15
Zamanı gelmişti.
Siyah Audi'den inerken Silas kendini güçlü hissediyordu. Üstünden kaçan cüppesi, gece
esintisiyle hışırdıyordu. Havada değişim rüzgârları esiyor.
Önündeki işin kuvvetten çok
incelik gerektirdiğini biliyordu, bu yüzden silahını arabada bırakmıştı. On üç mermi alan
Heckler Koch 40'ı ona Öğretmen vermişti.
Tanrı’nın evinde ölüm silahına yer yoktur.
Bu saatte büyük kilisenin önündeki meydan bomboştu. Saint-Sulpice' in bittiği yerde
görülebilen tek canlı, gece gezinen turistlere satılık mallarını gösteren ergenlik çağındaki
fahişelerdi. Kemale ermiş vücutları Silas'ın beline tanıdık bir ihtiras yayıyordu. İçgüdüsel
olarak kasılan uylukları, kancalı keçe kemerinin etine batmasına neden oldu.
İhtirası bir anda sönmüştü. Silas on yıldır kendini tüm cinsel zevklerden,
hatta kendi
kendine yaptıklarından bile uzak tutuyordu. Tarîk emrediyordu, Opus Dei'nin izinden gitmek
için çok fazla fedakârlıkta bulunduğunu biliyordu ama karşılığında çok daha fazlasını almıştı.
Müebbet bekârlık yemini ve tüm şahsi menfaatlerden feragat etmek büyük fedakârlık
sayılmazdı. İçinden çıktığı yoksulluk ve hapishanede katı cinsel vahşetler düşünüldüğünde,
müebbet bekârlık tahammül edilebilir bedeldi.
Tutuklanıp, gemi ile Andorra'daki hapishaneye gönderildiğinden beri ilk kez Fransa'ya
geri dönen Silas anavatanının, kurtarılmış ruhun’nun vahşi anıları canlandırarak, kendisini
sınadığını hissedebiliyordu.
Yeniden doğdun, diye hatırlattı kendine. Tanrı'ya
bugün sunduğu
hizmet bir cinayet günahını gerektirmişti ve Silas biliyordu ki bu, sonsuza kadar kalbinde
sessizce taşıması gereken bir fedakârlıktı.
İnancının ölçüsü, katlanabildiğin acılardır, demişti ona Öğretmen. Silas acılara yabancı
değildi ve kendini, ona verilen vazifelerin daha yüksek bir makamca emredildiğini söyleyen
Öğretmen'e ispat edebilmek için sabırsızlık duyuyordu.
Kilise
girişine doğru ilerleyen Silas, "
Hago la obra de Dios,"
*
diye fısıldadı.
Devasa kapının gölgesinde duraksayıp, derin bir nefes aldı. Yapmak üzere olduğu işi ve
kendisini içeride gerçekten neyin beklediğini o ana dek fark etmemişti.
Kilit taşı. Bizi son hedefimize götürecek.
Hayalet beyazı yumruğunu kaldırdı ve kapıya üç kez vurdu.
Dakikalar sonra, devasa ana kapının sürgüleri hareket etmeye başladı.
*
Tanrı’nın işi.
16
Sophie binadan ayrılmadığını Fache'nin ne zaman anlayacağını düşünüyordu. Langdon’ın
tamamıyla altüst olduğunu görünce, kendi kendine onu erkekler tuvaletinde yakalamakla
doğru bir iş yapıp yapmadığını sorguladı.
Başka ne yapabilirdim?
Gözünün önüne, büyükbabasının çırılçıplak, kollarını ve bacaklarını açmış yerde yatan
cesedini getirdi. Bir zamanlar onun için büyükbabası her şey demekti,
ama bu gece Sophie,
onun için neredeyse hiç üzülmediğine şaşırıyordu. İlişkileri, yirmi iki yaşındayken mart
ayında bir gece aniden sona ermişti. On yıl önce. Sophie, İngiltere'de okuduğu üniversiteden
eve birkaç gün erken dönmüş ve yanlışlıkla, büyükbabasını görmemesi gereken bir şeyi
yaparken görmüştü. Bugüne dek inanmakta güçlük çektiği bir sahneydi bu.
Kendi gözlerimle görmemiş olsaydım...
Büyükbabasının açıklama girişimlerine dayanamayacak kadar utanmış ve şaşırmış olan
Sophie, yanına biriktirdiği parayı alarak, derhal ev arkadaşlarıyla kendine küçük bir daire
bulmuştu. Gördükleri konusunda kimseyle konuşmamaya yemin etmişti. Büyükbabası
kartpostallar ve mektuplar göndererek Sophie'ye ümitsizce ulaşmaya çalışmış ve buluşup bir
açıklama yapabilmek için yalvarmıştı.
Nasıl açıklayacaktı? Sophie,
ona bir kez hariç hiç
cevap vermemişti, kendisini aramasını veya onunla halk içinde görüşmesini yasaklamıştı.
Yapacağı açıklamanın, durumun kendisinden daha dehşet verici olmasından korkuyordu.
Ama Sauniére ondan hiç vazgeçmemişti. Şimdi ise Sophie'de, on yıl boyunca biriken bir
çekmece dolusu mektup vardı. Büyükbabası sözünde durarak onun isteğine asla karşı
gelmemiş ve bir kez olsun telefon etmemişti.
Bu akşamüstüne kadar.
"Sophie?" Büyükbabasının telesekreterindeki sesi, şaşırtıcı derecede telaşlı çıkıyordu.
"Bugüne kadar senin isteğini yerini getirdim... ve aramak bana acı veriyor, ama seninle
konuşmam lazım. Korkunç bir şey oldu."
Paris'teki dairesinin mutfağında
duran Sophie, bunca yıl sonra onun sesini yeniden
duyunca bir ürperti hissetmişti. Yumuşak sesi, tatlı çocukluk anılarını aklına getiriyordu.
"Sophie, lütfen dinle." Küçük bir kızken hep yaptığı gibi, onunla yine İngilizce
konuşuyordu.
Okulda Fransızca çalış. Evde İngilizce çalış. "Sonsuza kadar bana kızgın
kalamazsın. Yıllardır sana gönderdiğim mektuptan okumadın mı? Hâlâ anlamıyor musun?"
Durmuştu. "Her şeyi bir anda konuşmamalıyız. Lütfen büyükbabanın bu isteğini yerine getir.
Beni Louvre'dan ara. Hemen. Sanırım her ikimiz de büyük tehlikedeyiz."
Sophie telesekreterine bakakalmıştı.
Tehlike mi? Neden bahsediyordu?
"Prenses..." Büyükbabasının sesi, anlayamadığı bir şekilde titredi. "Senden bazı şeyleri
sakladığımı biliyorum ve bu bana, senin sevgine mal oldu. Ama bu senin iyiliğin içindi. Artık
gerçeği öğrenmelisin. Lütfen, sana ailen hakkındaki gerçeği anlatmalıyım."
Sophie kendi kalbinin atışını duyabiliyordu.
Ailem mi? Sophie'nin ebeveynleri o henüz
dört yaşındayken ölmüşlerdi. Arabaları köprüden nehre uçmuştu. Büyükannesiyle, erkek
kardeşi de arabadaydılar ve Sophie'nin tüm ailesi bir anda yok olup gitmişti. Bunu
kanıtlayacak bir kutu dolusu gazete makalesi vardı.
Büyükbabasının sözleri, içini beklenmedik bir özlem duygusuyla doldurmuştu.
Ailem! O
kısacık
an içinde Sophie, küçücük bir kızken kendisini uykularından uyandıran rüyadan
sahneler görmüştü:
Ailem hayatta! Eve dönüyorlar! Ama, rüyasında olduğu gibi, sahneler
bulanıklaşarak kaybolmuşlardı.
Ailen öldü Sophie. Eve dönmüyorlar.
Büyükbabasının banttaki sesi, "Sophie..." dedi. "Yıllardır sana anlatmak için bekliyordum.
Doğru zamanı bekledim ama artık vakit doldu. Beni Louvre'dan ara. Bu mesajı alır almaz.