da Highgate’in birbirinden güzel çay salonlarında da buluşma
ya başladık.
Bir de pazartesi toplantılarına arada bir katılan Andrea var
dı. Diğerlerinden daha genç ve onlar kadar İngiliz görünme
yen, giyimi özensiz, hareketleri atılgan, elleri kaba, mavi göz
leri çok derin bakan bir kadındı. Andrea’da farklı bir şey vardı.
Diğerleri gibi yapaya kaçan bir nezaketi yoktu. Başkalarının ne
düşüneceğine dikkat ederek değil, içinden geldiği gibi davranı
yordu. Överken de, eleştirirken de cesurdu, samimiydi. Diğer
lerinden farklıydı kısacası.
Bir gün İngilizceye çevrilmiş öyküm olup olmadığını sordu
lar. Var deyince de okumak istediler. Takip eden pazartesiyi ba
na ayırdılar.
Öykümün İngilizcesini yüksek sesle okudular. Bitince And
rea ağlamaklı gözlerle bana baktı.
“Sen rebetiko nedir biliyor musun?” dedi.
“Elbette,” dedim.
Şaşırmadı, gülümsedi, diğerlerine baktı. Hiçbirinin yüzün
de rebetikonun anlamını bilen bir ifade bulamadı. Bilip bilme
diğimden emin mi olmak istedi, yoksa duygulandı da rebetiko
nun ne olduğunu ben söyleyeyim mi istedi, bilmiyorum. Söyle
der gibi bir işaret yaptı.
“Bir tür Yunan müziği,” dedim ikimizin arasında ortak bir
bağ oluşturan bu sözcüğün anlamını merak eden diğerlerine.
“Sadece müzik de değil, bir tarz, anlatması çok zor.”
Andrea onaylayarak başını salladı, sonra birden ağlamaya
başladı. Duygularını saklamaları ve daima hafifçe gülümseme
leri bebekliklerinden itibaren kendilerine öğretildiği için yanak
kasları sabit hale gelen Ingilizler şaşkınlıkla Andrea’ya baktılar.
“Öykün bana rebetikoyu hatırlattı. Dinlerken rebetiko söyle
dim içimden,” dedi.
Sanki kulaklarında hâlâ rebetiko çalıyormuş gibi yukarıya
bakıyor, ellerini havada dans ettiriyordu. Yunanistan’ı çok öz
lediğini söyledi diğerlerine, ülkesini anlattı. Ailesi Londra’ya
göç ettiğinde dokuz yaşındaymış. Sonra beni işaret ederek,
“Siz anlayamazsınız. O anlar!” dedi.
28
Londra’da tanıştığım Andrea’nın “O anlar!” dediği an, haya
tımda çok mutlu olduğum anlardan biridir.
Yazdığım öyküde ona rebetikoyu hatırlatan ne var bilmiyo
rum. Ama Andrea’ya onu benim anlayabileceğimi hissettiren
bir şey olmalı.
Birbirine ezeli-ebedi düşman olması öğretilmiş iki milleti bir
İngiliz masasında birbirini anlar kılan duygunun milliyetini se
viyorum. Aynı denizin iki yakasında yaşayan, “Ödemiş Kavak
ları” türküsünü Türkçe ve Yunanca söyleyen, aynı duygularla
ağlayan iki milletten hangisi daha az Türk, hangisi daha az Yu
nanlı?
29
İstanbul için bir güzelleme
İstanbul İstanbul uzakta
İstanbul’a ateş etmeyiniz
- Cem al Siıreya
Şehir dediğimiz şey haritalarda işaretlenen bir toprak parça
sından, birtakım çatık kaşlı, sinirli meslek erbabının planlayıp
durduğu bir arazi parçasından, iyi kötü bir altyapıyla donan
mış bir yerleşim bölgesinden ya da en basitinden ansiklopedi
lerde bir kavramdan ibaret değildir. Şehir dediğimiz şey res-
i u
✓
•
İ
v
" T
-
m
1
■ ■ r* k
* 1 L J V * |
•
{
* i T " l
i r
BS
mi belgelere, haritalara, nazım planlara, monografi ve ansik
lopedilere sığandan, içinde yaşayanların toplamından çok da
ha fazla bir şeydir. Şehir dediğimiz şey neredeyse canlı bir or
ganizmadır.
