İşgal edilmemiş şehirlerimizin bile bir düşmandan kurtuluş
günü vardır.
Zaten bir şehrin tarihinden anladığımız şey Türkleştirilme
sürecidir.
Genel kaynaklarda şehirden hangi uygarlıkların gelip geçtiği
sıralanırken resmi tarihin inkâr edemediklerine kısa bir parag
raf ayrılır, inkâr ettiklerinden ise hiç bahis yoktur.
Şehrin adının nereden geldiği en zayıf ve en Türkçü teoriler
le geçiştirilir, isim değiştirmelerinin izine rastlanmaz.
Şehir tarihleri yazılırken isyankâr dönemlere yer verilmez.
Şehirlerin etnik azınlıklardan veya “gayrimüslim unsurlardan
temizlenmesine”, o topraklarda doğmuşların sürülmelerine, kat
ledilmelerine dair netameli dönemlerini öğrenmek isteyenlerin
önündeki tek, çileli ve garantisiz yol bizzat tarihçi olmalarıdır.
Biz dağların taşların suskun dilini bile susturmak isteriz.
Tarihi tahrif edilmiş bir vatanın dağlarına beyaza boyanmış
taşlarla “Her şey vatan için” yazarız.
Siyasal hayatta “Arşivler açılsın,” cümlesinin zihnimizdeki
ilk karşılığı, korunaklı bir yerlerde, açılmadıkça var olup olma
dığından bile emin olamayacağımız bir arşiv olduğu bilgisidir.
Siyasilerin arşivlere Pandora’nın Kutusu muamelesi yapması
ve açılsın isteğinin bunca sık tekrarlanması, atalarımızın kan
lı katliamlar gibi günahları varsa da muhakkak haklı nedenleri
de vardır mazeretiyle birlikte, “Arşiv dediğin kapalı olur,” dü
şüncesini zihnimizin dibine kazımıştır.
Çağlar boyu inandırıldığımız “içteki ve dıştaki düşmanlar”
bize devlet sırrını olağan buldurur.
Şeffaflıktan anladığımız cam, demokrasiden anladığımız “Oy
kullanmak bir vatandaşlık görevidir,”dir.
Her toplumsal dönüşümden sonra siyasi tarihi, aldığımız her
kişisel darbeden sonra kendi mazimizi yeniden yazarız.
Bizde hemen her kuşak bir sonraki kuşağa bırakmak üzere
bir şanlı tarih, her birey meşrebine göre trajik ya da başarılarla
dolu bir mazi uydurur.
Samimiyet buhranlarımızda en acıyan yanımız tahrif edilmiş
mazimizdir.
12
Toplumsal karakterimiz ise hafızasızlık ve farkına varmak is
temediğimiz ikiyüzlülüktür.
Gençliğimiz haram, gençlerimiz heder, geleceğimiz heba ol
muştur.
Bu kitabın konusu özellikle geçmişimiz olmadığı halde bu
güne kadar çeşitli metinlerde çeşitli şekillerde dile getirilen bu
hususiyetlerimizi sıralamamın bir nedeni var. Bu topraklarda
doğan herkes gibi ben de kusurlu genlerimizden az-çok taşıyor
olmalıyım ki, anlattığım küçük hikâyelerin hangisini yaşadım,
hangisini dinledim, hatta bazılarını farkında olmaksızın uydur
dum mu bilemiyorum.
Belki başkalarının anılarını benim sanıyorumdur.
Belki gerçeklerin hafızamda kalan parçalarını örüp genişleti-
yorumdur ya da yaşadım sandığım şeyleri çocukluğumu doldu
ran kitaplarda okumuş ve o güzel yazarların anlattıklarını biz
zat yaşadım sanacak kadar benimsemişimdir.
Bu nedenle anılarım hiçbir zaman tamamlanamayacak bir
yapboza benziyor, pek çok parçası eksik. Hatırlamaya çalıştı
ğımda bu boşluklar, ışığa uzun süre bakınca görüntüde beliren
ve çevresindeki renkleri yutan büyük siyah lekeleri andırıyor.
Ama bu büyük siyah lekeler önemli. Anlatı evreni lekelerin
arasında zar zor seçilen renkli görüntülerle kurulmuyor. An
lam o büyük siyah lekelerle tamamlanıyor. Gerçeği ve anlamı
bu büyük siyah lekeler yutmuş olabilir. Anlamak için boşlukla
ra dokunmam, onları örmem, emin olamadığım gerçeği hikâye
etmem gerekiyor. Anlattıklarımın birer hikâyeymiş gibi okun
masını talep ediyorsam da, tümüyle uyduruyor değilim. Yaptı
ğım şey büyük siyah lekeleri kurguyla doldurmak, böylece ba-
şaramasa da bütün olmak isteyen bir anlatı kurmak.
