Öte yandan yaşım ilerledikçe kalpten gelen bir sevgiyle değil,
öğrenilmiş bir sevgiyle bir şehre bağlı olma anlamında memle
ketçi olmaya çabalıyorum. Bunun doğduğumuz şehirlere bir
borç olduğuna dair, tam oluşmamış bir inanç kıpırdıyor içim
de. Ama benimkinin yapay bir memleketçilik olduğunu da bi
liyorum. Sait Faik’le aynı memleketten olmakla övünüyorum
mesela, bunun külliyen saçmalık olduğunu düşündüğüm hal
de. Aynı şehirde doğmuş olmamız kime ne gibi bir değer ka
zandırabilir ki? Üstelik yazdıklarına bakacak olursak, ailesi
doğduğu şehrin tarihinde de, bugününde de yer tuttuğu hal
de, Sait Faik kendini hiçbir zaman bir şehre, bir memlekete ait
hissetmedi. Yaşadığı yerlerin tabelalardaki adlarını umursama
dı. Onun memleketi sıradan insanların kalbiydi. Adapazarı’nın
bugün kendini nasıl sahiplendiğini görse muhtemelen çok şa
şardı, tıpkı Kastamonu’nun Oğuz Atay’ı sahiplenmesi gibi. Ama
şehirler, “memleketler” bunu yapmalı, değerli evlatlarının anı
sını bağrına basmalı, geç bile kaldılar.
“Aaa, Adapazarlı mısınız? Neresinden?”
“Şurasından. Siz?”
Sanki söylese bileceğim neresi olduğunu. Doğduğum şehre
o kadar uzun zamandır gitmedim ki, “orda bir şehir var uzak
ta” oldu benim için. Bazen soruyorum kendime, neden doğdu
ğumuz şehirleri imleyen memleket vurgusu beni fazla etkile
miyor diye.
Nedenlerden biri İstanbul’u tutkuyla sevmem olabilir. Bazen
Türkiye’siz yaşayabilirim, ama İstanbul’suz yaşayamam gibi ge
liyor. Bizans’la Osmanlı’mn günümüze kadar uzanan soyut-so-
mut etkilerinin iç içe geçmişliğinden doğan yüksek enerjiye, bi
nlerinin mahvetmek için elinden geleni ardına koymadığı silue
ti ve istisnai yerleri dışında çok çirkin ve fakat pitoresk oluşuna
bayılıyorum. Cumhuriyetin bir İstanbul’u olmamasından, İstan
bul’un kendini cumhuriyetin malı gibi görmemesinden, şuursuz
ca da olsa kendini neredeyse tüm bir ülke olarak hissetmesinden
etkileniyorum. İstanbul sağı solu belli olmayan bir metropol. Her
an fikir değiştirme ihtimali, bağrından her an yeni bir eğilim, bir
mucize, beklenmedik bir şey çıkarma potansiyeli taşıyor.
22
Küçük şehirlerin -taşranın- yerlileri, şehirlerinden “-miz”
diye söz ederler. Adapazarı’ımz, İzmit’imiz, Bursa’mız, Kon
ya’mız, Kayseri’miz.. Bu sahiplenme oralarda gülünç görün
mez, aksine şehirlerine olan bağlılıklarının samimi bir ifadesi
dir. Ama İstanbul’da İstanbul’umuz demek gülünç kaçar. İstan
bul herkesindir ve bu herkes içinde Rus, Romanyalı, Afrikalı,
Ermenistanlı, UkraynalI, Iranlı, İraklı, Suriyeli de vardır, hat
ta yeni zamanların yeni oryantalistleri, Italyan, Alman, Fransız,
Amerikalı gezgin ruhlar da İstanbul’da kendilerine yer bulur.
İstanbul insanına ne kadar bağlı değilse, insanı da İstanbul’a
o kadar tuhaf bir biçimde bağlıdır.
İstanbul’un trafiğinden, gürültüsünden, çirkinliği ve vahşi
liğinden yakman korolara katıldığımda, bunun nedeni o an
da içinde bulunduğum topluluk arasında çıkıntılık yapmamak
oluyor. Ama yine de İstanbul’u memleketim gibi hissetmiyo
rum. Çünkü İstanbul kendini bir memleket olarak sunmuyor.
Ahalisine diğer şehirlerin gösterdiği şefkati göstermiyor.