Şehir, yurt olduğu herkesin hatıra kesesinde kendine büyük
bir yer bulan ve ruhumuza doğrudan nüfuz eden bir “şey”dir.
Kendi kişisel tarihimize yataklık eden şehirlerin tarihi ile ken
di tarihimizin kesiştiği zamanların önemi diğer sıradan zaman
lardan fazladır.
Birisi İstanbul'da on gün yerden kalkmayan karın başladığı
gün evlenmiştir örneğin, bir sürü aksilik olmuştur, araba ça
lışmamıştır, nikâha geç kalınmıştır. Bir başkası ilk Boğaz Köp-
rüsü’nün açıldığı gün doğmuştur. Ya da bir genç önemli bir
iş görüşmesinden dönerken Halaskârgazi Caddesi’nde Hrant
Dink’in öldürüldüğünü öğrenmiştir ve işe başlamak sevinci İs
tanbul’un tarihine düşen bu kara leke nedeniyle kursağında
kalmıştır. Bir başkası sınava İstanbul Üniversitesinde girmiş
tir, çıkınca Beyazıt Kulesi’nin dibine oturup hayal kurmuştur,
sonra sınava girdiği bu üniversiteyi kazanmıştır ve yıllarca an
latır bunu.
Hatıralarımızı şehirlerimizden ayıramayız. Çünkü şehrimi
zin tarihi ile kendi tarihimizin kesiştiği yerlerde özgeçmişimize
ait büyük parçalar oluşur.
Bence şehir bütün bunların ötesinde aşktır.
Bazı insanlar şehirlerine iflah olmaz bir âşık gibi bağlıdır
lar ve bazı şehirlerin âşıkları eziyet görmekten hoşlanan, sadist
âşıklar gibi çılgınlık çizgisini bile aşarlar. Her şehrin âşığı da
kendi aşkının, kendi şehrinin biricik, tek ve en sevilesi olduğu
na inanır. Ama şehirlerle aşk tek taraflıdır, biz onun aşkından
ölüp biterken, o bizi umursamaz, bizim farkımızda bile değil
dir, kendi zamanını yaşar.
İstanbul tam da böyle bir sevgilidir, huzurlu bir aşk vaat et
mez. Aksine, inişli çıkışlı, fırtınalı bir ilişki yaşanır onunla. Ye
min billah terk etmelerle, güneye yerleşmelerle, sonra baş ön-
a
de geri dönmeler ve bağrına tekrar sokulmalarla ilerler. Aşık
ları bile İstanbul’u terk etmek ister, çünkü İstanbul sevenleri
ni horlar. Hem, Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, İstanbul’dan ya
nefret edilir ya da bu şehir uğruna ölünecek bir kadın gibi çıl
gınca sevilir.
Ben de kendi aşkımın biricik olduğuna inananlardanım,
“Rabbin bana bir nimeti varsa o da” İstanbul’dur; canıma da
okusa, iflahımı da kesse İstanbul benim için daima “gül pem
be dehen”dir.
İstanbul pek çok şeydir, bazen her şeydir.
Dünya yansa bir çuval samanı yanmaz gibi görünür ama iç
ten içe kendini hırpalar. Karmaşıktır, gururludur. Bizans’ın gü
venilmez torunudur, atalarından dalavere geni almıştır, taşra
nın halim selim şakinlerini korkutan bu sağı solu belirsiz ha
lidir.
Başka şehirler “biz” olabilir, ama İstanbul “ben”dir, bencidir,
İstanbul bir bütündür. Neredeyse beş asır büyüktür başkentten
ve başkent olma unvanını alçakgönüllülük olduğu sanılan gizli
bir kibirle teslim etmiştir Ankara’ya. Başkenti ve daha pek çok
şehri milli mimari donatmıştır, ama İstanbul’u Mimar Sinan İs
tanbul yapmıştır. Akmayan trafiğinin çığlığı bile stadyumda
sahneye konmuş bir şova benzer.
32
Dostları ilə paylaş: |