Zamanın yekpareliğine hâlâ inanıyorum öte yandan. Bu ne
denle zaman zaman, muhayyel bir anlatıcının “şimdiki zaman”
dilini ödünç alıyorum.
13
Taşra: Odette’çeden Türkçeye
Bazı sözcüklerin zihnimizdeki dil denen alaşıma kaynamasın
da, yanlarında getirdikleri hikâyelerin de etkisi vardır. Hikâ
yenin lezzeti veya acılığı, bazen tuhaflığı, saçmalığı, hatta an
lamsızlığı sözcüğün herkesçe bilinen anlamını kaydırır. Söz
cük, kullandığımız dil içinde doğru yerini buluncaya kadar, bi
ze az-çok bir kafa karışıklığı yaşatır, yanında getirdiği hikâye
yi de gözden geçirmemize, yeniden ve giderek daha iyi anlama
mıza yol açar.
Bana hikâyesiyle gelen sözcükleri severim.
Öte yandan, her ne kadar yeni zaman ruhbilimcileri artık bir
parça demode ve çokça edebi buluyorlarsa da bilinç ve bilinç-
dışı kavramlarından yararlanmayı da severim. Ruhbilimci de
ğil edebiyatçı olduğumdan olsa gerek, bilinç ile bilinçdışı ara
sında, ne bilinç kadar aydınlık ne de bilinçdışı kadar karanlık
olan alacakaranlık bir alanda, hafızamızın veya zihnimizin bi
ze oynadığını iddia ettiğim oyunları da severim. Bu alan ben
ce edebiyatın doğduğu gizemli yataktır. Hayattan bir parça,
bir zaman ya da olay, kişi, kavram, kısaca bir “şey” buraya dü
şer; düştüğü yerde parçalarına ayrılır ve başka şeylerin parça
larıyla birleşerek kurgunun doğumuna yol açar. Sonrasında ya
edebiyata dönüşerek bilince taşınır ya da yok olup gider. Ba
14
zen de orada taşlaşır, bir türlü yazılamamış hikâye tohumla
rı olarak kurur.
“Taşra” sözcüğü bana hikâyesiyle geldi.
Türkçe olmasına rağmen “taşra”, benim için yabancı bir dil
den gelmiş; gelirken de şapkasının gölgesi gözlerine düşen, di
li çok Fransız bir İstanbullunun kibrini, aşağı sınıf tiksintisini
de yanında getirmiş, içinde bir parça aptallığın da barındığı bir
sözcüktü. Taşranın özbeöz Türkçe olduğunu ve anlamının da
zihnimdeki kadar köşeli ve keskin olmadığını, çok daha geniş
bir alanı anlamamıza yarayan kavramlardan biri olduğunu ka
bul etmem bütün çocukluğumu aldı.
Çocukken bir kitap görmüştüm. Taşralı Kız adlı bir tiyat
ro oyununun metni. Kitapçıda mı gördüm, birinin kitaplığın
da mı; hatta okudum mu, yoksa şöyle bir karıştırdım mı bilmi
yorum. İncecik bir kitaptı. Kapağında Ihap Hulusi’nin o hari
ka afişlerindeki kadınlara benzeyen, grafiği çağrıştıran, elle çi
zilmiş, zarif bir genç kadın resmi vardı. Yazarın adı hafızama
“Odette” olarak kaydoldu.
Böylece benim için Taşralı Kız, sözünü ettiğim o alacakaran
lık alanda Odette adlı Fransız bir kadının yazdığı, Kenter Tiyat
rosu tarafından sahnelenmiş, taşradan geldiği büyük şehirde ap
tal bulunarak alay edilen bir kızın intikamını zarifçe alıp şehirli
mertebesine ulaştığı ya da buna benzer bir konusu olan bir oyun
metniydi. Taşralı sözcüğü de anlamını bu hikâyeden devşirdi.
Ama şunu söylemeliyim. Bu söylediklerim bile, hikâyeyi se
ven zihnimin bana oynadığı bir oyundur. Pek çok şeyi yanlış
hatırladığım, bölük pörçük anı parçalarını başka bir zamana
veya mekâna taşıdığım, kişilerini değiştirdiğim, anıyı dramatik
hale getirecek daha uygun, daha dokunaklı ayrıntılarla donat
tığım olmuştur.
Zaten sözcüğün bendeki hikâyesinin kaynaklarını araştırır
ken zihnimin aslında bambaşka bir hikâye yazmış olduğunu
gördüm.
Bir kere Taşralı Kız’ın yazarı Odette değil, Clifford Odets’ti.
Fransız değil Amerikalıydı. Kadın değil erkekti. Kenter Tiyat
15
Dostları ilə paylaş: |