Bir memleketi olanlar, İstanbul’da İstanbul’un ahalisine göster
mediği şefkati “memleket” kavramında buluyorlar. Hemşeriliğin
gücü asıl bir şehrin yabancısı olmaktan geliyor. Basın zaman za
man İstanbul’un memleket/hemşeri haritalarını yayımlıyor. Ba-
lat’ta Kastamonulular oturuyor diyor mesela, Emirgan’da Rizeli
ler. Ya da meslek gruplarına göre dökümler yapılıyor. İstanbul’da
hamallık Bitlislilerin elindeymiş, kapıcılık da Sivaslıların. Fakat
bu tablo bence İstanbul’da yaşayanların gözüne sıkı bağlarla örül
müş, ötekine karşı haşin topluluklar olarak görünüyor ve bu da
“memleket” sözcüğünün insancıl bağlarını insanın zalim doğası
lehine törpülüyor. Taşı toprağı altın olan bu şehirde bir elin nesi
var, iki elin sesi var, hemşerine omuz ver, el uzat, kazan, paylaş
ve ötekine çelme tak, engelle, senin hemşerin değil o.
Memleket hissine duyarsız oluşumun bir başka nedeni de
doğduğum şehrin Türkiye’nin bütün şehirleri gibi korkunç çir
kinleşmesi olabilir. Yıllardan beri bakamayacağım kadar çir
kin, açgözlü, muhteris ve vahşi bir yapılaşma bu ülkedeki tüm
şehirlerin tek tük kalan güzelliklerini hızla öldüren bir salgın
hastalığa dönüştü. Çirkinlik veba gibi sarıyor şehirleri. Çirkin
23
leşerek aynılaşıyorlar, tektipleşiyorlar, ruhsuz, hissiz hale geli
yorlar, benim şehrim de bunların önde gelenlerinden biri.
1999 depreminden birkaç gün önce Adapazarı’na gitmiş
tim ve doğduğum şehrin çirkinliği ve haşinliği karşısında içim
de taşkın bir öfke kabarmıştı. Zihnimde bir bir yıkmıştım ço
cukluğumdaki güzelliğinden en küçük bir iz bile taşımayan bu
şehrin yeni yapılarını. Ardından deprem oldu, o çirkin yapılar
gerçekten yıkıldı. Müthiş bir suçluluk duydum, sonra bu hissi
unuttum. Derken 2009’da Van’a gittim, ilk kez gittiğim bu şeh
rin çirkinliği yine aynı şekilde içimde bir öfke doğurdu. Bir an
önce bu çirkin şehirden gitmek istedim. Van da aynı şekilde yı
kıldı, yerle bir oldu. Zihnimde yıktığım bu çirkinlikleri yıkan
şey benim lanetim değil elbette, kötü yapılaşmanın bedeli. Öy
le parapsişik güçlerim yok, ama yine de gittiğim şehirlerin çir
kinliği karşısında öfkelenmeyeceğime dair kendime söz ver
dim, sanki tutabilirmişim gibi.
Yine de şehirleri yönetenlerin korkunç cin f ikirlerinin ürünle
rinin bir zamanlar estetik şahikaları yaratmış bu toplumun yeni
kuşakları arasında böylesine karşılık bulması beni hayrete düşü
rüyor. Nasıl olabilir? diyorum. Bir zamanlar Çifte Minareyi, Div
riği Şifahanesi’ni, İshak Paşa Sarayı’nı, Selimiye Camii’ni, Safran
bolu evlerini yapmış, kemerler, köprüler, su yolları, camiler, ki
liseler, havralar, hamamlar inşa etmiş, şehirler kurmuş bu toplu
ma, bıraktığı -ayakta kalanı sınırlı- mirasa bakarsak derin bir şe
hir bilgisine sahip olması gereken bu topluma ne oldu? Cevabın
bu ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik tarihinin içinde olduğu
nu bildiğim halde yetinemiyorum. Şehirlerin, dolayısıyla yaşama
biçiminin de çirkinliği bana armamayacağımız bir lanet gibi gö
rünüyor. Bu kadar çirkinleşen ve kimliğini kendi elleriyle tahrip
eden şehirler bende memleket hissi değil, öfke ve öfkeden yor
gun düşünce de acıma ve teessüf hissi uyandırıyor.
Memleket hissi ile köklere bağlılık arasında bir korelasyon
olsa gerek. Bir bütün olarak ülkeme bağlıysam da köklerime
bağlı değilim. Çünkü köklerimin nerelere uzandığından haber
sizim. Köklerinin sızladığını duymayan insan nasıl bir memle
ket arar ki kendine?
24
Dostları ilə paylaş: |