Derken, kendine taşralı demeyi akıl etmeyen ya da taşralı ol
duğunun farkında bile olmayan bir taşralı olarak İstanbul’a lise
okumaya geldiğimde, herkesin kendi doğusuna oryantalist ol
duğunu, her taşralının kendi uzağını taşralı gördüğünü fark et
tim. Sanıldığının aksine, okuduğum lisenin yatakhanesinde İs
tanbullular hiç de az değildi ve hemen hepsi “küçük burjuva”
çocuklarıydı. Onlara göre İstanbul’a ne kadar uzaktan geliyor
san, o kadar çok taşralıydın. Adapazarı ile İstanbul arasındaki
yüz elli kilometre durumu kurtarmama yetti.
Ankara, taşra konusunda en tartışmalı konumda yer alması
na rağmen, bu mevzudan muaf tutuluyordu. Ne de olsa cum
huriyet kuşağının yetiştirdiği çocukların başkente saygısı tam
dı. Ankara’nın taşra olup olmadığını tartışmak için liseyi bitir
mek, daha entelektüel ortamlara girip tartışmalara kulak ver
mek gerekiyordu. O yılların ahilerinin, ablalarının ortamında
da Ankara başkent olmasının yanı sıra sahip olduğu yüksek ni
telikli entelektüel kitle sayesinde taşra kavramının alışıldık an
lamını en çok sarsan şehirdi.
İzmirliler de yırtıyorlardı. Gerek şehirlerine “gâvur İzmir” sı
fatı veren yaşama tarzları, gerek İstanbul’a kafa tutabilecek ka
dar güçlü şehir kültürleri ve bu tür kategorize etmelere pabuç
bırakmayan canlı kişilikleri nedeniyle taşralı sıfatından onlar
da muaf oldular ya da hiç umursamadılar.
Gerçi biraz mürekkep yalamış insanlar arasında öyle ruhu
örseleyen, “sanatçının bir genç adam olarak portresi”ne kat
kı yapacak bir mesele değildi taşralılık. Aşmak kolaydı. Türk-
çeyi düzgün konuşuyorsan, oturup kalkmayı az buçuk biliyor
san, şehirli olma bilgisine sahipsen, taşradan geldiğini ele ve
recek küçük falsoları çabucak giderir, İstanbul’un öz çocuğu
olurdun. Kaldı ki Anadolu’nun belli başlı şehirlerinin köklü ai
lelerinin merkezin yanında kendini hiç de ezdirmeyen bir şehir
kültürleri, görgüleri, bilgileri olurdu.
iyice rafine edilmiş İstanbullu kültürü zaten oldum olası çok
dar bir kesimde karşılık bulmuştu. Bizim lisenin ve Istanbul’un
beyaz örtülü sofralarda gümüş çatal bıçaklarla yemek yeme ça
ğı çoktan geçmişti. Çünkü yetmişli yıllara gelindiğinde birkaç
19
göbektir İstanbullu olduğunu söyleyenler, çevrelerini Yandı
ramıyorlar, ısrar ederlerse en hafifinden müstehzi bir ifadeyle
karşılanıyorlar, genellikle alay konusu oluyorlardı. Bir zaman
ların Meclis-i Mebusan’ında her üç kişiden birinin gayrimüs
lim olduğu İstanbul’da artık gerçek İstanbullu çok nadir bulu
nan bir şeydi. Ellili yıllarda İstanbul’a göçmeye başlayan ailele
rin ikinci hatta üçüncü kuşakları yetişmiş, hayatın içine sızmış
lardı ve böylece İstanbul, Anadolu’nun cümle taşralarının fark
lı semtlerinde bire bir yansıdığı devasa bir taşra olmuş, dolayı
sıyla taşra sözcüğünün hakaretamiz bir nitelik taşıyan anlamı
tedavülden kalkmıştı.
Aslına bakılırsa İstanbul’da İstanbulluluk meselesi hâlâ aynı
dır. Taksici sorar: Nerelisin? İstanbulluyum dersin, bu kez anan
baban nereli diye sorar. İstanbullu olduğuna inanmaz; mutlaka
bir kökün, bir esas memleketin vardır ve benim için büyüleyici
bir şehir olmakla beraber metropol olmanın tüm olumsuz nite
liklerini barındıran İstanbul, İstanbul’da doğup büyümüş olan
lar için bile bir “memleket” değildir, başka bir şeydir.
Ama taşranın bana bunca uzak olmasının ve çocukluğum
boyunca yabancı bir dilden gelmiş gibi tınlamasının bir nedeni
daha var: Taşrada kimse kendine taşralı demez. Taşrada yaşa
yanlar taşralı olduklarını düşünmezler ve merkezde taşralı söz
cüğünün yüklendiği anlamı, taşra şehirlerinde “köylü” yükle
nir (di, o da değişti).
Bugün kendini şehirli bulan sıradan insanlar arasında hızla
yaygınlaşan sözcük varoş. Görgüsüzlüğü, seviyesizliği, kendini
rafine etmekten, estetikten uzak bir yaşama tarzını işaret edi
yor. Varoşla taşra karşılaştırıldığında taşra yunmuş yıkanmış
gibi görünüyor şimdi bana. Varoş bugün birine hakaret etme
nin nezih ve incelikli sayılan yolu.
20
Memleket: Neresinden?
“Memleket sözcüğünün, sıcak, gevşek, mütevazı çağrışımla
rı var; milliyetçiliğin insana ülkesini zehir eden fanatizmine ve
demagojisine pek alet olmamış bir sözcük,” deniyor Taşraya
Bakm ak
adlı kitabın sunuş yazısında.1
Paragrafın, memleket sözcüğünün elitist ve ruhsuz kozmo-
politizm ile mutaassıp yerlicilik ve milliyetçilik arasında aldı
ğı yerin ve içerdiği hassasiyetin vurgulandığı devamını oku
duğumda, bu yargıya katılıyorum. Memleket sözcüğü bana da
masum, sevilesi geliyor.
Yine de bu sözcüğün kalbimde derin bir yeri yok. Ancak
yurtdışındayken, Batı’dayken yani (!), hassaslaşıyor insan.
Cumhuriyet maceramız boyunca baktığımız yöndeki medeni
yeti kurmuş olanların en ince düşünceli olanlarının bile yüz
lerinde, Doğu’dan gelen bizlerle iletişim kurarken bir kas bel
li belirsiz seğiriyor, bir kirpik kırpışıyor ya bir an için, işte o an
içimde bir alınganlık baş gösteriyor, bizim memlekette.... diye
başlayan cümleler kurasım geliyor, samimiyetle.
Demek ki memleketin bendeki sahici karşılığı bütün bir ülke.
Ülke, yurt anlamındaki memleketi -abartmadan- seviyorum. * 3
1
Taşraya Bakmak,
derleyen Tanıl Bora, İletişim Yayınlan, Memleket Kitapları,
3. baskı, 2006.
21
Dostları ilə paylaş: |