Niyazi berkes’ten karl r. Popper’e entelektüel etiK ÜzeriNE



Yüklə 60,93 Kb.
səhifə1/3
tarix22.07.2018
ölçüsü60,93 Kb.
#58354
  1   2   3

NİYAZİ BERKES’TEN KARL R. POPPER’E ENTELEKTÜEL ETİK ÜZERİNE

Türk düşünce dünyasına sol düşüncenin sistematik bir biçimde girişi, Türkiye’deki 1961 Anayasası’nın kabulünden sonradır. On yıl içinde bünyeye çok geniş olduğu iddiası ile yeni bir askeri darbenin nedeni olan bu demokratik anayasa, tarihinde ilk ve son defa olarak, TBMM’de bir sol partinin yer almış olmasının yanında, özellikle 1968’ler çevresinde, yoğun bir sol literatür çevirisi ve yayınına da neden olmuştur. Bu bağlamda, bugün çizgisi yargılansa da bir derginin sol felsefenin Türk düşün dünyasına girmesinde, önemli rolü vardır: YÖN dergisi…

Entelektüeller, siyaset ve etik kapsamlı bir yazı yazmak için bugün kaynak bakmaya girişen herhangi bir yazar, Türkçe kaynak aramaya durduğunda, bu anlamda önünde bulacağı belki de ilk makaleler, daha 1935’te Sosyal İlimler Mecmuası’nda yayınlanmış olan Rusya’da Çarlık Döneminde Düşün Akımları ve 112 sayılı (1965) YÖN Dergisi’nde yayınlanmış olan Batı Düşününde Ve Türkiye Tarihinde Aydınlanma Kavramı Niyazi Berkes tarafından daha 1965’te yayınlanmış iki makaleyi bulur. Bu makalelerde Berkes, belki de ilk defa entelektüel kavramını bu kapsamda ele alarak incelemeye çalışan yazardır. Bu bakımdan, Türkçe dilinde bu konuyu incelemeye kalkan her yazarın, Berkes’e şöyle bir bakması gerektiğini düşünüyorum. Kavramı Türk diline sokanlardan biri olarak!

Okumakta olduğunuz makalede ele alınan “otör”ler arasında, bu anlamda Niyazi Berkes’e de geniş bir yer verilmiştir.



A. ENTELEKTÜEL KAVRAMININ KÖKENİ:

Son yüzelli yıldır, Türk diline önceleri “münevver” sonra da “aydın” diye giren ve “okumuş adam” demek istenen kavram, çok da doğru olmayarak, “entelektüel” karşılığı olarak kullanılagelmiştir.

Niyazi Berkes’in “akıl ve fikir sahibi kişiler”1, Loisse Althusser’in ise “akıl kullanan kişi”2 diye yorumladığı bu kavram, kavram olarak dünya düşün yaşamına, Rusya’nın bir hediyesidir. İlk defa 18.yy sonları ile 19.yy başlarında, Rusya’da kullanılmıştır.3 “ Belli ki Batı düşününün etkisi altında okumuş kişilerin kafasının aydınlanmış, düşününün rasyonelleşmiş olduğu inancı altında, okumuşluğu olmayan cahil kişilerden, ayrı bir kategori oldukları doğmuştu.”4 Bu bilincin etkisiyle, İngilizce ve Fransızca’da bulunan bir sözcük, “intelect”ten5 uyarlanan bir kelime “intelejensiya”, 1.Alexandır zamanında, Rusça’da bu kişileri tanımlamak için kullanılır oldu ve bu türeme sözcük, geri dönüp batı dillerine de girdi.

18.yy’a kadar Avrupa’da, Althusser’in deyimi ile “kafa işleri ile uğraşan” iki grup insan vardı. Bunlardan ilki “clergé” yâni ruhbanlar, ötekisi ise filozoflardı. Ve söylemek lâzım gelirse, İmam Gazali’den sonra İslâm’da olduğu gibi, ortaçağ boyunca Avrupa’da da filozof, makbul adam değildi. Dahası, eski Yunan’da büyük bir prestije sahip olmakla beraber, düşünür, aslında halktan kopuk, halka tepeden bakan bir insan demekti. Bu bakımdan Berkes’e göre klâsik filozoflar, Sofistler istisna olmak üzere, intelijensiya’yı ayıran özelliklere sahip, değillerdir. Nedenini, aşağıda ele alacağız…

Kelime’nin ilk defa kullanıldığı Rusya’dan hareketle, entelektüel, aslında Batı’ya ait olmayan toplumlarda, Batı düşünce dünyasını kavramış, üst sınıflara mensup küçük bir “okumuşlar grubu” olarak, ortaya çıkmıştır. Bunun zemininde, özellikle Rousseu olmak üzere Aydınlanma filozoflarının düşünceleri ve Alman Romantizmi yatır.6 Mensupları ise Rus aristokrasisinin okumuş çocukları ve okumuş subaylardan ibaret, dar bir gruptur. Entelektüel’in kendi kendine bir tür toplumsal “görev” biçmiş olmasının nedeni de Alman romantizmidir. Alman Romantizmi meselesine geri dönersek, aslında Almanya’nın da o dönem için, Avrupa’nın en geri kalmış ülkesi olduğunu, unutmayalım. “ …Marx, Almanya’nın ideolojik aşırı gelişmişliğinin, aslında tarihsel az gelişmişliğinin ifadesi olduğunu, anlamak zorundaydı…”7

Üst sınıflara mensup, az sayıda “aydınlanmış” gencin, kendilerini doğuran despotik otokrasi ile kopmasına neden olan bu gelişmeyi, Berkes, “Rusya’ya ait bir anomali” diye yorumlar.8 Yine Berkes’e göre henüz entelijensiya “sayılamayacak” olan ilk Rus aydın topluluğu, Decembristler’dir. “Halâ, devlet hizmetindeydiler ve halkla hiçbir ilişkileri yoktu.”9 Ona göre asıl intelijensiya’nın ortaya çıkması, Narodnikler’in (Halkçılar) tarih sahnesinde görünmesiyle, başlar. “Kopuş”, gerçekleşmiştir… “Yalnız devlet hizmetinde ya da kontrolünde olmayan aydın, devrimci olmaya yönelik olabilirdi…”10 “İntelijensiya’nın devrimciliği, aslında halktan ayrı ve halka ulaşamaz olmasından değil; kendi sınıfından kopmuş olmasından geliyordu…”11 Bilindiği gibi, Narodnizm’in bir adım ötesi de Bolşevizm’dir.



B. RUSYA DIŞINDA ENTELEKTÜELİZM:

Nerede okuduğumu unuttum, uzun yıllar önce, dilime Gramsci’nin bir cümlesini pelesenk etmiştim. Ona, o kadar güçlü bir komünist partisi bulunan İtalya gibi bir ülkede, faşizm’in nasıl iktidar olduğunu sorduklarında, “Yirmi beş yıldır bir tek kitap yayınlamayan bir komünist partisinden ne bekliyordunuz ki?” diye yanıtlamış! Onun Hegomonya teorisinin temelini de bilindiği gibi, bu yaklaşım belirler. Ayni dönemde, 1968’lerden beri, “bu adam delidir, ciddiye almayınız” diye okumadan saldırdığımız bir başka düşünürle de tanışma olanağı bulmuştum: Louis Althusser…

“Devletin İdeolojik Aygıtları”12 ile Gramsci’nin “kültürel hegomonya olmadan, siyasal hegomonya’nın da olamayacağı” öngörüsü, adeta birbirini tamamlamaktaydı.

Öte yandan, Berkes’e bakarsak, o sanılabileceğin aksine, entelektüelin, gelişmiş toplumlara değil, geri kalmış olanlara has bir toplumsal grup olduğunu ileri sürer. İleri toplumlarda, entelektüel değil, filozof, bilim adamı  yetişir. Daha doğrusu etkili olursa, onlar etkili olur. Zira entelektüel, “ Batı Avrupa kültür ve uygarlık dışında ve gerisinde kalmış bir toplumda, kitlelerden ayrılmış bir okumuşlar kitlesi” meydana çıkmazsa, yetişemez... Bir bakıma, entelektüel’i, geri kalmış despotik devlet yapıları yetiştirir ve besler. “...Polislerinin takibi altına sokacakları aydınları, ister istemez kendi elleri ile yetiştirirler... öğrenim kurumlarının geleneklere karşıt bir kafa yönü vermelerini önleyemiyorlar...”  “Anglo Saksonlar’da entelektüel, gereksiz bir egghead’dir”.13 Onun gibi Orta Doğu kökenli olup, hayatını ABD’de geçiren bir diğer seçkin aydın, Edward Said de bütün Anglo Saksonlar değil ama Amerikan toplumu için, sanki de Berkes’i onaylar:

“Amerika’da entelektüel sözcüğü… daha az kullanılmaktadır. Bunun sebeplerinden birisi, Amerika’da profesyonelleşme ve uzmanlaşmanın, entelektüel çalışmalara uygun normu Arapça, Fransızca ya da Britanya İngilizcesi’nde olduğundan daha iyi sağlanmasıdır. Uzmanlık kültü söylem dünyasında daha önce hiç, şimdi siyasetle ilgilenen entelektüelin b ütün dünyayı gözleyip doğru sonuçlar çıkaracağını düşündüğü Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu kadar, egemenlik kurmamıştı.”14 Oysa Said’in çok iyi tanıdığı bir başka kültürde, (Suriye, Libya, Mısır ve Irak’ta) entelektüeller yalnız önder değil, ayni zamanda birer ihtiyaçtırlar da!15 Sanki de, Berkes’i doğrulamak üzere yazılan satırlar bunlar…

Ayni Edward Said bir başka makalesinde de şöyle der:

“ …Uzmanlık ve profesyonelizm kültü bakış açımızı o kadar daralttı ki bilgi alanları arasında pozitif…bir karışmazlık öğretisi yerleşiklik kazandı. Bu öğretiye göre genel halk kitlesini bilgisiz bırakmak ve insan varoluşuyla ilgili en can alıcı yönetim sorunlarını “bilirkişilere”, yalnızca kendi uzmanlık alanlarından bahseden uzmanlara, ve… “işin içindekilere”, yani işlerin nasıl yürüdüğünü bilme ve daha da önemlisi, iktidara yakın olma gibi özel ayrıcalıklarla donatılmış olan (genellikle erkek) kişilere bırakmak, en iyisidir…Bu sınıflandırma, dış politikayla ilgili düşünceler üzerine hakimiyet kurmuş durumdadır.”16 Oysa “yorum, bugün fena halde ahlâki bir rehabilitasyon ve toplumsal yeniden tanımlama ihtiyacı duyan bir sınıf olan, entelektüellerin işidir.”17

Uzmanlık ve profesyonelleşme kültünün sebep olduğu dar görüşlülük konusunda, Berkes de Said’e katılıyor. Ne kadar ilginçtir ki onun argümanı, Kuzey Amerika değil, Türkiye!18

Ama beri yandan da Althusser, “intelect” (akıl) kullanma işlevi bakımından, batıdaki entelektüelliğin tarihini, İbn-i Rüşd karşısındaki Aziz Thomas’a kadar, geri götürür.19 Burada, doğulu aydınla (Kıbrıslıtürk ya da sadece Türk ile Filistinli ya da sadece Arap: Berkes ve Said!); batılı aydın arasındaki bir fikir uyuşmazlığına tanık oluyoruz ki nedenleri ileride Gramsci ele alınırken, ortaya çıkacaktır.

C-TÜRK ENTELİJENSİYA’SININ DOĞUŞU:
Berkes, yukarıdaki tespitlerin ışığında Türk “aydını”na baktığında, şunları görür:

a) Tarihten kopmuştur, yapma ve uydurma bir tarih bilinci vardır, b) Mukadderatını devlete bağlamıştır. Bunların sonucunda da ülkedeki hiçbir reform onun fikirlerinin bir ürünü değil, o fikirlere çok aykırı olanlarca ve Avrupa elçiliklerinden kaynaklanmıştır.20

“Genç Osmanlılar, bir bakıma bürokrasinin üst katmanlarına karşı direnişe geçmiş memurlar topluluğudur”21. “ Büyük Reşit Paşa’nın kurduğu takım içinde en öne çıkan kişi, Şinasi’dir. Hükümet adına Paris’e gönderilen Şinasi, Büyük Reşit Paşa’nın yetiştirmesidir. Günümüzde Şinasi öncü bir düşünce, maarif ve sanat adamı, gazeteci olarak gösterilir. Şinasi’nin öncülüğü Reşit Paşa ilişkisi ile anlaşılır… Kasidelerinde Mustafa Reşit Paşa’yı, İslâmiyet’in halifesi padişahın karşısında, ‘medeniyet dininin resülü’ diye övecek kadar ölçüyü kaçırmıştır”22 Sadrazamın adamı, ona tapan bir “devrimci”! Bu kadarla kalsaydı bu kadronun yapısı, gene de tolere edilebilirdi! Ne var ki tümünün de yapısı budur. Buyrun:

“ Mustafa Fazıl Paşa’nın, Namık Kemal; Sait Paşa’nın da Ali Suavi ile ilişkisi bilinmektedir... Bu yeni aydınların yurt içi ve yurt dışındaki hizmetleri karşılığında masrafları bağlı oldukları kişilerce sağlanmıştır!”23 Sait Paşa’nın lâkabı; İngiliz Sait Paşa’dır ama daha da önemlisi kendisi hanedanın damadı olduğu için, Damat Sait Paşa diye anılmaktadır. Mustafa Fazıl Paşa ise Mısır Hidivi’nin kardeşi olup; hidiv bir kararname ile oğlunu veliaht tayin edip, padişah da bunu onayladığı için, padişahla takışmış, 1876’da Paris’e yerleşerek Genç Osmanlılar’ı desteklemeye başlamıştır! “ İhtilalcilerin merkezi Paris’tedir. Kendilerine Mustafa Fazıl Paşa tarafından yaptıkları işe pazarlıklara göre değişik aylık ödenekler bağlanmıştır. Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi... Mustafa Fazıl Paşa’nın davetine uyarak Paris’e gitmiş, ve maaşa bağlanmışlardır.”24 Mustafa Fazıl Paşa Abdülaziz’in Avrupa seyahati esnasında padişahla anlaşarak, bunları yüzüstü bırakıp, İstanbul’a dönünce; onlar da dağılıp, ayrı ayrı başkente dönmüşler ve başka başka kapılara kapılanmışlardır. “Kapı önündeki bu kavgada bütün sorun, bazı kişilerin devlet yönetiminde bazı yerlere yükselebilmesi, ve adamlarını devlet kapısına yerleştirebilmeleridir. Eski Osmanlı kapıkulları kavgası, temelde önemli bir değişiklik göstermeden sürmektedir.”25

Dolayısıyla, bu adamların, farklı bir ideoloji edinseler bile (ki edinmeleri de mümkün değildi) farklı bir zihniyete sahip olmaları, ancak kendilerini de aşabilmeleri ile mümkündür. Ama bu özel yapı, Osmanlı’da devrimin kopmayı değil; yapıyı tamir etmeyi hedeflemesini sağlamıştır zira öncüsü yapının bizzat sahibi olan saraydır.” Tanzimat Fransız İhtilali’nden etkilenmemiş, tam tersine ona karşı bir düşünce olarak geliştirilmeye çalışılmış bir düşüncedir!”26 “ Avrupa’ya ilk kez giden Osmanlı padişahı olan Abdülaziz Paris, Londra, Viyana gibi belli başlı Avrupa merkezlerini kapsayan gezide yanına veliahtları da almıştır... Bu veliahtların mevcut siyasetin dışında başka bir işe girişmelerini engellemek, Batı’da öğrenebilecekleri birşey bulunmadığını göstermek içindir”!27 O gezide lll. Napolyon ile sık görüşen Veliaht Murat, padişah olur olmaz “deli” diye nitelenip, indirildi ve yerine ll.Abdülhamit geçti! Osmanlı’da batılı anlamda bir burjuvazi gelişmemişti ve üretimin dinamizminden gelen bir sınıfın talepleri değil; devletin kapıkullarının, “devlet”i koruyup kollama içgüdüsü idi yenileşme taleplerinin altında yatan!

İşte bundan dolayı, sözde Osmanlı devrimcileri saraya bağlı ve saray da bu kafada olduğundan, kopuş olmadığı için, zihniyet de değişmemiş ve dünya ulus devletler çağına girerken, Osmanlı “anasırı” kendi ulus devletinin peşine düşerken, saray ve Osmanlı devriminin sözcüleri, tarihe ve zamana karşıt bir hedefin, “İmparatorluk’un kollanıp geliştirilmesinin” kavgasını verir olmuşlardır.

“ Tanzimat, Fransız İhtilâli’nden etkilenen değil; ona tepki olarak düşünülüp, geliştirilmeye çalışılan, bir düşünceydi... ”28

Ama öte yandan ünlü Alman Mareşali Moltke, Türkiye Mektupları’nda der ki:

“ Her iki memlekette (Türkiye ve Rusya NB) de devrim halktan gelmemiş, tersine kendilerine yukarıdan zorlanmıştır; her ikisinde de halklar muhafazakâr, hükümetler ilerici unsurlardı, çünkü sadece devlet dümeninde oturan insanlar... bir yenileşmenin zorunlu olduğunu anlamışlardı.”29

İyi... Peki neden Rusya’da bir kopuş gerçekleşip, bir entelijensiya ürerken, bizde üremiyor? Aslına bakarsanız, bizim Türk Yenileşmesi diyebileceğimiz yenileşme hareketimizin entelektüel üretimini de bize Rusya hediye etmemiş midir? Sultan Galief’ten İsmail Gaspıralı’ya; Fethali Ahundov’dan Yusuf Akçura’ya, Hüseyinzade Ali Turan’dan Ahmet Agayef’e İtitihat Terakki’nin, Türk ulusçuluğunun ve Türk modernleşmesinin fikri döşeme taşları da Rusya’dan gelmiştir. Kopuş orada yaşanmış, Osmanlı’da ise İttihatçı tutuculuğuna tahvil edilmiştir. Neden?

“Tatarlar bir anlamda, Çariçe ll. Katerina tarafından huzura kavuşturlduktan sonra, Ruslar’ın güney doğu yayılmalarına aktif olarak katkıda bulunmuşlardır. Ticari bakımdan büyük bir gelişme kaydeder-ken, dil ve kültür açısından da kendilerine yakın güney doğu pazarlarında bu avantajlarını kullanarak, ön plana geçmişlerdir...

Tüccar sınıf 18.yy sonunda, en nüfuzlu zümre haline gelmiştir. Buna karşılık tatar aristokrasisi, ll.Katerina’nın reformist yasalarına rağmen, Rus sömürgeciliğinmin hışmına uğradıkları dönemin izlerini silememişlerdir. Tatar asillerinden en dinamikleri de burjuva sınıfına katılarak, ticaret ile iştigal etmeye başlayınca, aristokrasi sosyal bir sınıf olarak, ortadan kalkmanın işaretlerini vermiştir.

1821’da çıkartılan bir kararname ile Tatar köylülerinin ticaret ile iştigal etmeleri de mümkün kılınınca, Tatar tacir sınıfı daha da genişlemiş ve palazlanmıştır.

Tatarlar bir yandan Orta Asya’daki Türk dilli yerleşimleri tamamen etkileri altına alırken, diğer yandan coğrafi yakınlıklarını kullanarak, Avrupa ile de sağlıklı bağlantılar kurmuşlar ve iki arada gerçek bir ticari köprü işlevi görmüşlerdir.

İdil’den (Volga) Orta Asya’ya- Astraghan, Hazar Denizi ve Hiva’dan geçerek, uzanan eski yola ilave olarak, biri Ohrenburg’dan Buhara’ya, diğeri Semipalatinsk’ten Taşkent’e olmak üzere iki yol daha ticarete açılmıştır. Orenburg ve civarındaki Seitovskiposad 18.yy sonlarına doğru, Orta Asya’dan gelen ticaret kervanlarının Tatar kapıları haline gelmiştir. 1792’de, Posad’da yaşayan 2674 Tatar’dan, 1820’sinin ticaret erbabı olması, bu gelişmenin en somut bir göstergesidir.

Tatar tacirler, kimliklerindeki “müslüman” hanesinden de azami ölçüde yararlanmışlardır. Hristiyan ve Yahudi tüccarlara kapalı tutulan Buhara, Hiva ve Kokant gibi Özbek pazarları, Tatarlara açılmıştır.

18.yy sonlarında, Sibirya pazarlarında 2.5 rubleye satın alınan bir ibrik, Kazak steplerinde 50 rublelik bir kürk ile mübadele edilmektedir. Özbek hanlıklarından pamuk, astraghan, halı ve kuru meyve satın alan Tatar tacirler, bu pazarlarda Rus dokumaları, demir eşya şeker ve gazyağı gibi mallar satmışlardır.

19.yy’ın ikinci yarısında, büyük Tatar ticaret firmalarından Hüseyinov Kardeşler Ortaklığı’nun muhasebe kayıtları, kârlılık üzerine de fikir sahibi olmamızı sağlamaktadır. Bu kayıtlasra göre, sözkonusu edilen yüzyılın sonlarında Orenburg kentinde satın alınan mallar, çoğu Tatar olan tacirler tarafından, taşınıldıkları Kazak steplerinde 6 ile 8 misli fiata alıcı bulmaktadır.

Böylesine yüksek kârlar, hali ile Tatarları servet sahibi bir toplum haline getirmiştir. Tatarlar’ın ticaret ve ekonomik faaliyetleri, doğuya doğru yayıldıkça, Kazan’ın siyaset ve kültür yönünden ilk sıraya yükselmesi hız kazanmış ve bu durum, Türk dilli gruplar için, 1917 devriminin başlangıç yıllarında net bir biçimde tescil olmuştur.

Kazan ve İdil’i Urallar’daki yeni endüstri bölgelerine bağlayan ytolun yapımından sonra, Kazan’da endüstrileşme de önem kazanmıştır. 1812de Tatarlar Kazan’daki 10 sanayii tesisinden 9’una; ayni yüzyılın sonlarına doğru ise tüm tesislerin (bütün Rusya’daki NB) 1/3’te birinden çoğuna sahip duruma gelmişlerdir. Akçurin, Agiçev, Apanev, Burnabaev, Yunusov, Rahmatulin gibi aileler tekstil, sabun ve deri sanayiinin doğu Rusya’daki ilk tröstlerini oluşturmuş, Urallar’da altın madenleri ve keresteciliğe el atmışlardır.

Almatı’da Valeyev adlı bir Tatar, kentin en zengin kişisidir. Moskova’da Tatar milyoner Karamişev, Ruslar’ın doğu pazarları ile tyicaretinde en yetkin aracı konumuna gelmiştir. Mançurya’ya, Uzak Doğuya ve Tuva’ya kadar uzanan Tatarlar, Doğu Türkistan (Sincan) vasıtasıyla Çin’e de girmiş, o günlerin en önemli merkezlerinden Çungçak pazarına hakim olmuşlardır.

Sovyet devrimine doğru, ticaret burjuvazisi içinde yoğun bir Rus / Tatar rekabeti yaşanmaktaydı. Özellikle 19.yy’ın son 25 yılı Rus tacirlerin Orta Asya’daki Tatar tekelini kırma çabaları ile geçecektir.

1870 yılında Türkistan’ı tamamen ele geçiren Ruslar, bölgedeki Tatar üstünlüğüne karşı savaş açmışlardır. Colubkov, Rostoulu, Pegulin gibi Rus öncü tüccarlar, Transkafkas demiryolu ile Orenburg- Taşkent demiryolu’nun inşaatı ile tatar aracı kurumlarına ihtiyaç duymaz bir hale gelmişlerdir... Rus firmaları Kazakistan üzerinden Orta Asya’ya girmiş, Rus sermayesi pamuk ticaretine de yatırımlar yapmaya başlamıştır.”30 Tam da bu esnada bu insanlar Turancı oluverdiler...

Burjuvazi!

Orada var; burada yok!!!!!

Orada kopuş gerçekleşiyor, burada kapıkulluğuna devam ediliyor. Entelektüel üretim orada, militanlık burada...

Genç Osmanlılar’ın entelektüel bir grup olmaya zaman bulmadan dağıldıklarını biliyoruz. Jöntürkler’in paşaların iktidar kavgalarından sebeplenen, devlette bir görev almakla susan adamlar olduklarının farkındayız. İttihatçılar zaten devletin ta kendisi değil miydi? Ortada gelişen bir burjuvazi de olmayınca, entelektüelizm nasıl gelişecekti? Burjuvazi ile beraber, ama ona rağmen!

Nitekim Niyazi Berkes, Türkiye’deki ilk entelijansiaya örneğinin Askeri Tıbbiye’de kurulmuş bulunan ihtilalci grup; yâni İttihat Terakki kurucuları olduğunu ileri sürer.31

Berkes’e göre, her okuyan entelektüel32 değildir. Kopuş olmadan, bu nitelik kazanılamaz... Bu bakımdan eğitim düzeyinin artması ve genişlemesi ile entelektüellerin de artacağı söylenemez!  Bir kez “koptuktan” sonra da, yaşadığınız yerin hiç önemi yok; sürgündesinizdir! Berkes, entelektüel’in bir nevi “içsürgün” yaşadığını tespit eder!

Önemli olan, inançlarınızı çıkarlarınızın önüne koymanız değildir tek başına Berkes’in deyimi ile “declassé” de olabilmeniz gereklidir. Berkes’e göre, entelektüel’i devrimci yapan da budur. Kendi sınıfından kopup,33 aslında toplumsal tabakalanma açısından aşağı değil de yukarı doğru bakması, yani kendi sınıfına karşı gelmesi! İnançları yüzünden, kendi çıkarına karşı savaşması! O zaman da yalnız başınıza kalmanız kaçınılmazdır. Bu bakımdan her entelektüel, yaşadığı yerle bağımlı olmayarak, bir sürgündür aslında!34

            Yine Berkes’e dönersek, genel kanının tersine, entelektüellerin önemli bir politik gücü de yoktur aslında. Söyledikleri ile halk arasında genellikle bir uçurum olduğundan, ortalamayla uyuşmaları, mümkün değildir. Belki saygınlıkları vardır, o kadar!35

D- GRAMSCİ VE HEGOMONYA VEYA LOUİS ALTHUSSER VE DEVLETİN İDEOLOJİK AYGITLARI:

Son yüzyıl içinde entelektüel ve intelijensiya hakkında çok şey yazılmış olmasına karşın, bu konuda belki de en ciddi fikir üretmiş olan yazar, Antonio Gramsci’dir. Gramsci’nin entelektüel kavramı, bir başka kavram üzerine oturur. Ona göre Batı Avrupa’da komünist partilerin, Rus tipi bir devrim yapması, mümkün değildir. Zira, Batı Avrupa’da toplumun, iktidarın, erkin v.s. geleneksel örgütlenmesi, geniş kitleleri de hareketlendirmeden değiştirilemeyecek kadar, yerleşiktir. Burada hakim sınıflar, iktidarı sadece erk, güç kullanımı ve ekonomik iktidarı elde tutmakla yetinmezler. Ayrıca kilise, okul, aile, hukuk, kültür v.s. gibi alanlarda, kendi iktidarlarını geniş halk kitleleri gözünde “meşrulaştıran” paralel bir mekanizma ile de egemenliklerini sürdürürler. Antonio Gramsci bu yapıya Sivil Toplum der ve bunun da bir Hegomonya biçimi olduğunu savunur. Ve ona göre, yaşamın her alanında ama özellikle de ihmal edilmiş olan kültürel alanda, ya da Sivil Toplum alanında da bir Kontra Hegomonya oluşturulmadan, ne İtalya’da ve ne de Avrupa’nın geriye kalmış olan ülkelerinde, devrim yapılamaz.

İtalyan Komünist Partisi’nin önemli liderlerinden bir olan Gramsci’nin bu yaklaşımı, Karl Marx’ın “alt yapı/üst yapı” belirlemesinden, çok öte bir şeydir. Öte yandan, üst yapı yâni kültürel hayatla ilgili açık öngörüleri olan Lenin’den de farklı bir yaklaşım göstermektedir. Her ne kadar da Hegomonya ve entelektüeller ile ilgili olarak Gramsci’nin görüşlerinin temelini, Lenin’in ünlü Ne Yapmalı’sının oluşturduğu biliniyorsa da Lenin’de kültürel faaliyetler, ekonomik ve siyasal mücadelenin yanında ikincildir. Oysa Gramsci, ekonomik ve siyasal mücadeleye koşut olarak; egemen kültür karşısında bir Kontra Hegomonya oluşturulması fikrini savunur. Okur, Marx’ın yazdıklarından alt yapının üst yapıyı belirlediği anlamını çıkarır. Gerçi Engels buna katılmaz ve 22 Eylül 1890 tarihinde Bloch’a yazdığı mektupta şöyle der:

“ Gençlerin zaman zaman ekonomik yana gereğinden daha çok ağırlık vermelerinden, Marx’la benim de kısmen sorumlu tutulmamız gerekir. Hasımlarımız karşısında, onların yadsıdığı ana ilkeyi vurgulamamız gerekiyordu ve etkileşime katılan obür etkenleri onlara uygun ölçüde vurgulayacak ne zaman, ne yer, ne de fırsat bulabildik…. Ama ne yazık ki yeni bir teorinin ana ilkelerini her zaman doğru bir biçimde olmasa bile benimser benimsemez, o teoriyi tümüyle anladıklarını sananlar pek sık görülüyor. Şimdilerde yeni “marxist “ olmuşların bir çoğunu bu kınamaların dışında tutamam; çünkü en şaşırtıcı saçmalıklar o çevrede üretiliyor…”36

Yukarıda adını andığımız Ne Yapmalı’da ise Lenin de aydınların önemine dikkat çeker:

“ … Sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup, gelişmiştir… Marx ve Engels’in kendileri de burjuva aydın tabakasına mensupturlar.”37 “ Modern sosyalist bilinç, yalnızca derin bilimsel bilgi temeli üzerine kurulabilir… Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın tabakadır… Bunu entelektüel olarak daha gelişmiş olan ve koşulların elverdiği yerlerde modern sosyalizmi proleter sınıf mücadelesine sokan…da bunlar olmuşlardır.”38

Ne var ki Gramsci’nin söylediği, farklı bir şeydir. Engels özeleştiri yapsa bile Marx’ın metinlerinden çıkan ya da genel olarak anlaşılan, alt yapının üst yapıyı belirleyeceği iddiasıdır. Lenin’de ise üst yapı ile ilgili kaygılar, ikincil önemdedir. Oysa Gramsci’de ekonomik ve politik hegomonya kadar, en az onlar kadar önemli bir diğer hegomonya da kültürel hegomonya’dır. Bir biriyle, koşut olarak…

Beri yandan, K.Marx; ünlü Alman İdeolojisi’nde, entelektüel gelişmenin, bireyin özgürleşmesinin temeli olduğu anlamına gelen, şeyler söyler:

“… Bireyin gerçek entelektüel zenginliğinin, tamamen, bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu, açıktır. İşte yalnız bu yolladır ki ayrı ayrı her birey, kendi çeşitli ulusal ve yöresel sınırlarından kurtulacak, bütün dünyanın üretimiyle …pratik ilişkiler içine girecek ve… her alandaki bütün dünya üretiminden yararlanma yeteneğini edinecek duruma gelebilecektir.”39

Peki, Gramsci’nin Hegomonya “teorisi” onu marxizm’den uzaklaştırıyor mu? Hayır… “Marxist felsefenin, büyük bölümüyle, hâlâ oluşturulması gerekmektedir.”40 Gramsci 1920’lerde, kapitalist toplumun, İtalya gibi bir ülkedeki, özgün tahlilini yapmaktaydı ama nerede ise bütün Batı Avrupa’nın gerçekliğini yakaladı, diyebiliriz.

Nitekim, Gramsci’den otuz beş - kırk yıl sonra, komşu Fransa’dan çıkan bir başka düşünür, Althusser Devletin İdeolojik Aygıtları adını verdiği bir kavram geliştirir. Althusser’e göre, burjuva devleti, egemenliğini salt güç kullanımı ile sağlamaz. Bunun yanında, dini, öğretimsel, ailevi, hukuki, siyasal, sendikal, haberleşme ile ilgili, ve kültürel alanlarda hergün ürettiği ve egemen kıldığı ideolojik “aygıtlar”la da toplumu yönlendirir ve kendisini meşru kılar. Devlet’in baskı aygıtının yanında yürürlükte olan bu ideolojik aygıtla da koşut olarak mücadele edilmeli ve ideoloji hergün yeniden üretilmelidir. Çünkü, ideoloji üreten, toplumu etkiler.41 Althusser, kitabın sonundaki dipnotlar arasında, açıkça, kendisinin geçtiği yoldan daha önce geçmiş tek düşünürün, Gramsci olduğunu, ancak onun “Sivil Toplum” önermesinin, kuvvetli bir sezgi olmasının ötesinde, düşünsel olarak sistemleştirilememiş olduğunu ileri sürer.42


Yüklə 60,93 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə