karşısında düzenini
bozmayan yüreği şimdi hızlı hızlı çarpıyordu. Doğruldu:
"Hayırdır, inşallah..." dedi. Oturdu. Bir şeyler okudu.
Döndü. Üç kez sol yanına tükürdü. Elini titreyerek
fermana götürdü. Yerindeydi. Yavaşça tuttu ve elinde
olmâdan çekti. Ocağın üzerindeki kandilin titrek ve


sönük aydınlığı içinde baktı. Üstüne sardığı çevreyi
çıkardı. Bu, kırmızı bir keseydi. Yanından balmumuyla
mühürlenmişti. Dikkat etti. Terden, yağmurdan ve
hareketten bu mum mühür yerinden oynamıştı. Acaba
içinde ne vardı? Dehşetle rüyasına giren bu ferman
neydi? Kesinlikle güvenlikle ilgili kutsal bir buyruk...
Çünkü savaş yukarıdaydı. Haydutlar, cephane ya da
yollar ve ulaştırıcılar için bir şey olmalıydı. Ama, hayır...
Bu önemli, pek önemli bir buyruktu. Çünkü özel olarak
kendisiyle gönderiliyordu. Acaba neydi? Fermanı tekrar
çevreye sardı. Koynuna koyacaktı. Ama göğsünün
görünmez bir baskı altında ezildiğini duydu. Boğazı
tıkandı. Sanki ferman gerçekten ateş almış, vücudunu
yakıyordu. Sönmez bir merak ateşi ruhunda tutuştu.
Zaten işte mühür bozulmuştu. Açsa... Belli bile
olmayacaktı. Başını salladı. Kendi kendine: "Sakın,
sakın!" dedi.
İçinde tutuşan merak ateşi öldürücü bir sıtma gibi her
yerini sarsıyordu. Ateş içinde yanan elleri, sanki kendi
güdüsüyle inat eden başka bir vücudun organıymış gibi
torbayı açtı. Üçe katlanmış kâğıdı çıkardı. Tosun Bey,
istemine başkaldıran ellerinin cinayetinde titredi. Bir
ferman açılabilir miydi. Ama kımıldayamıyor, ellerine söz
geçiremiyordu. Zincire vurulmuş, hareketsiz yatarken,
başkasının işlediği cinayeti karışmadan seyreder gibi,
ellerinin hainliğine bakakaldı. Onu dinlemeyen bu eller,
fermanı da açtı. Tosun Bey az ışık veren kandilin
ışığıyla ancak gördüğü satırları okudu. Taş odanın
beyaz duvarları, nakışlı tavan, halı örtülmüş döşeme
çevresinde dönmeye başladı. Deli oluyordu.


Cinayetten sonra kaçan katiller gibi elleri iki yanına
düştü. Açık ferman dizlerinin üstünde kaldı. "... İşbu
kutsal buyruğumuzu getiren, devletimize zararlı olan
Tosun Bey kulumun da hemen, vücudundan başın
kesesin ve şöyle bilesin ki..." Gözünü bu cümleden
ayıramıyordu. Aşağısını okuyamadı. Demek, gece
gündüz, hiç durmadan koşarak getirdiği, rüyasında
vücudunu yakan bu kırmızı kese, kendi idam
fermanıydı. Şaşkınlığı çok sürmedi. Belki elli kez
ölümün pek yakından geçerek korkunç kanatlarını
sürttüğü geniş ve parlak alnını tuttu. Arkasına dayandı.
Sağındaki pencereden siyah ve dağınık bulutların
geçişine baktı. Bir an öyle durdu. Derin bir solukla
göğsünü kabarttı: "Ama niçin? Ama niçin?" dedi.
Bağlılıktan, yüreklilikten, fedakarlıktan, savaştan,
saldırıdan başka ne yapmıştı? Tâ on beş yaşından
beri... On yıldır at sırtından inmiyordu. Bütün dünyayı
dolaşıyor, en ünlü kahramanların çekindikleri yere
gözünü kırpmadan atılıyordu. Kuşatmadaki burçların
içine, yüzlerce zırhlı düşmanın arasına, tek başına
yalınkılıç atıldığı zamanlar ölmediği halde, şimdi bir
celladın, bayağı köpek bir çingenenin satırı altında mı
can verecekti? Geçmişi hep birden düşünüyor ve kırılır
gibi olan cesareti yavaş yavaş yerine geliyordu.
Doğruldu. Ayağa kalktı. Ferman ve kese yere düştü:
"Ben kafamı kolay kolay vermem." dedi.
Pencereye yaklaştı. Siyah bulutlar daha hızlı geliyor,
tan yeri ağarıyor, çiftliğin yanından akan küçük bir
derenin dokunaklı ve hafif şarıltısı işitiliyordu. Bütün


Rumeli, bütün Anadolu onu tanırdı. Anadolu'ya atlayınca
hangi şehzadenin yanına gitse, sevgiyle kabul
olunacağına güveniyordu. On kişiye, yüz kişiye değil,
gerekirse bin kişiye karşı koyabilecek bir cesareti vardı.
Sonra gücü, ustalığı, çevikliği... Bütün ülkede bir eşi
daha yoktu. Bir kere Anadolu'ya kapağı atınca, ele
geçmezdi. İran'a, Turan'a kadar vura kıra gider, adına
ününe daha çok ün, şeref eklerdi.. Yüreği yeniden:
"Ama niçin? Ama niçin?..." diye burkuldu. Hiçbir şey
beklemiyordu. Aklına ancak ödül ve övgü gelirdi. Böyle
bir sözcük... Asla... Acaba ne suç işlemişti? Düşünüyor,
düşünüyor, bir türlü suça benzer bir şey yaptığını
hatırlamıyordu. "Ah iftiracılar! Allah'tan korkmaz
karalamacılar!" Kimbilir aleyhinde ne yalan
uydurmuşlardı. Ama... O, babası gibi celladın pis
kılıcına bir koyun gibi başını uzatmayacak, canını
almaya gelenlerin canlarını alacak, kendi canı
alınıncaya kadar başkalarından can alacaktı... "Zaman
geçirmeyeyim" diye mırıldandı. Tolgasını başına geçirdi.
Kılıcının kayışını, kuburluklarını sıkıştırdı. Yerdeki
fermanla keseyi aldı. Yine gözüne "devletimize vücudu
muzır olan..." sözcükleri ilişti. Niçin onun vücudu devlete
zararlıydı? Böyle bir suçlama, canını devlet uğruna
adamış bir insan için ne acı bir aşağılama, ne acı bir
sövgüydü... Yazıya dikkat etti. Acaba padişahın yazısı
mıydı?
Silahtar Cafer Ağa'nın da olabilirdi, padişahla onun
yazısı, farksız derecede birbirine benzerdi... Fermanı
katladı. Yine keseye soktu. Balmumunu hohladı. Mührü
eski yerinden hafifçe yapıştırdı. Azrailin kanadından


kopma kanlı bir tüy kadar hafif olan bu müthiş bez
içinde, işte hayatı duruyordu. Evirdi çevirdi. Böyle... Bu
müthiş şeye bakarken, kafasından hep eremediği
dilekleri açıklayamadığı istekleri geçti. Bu dakikaya
kadar ne mutluydu. Padişahın en sevgili gözdesiydi.
Gördüğü iyilikleri düşündü. Süvarilik zamanlarını
hatırladı. Daha on beş yaşındayken bile gücü, yiğitliği,
görenleri şaşırtıyordu. Cirit oyunlarında, güreşlerde,
vuruşmalarda hep birinci geliyordu. Sonra... Onu evinde
büyüten, babasının eski emektarı yaşlı Salih Ağa
gözünün önüne geldi. İstanbul'dan çıkarken ayrılık için
elini öpmeye gittiği zaman, bu ihtiyarın verdiği öğüdü
işitir gibi oldu: "Padişah'ın buyruğundan dışarı çıkma,
Canını istese ver. Düşünme. Dünyada olmasa bile öbür
dünyada karşılığını görürsün... Ve geçmişi daha fazla
hatırlayamadı. Ansızın bozulan bir saat gibi, sanki
kafası durdu. Yalnız kulağından; Salih Ağa'nın sesi
çıkmıyordu: "Padişah'ın buyruğundan, dışarı çıkma..."
Oysa... Oysa o, işte padişahın buyruğundan dışarı
çıkıyor, hatta başkaldırmaya hazırlanıyordu. Bu büyük
ve utanç verici günahı işlemiş gibi, yüreğinde heyecan
ve pişmanlık karışımı zehirli bir sızı duydu. Canını
padişah ve devlet uğrunda vermeye ant içmemiş miydi?
O halde bu canı kimden, nereye, niçin kaçıracaktı? Artık
birdenbire güçlenmiş istemine bağlı demir elleriyle
tuttuğu bu kırmızı keseyi kaldırdı. Dudaklarına
dokundurdu. Sonra başına götürdü.
Güneş bulutlar içinden gizlice doğarken, doludizgin
Niş'e girdi. Canlı bir yıldırım gibi, dar ve bozuk


sokaklardan geçti. Beyin konağı önünde de atından
atladı. Onu tanıyan kapıcılar, süvariler, erler:
- Tosun Bey! Tosun Bey! diye koşuştular.
İki kanadı açık geniş kapının, ortasında bir fener
sarkan beyaz badanalı kemerin altından, temiz ve
zemini kara taşlı kaplı bir avluya ilerledi. Bağırdı:
- Çabuk Bey'e haber verin, ferman var...
Hizmetkârların arasından ayrılan uzun boylu
kapıcıbaşı öne düştü. Onu taş merdivenlerden çıkardı.
Bey, sabah namazını kılıp selamlığa çıkmıştı, rahat
rahat çubuğunu tüttürüyor, uyku sersemliğini üzerinden
atmaya çalışıyordu. Odasına ansızın Tosun Bey'i
geldiğini görünce şaşaladı. Bu Bey, onun yiğitliğine ve
kahramanlığına hayran, yaşlı, feleğin çemberinden
geçmiş eski bir askerdi. Hemen ayağa kalktı. Kucakladı.
Alnından öptü:
- Hoş geldin yiğidim, iyi haberler getirdin... Tosun Bey
gülerek:
- Bir padişah fermanı getirdim, dedi.
Ve koynundan kırmızı keseyi çıkardı. Öptü. Başına
koydu. Uzattı. Yaşlı Bey, Tosun Bey'le özel olarak
gönderilen bir fermanın önemini düşündü. Yorgun yüreği
hopladı. Sarardı. Titrek, zayıf ve kıllı elleriyle bu keseyi
aldı. Öptü. Başına koydu. Mumun bozukluğuna bile
dikkat edemedi. Kopardı. Fermanı çıkardı. Açtı. Okudu.


Ve uzun çubuğunun dayalı durduğu yüksek sedire
yıkılıverdi. Karşısında Tosun Bey, bir eli kalçasında, dinç
ve levent duruyor, gülümsüyordu. Zavallı ihtiyar
ağlamaya başladı:
- Ne ağlıyorsun, Bey hazretleri? İhtiyar inledi:
- Bu fermanın ne yazdığını biliyor musun?
- Biliyorum. Benim kafamın kesilmesini yazıyor.
Yaşlı Bey, bütün memlekette kahramanlığı dillere
destan olan bu al yanaklı, gür bıyıklı, dağ parçası,
görünüşü saygı uyandıran, yiğit güzel bahadıra ıslak
gözleriyle uzun uzun baktı. Acaba niçin bu öfkeye
uğramıştı? Böyle bir arslanı, celladın eline vermek ne
büyük bir insafsızlıktı. Hangi vicdan buna razı olurdu?
Ak sakalına yakışmayan çocuksu bir hıçkırıkla:
- Suçun ne? diye sordu.
- Padişahım bilir...
- Ben senin başını kesmem, Tosun Bey. Şimdi
bağışlanmanı dileyeceğim. Çifte tatar çıkaracağım.
Dileğim kabul olunmazsa kendi başımın kesilmesini
isteyeceğim.
- Hayır, Bey! Hayır... Padişahın buyruğundan dışarı
çıkma. Başımı kes... Kestikten sonra bağışlanmamı dile.
Padişahım, kendi buyruğu yerine geldikten sonra, ben
kulunu bağışlamalı.


Yaşlı Bey daha çok ağlıyor, hıçkırıyordu:
- Ben senin gibi bir yiğide kıyamam. Ben seni
kesemem. Elim dilim buna varmaz.
- ...
- Vallahi seni kesemem...
Yeni uyanmış erkek bir arslan sessizliğiyle gülümseyen
Tosun Bey'in parlak yüzü birdenbire karardı. Gür Kaşları
çatıldı. Şahin bakışlı iri ele gözleri açıldı. Tiksinti ve
öfkeyle kılıcını çekti:
- Padişahımın buyruğunu yerine getirmeyen âsilerin
başını ben keserim!... diye kükreyerek yumuşak kalpli,
zayıf ve boyun eğmez ihtiyarın üzerine yürüdü.
Al çuhadan büyük kapı perdesinin arkasında gizli
nöbet bekleyen silahlı adamlar koşuştu, onu tuttular.
Yarım saat sonra, sırmalı resmi kavuğunu çıkarıp
başına gösterişsiz dua külahını geçirmiş olan ak sakallı
Bey, ıssız odasında seccadesinde oturmuş, boynu
bükük "Yâsin" okurken, dışarda dokunaklı ve belirsiz bir
yağmur serpeliyor; iç avlunun siyah taşlarındaki taze ve
sıcak kanlar üstünde, süvariler görünmeyen içtenlik dolu
gözyaşları gibi damlıyordu.
 



Yüklə 485,93 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə