verdi. Elbet bir gün, Maggid'i zilzurna sarhoş edip konuşturacaktı. O ne derse desin, başkalarının
hikâyelerini nakletmeyi vazife edindiğine göre, kendi hikâyesinden kaçmak için bir sebebi
olmalıydı.
Vasiyet
Hür bir insanda, öyle ise, tam zamanında bir
kaçış ve savaş, aynı Ruh metinliğinin kanıtlarıdır.
Spinoza, Etika
Üçüncü gün gözlerini açtı. Yatağının etrafının, gözleri ağlamaktan kızarmış, yüzleri sararıp
solmuş tanıdıklarla çevrili olduğunu görünce acıyla gülümsedi. Bunca sene elinin tersiyle ittiği
dostluklara aslında ne kadar ihtiyaç duyduğunu, her şeye rağmen hayatta yapayalnız olmadığını
ve sevildiğini ancak ölümle burun buruna geldiğinde anlayabilmesi ne kadar garipti. Gene de
içindeki burukluğu belli etmek istemedi. Yardım için uzanan elleri geri çevirip, kendi başına
doğrulmaya çabalarken, üzerindeki örtüye takıldı gözleri. Bir zamanlar, bambaşka bir geleceğe
kavuşabilmek için hiç tereddüt etmeden geçmişin üzerine çektiği o kalın örtüyü, şimdi hayat
onun üzerine çekmeye hazırlanmaktaydı. Şimdilik çenesine kadar uzanan örtü, çok geçmeden
ağzını, burnunu, alnını ve nihayet vücudunun tamamını sarıp sarmalayacaktı. Venedik'teki
kalabalık Yahudi gettosunda, basık, loş bir evin daracık odasında, kaygılı gözlerle çevrili bir
yatakta üç gündür kıpırtısız yatmakta olan Abraham Pereira, ölmek üzere olduğunun farkındaydı.
Bu melûn hastalık aniden ortaya çıkmış olsa da, zaten bir süredir sürekli ölümü düşünüyordu.
Hatta kendini bu fikre alıştırabilmek için artık yazmak istediği başka bir kitabın, tartışmak
istediği yeni bir hususun, özlemini çekerek geçmişinden bugüne taşıdığı eski bir sûretin
kalmadığını sık sık, kendi kendine hatırlatıyordu. En büyük tesellisi, öldükten sonra da başarılı
bir hekim ve kudretli bir filozof olarak hatırlanacağına, şöhretinin Venedik'teki Yahudi
gettolarıyla sınırlı kalmayacağına, öğrencilerinin ve gelecekteki okuyucularının ismini ayakta
tutacaklarına olan inancıydı. Aksini düşünmek bile istemiyordu. Hem düşünse bile, hayatını ya
yazıp tamamladığı ya yazmakta olduğu ya da yazmayı tasarladığı kitaplarla geçirdiğinden, şimdi,
yazacak tek bir kelime kalmadığında ölümü kucaklamak, ona o kadar da ürkütücü gelmiyordu.
Gene de, bu inancın getirdiği rahatlıkla parıldayan gözlerinin derinliklerinde iki donuk nokta
taşıyordu. Birini kardeşi Miguel'e, ötekini karısı Isabel'e adadığı iki donuk nokta.
Gözleri örtüden insanlara doğru kaymaya başladığında, o iki donuk noktayı keşfeden
olmamıştı hâlâ. Hatta odadakiler hastanın bakışlarını öylesine canlı, hareketlerini öylesine çevik
bulmuşlardı ki, içlerinden pek çoğu onun bu tuhaf hastalığı altettiğini, yakında iyileşmeye
başlayacağını düşünmeye başladı.
Oysa, çalışma masasının çekmecesinde bulunan çantayı getirmelerini isterken meramını
anlatmakta o kadar zorlandı ki, daha birkaç dakika önce hastalığı atlattığını sananların hemen
hepsi yanıldıklarını kabul etmek zorunda kaldı. Çalışma masasının tam dokuz tane çekmecesi
vardı ve her biri teker teker karıştırılırken odada kısa bir telaş yaşandı. Nihayet çanta
bulunduğunda Abraham Pereira buruk bir gülümsemeyle teşekkür etti. Gözlerini kapatıp, ellerini
keçi derisinden yapılmış, ince-uzun, ağzı büzgülü çantanın üzerinde gezdirdi. Nefes alırken
çıkardığı hırıltılardan başka bir ses duyulmuyordu odada. Ağzına dolan her nefes, sanki
boyundan kat kat büyük bir kayayı yokuş yukarı yuvarlayarak kan ter içinde dilinin üstüne
tırmanıyor ve son anda, tam kayayı yerine yerleştirecekken gerisingeri yuvarlanıyordu. Nefes ne
kadar inatçı, Abraham Pereira ne kadar azimli olursa olsun, kaya o kadar ağır, yokuş o kadar
dikti ki, çok geçmeden bu beyhûde çabalamanın sona ereceğini odadaki en iyimser kişiler bile
idrak etti.
Yazı hokkasını, kaztüyü kalemini ve bir de kâğıt getirmelerini istedi. Satırların altına,
Abraham Pereira yerine, Antonio Abraham Pereira yazması kimsenin dikkatini çekmedi.
Vasiyetini katladı ve başucunda duran Haham Samuel'e teslim etti. Haham hiçbir şey demeden,
önce kâğıdı, sonra da keçi derisinden yapılmış çantayı aldı. Abraham Pereira hahamın gözlerine
bakıp gülümsedi. Gülümserken kızıl-siyah sakalları hafifçe titredi.
Kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Birdenbire, sessizliğin ellerinden kayan Abraham
Pereira ayağa kalktı. Bu hareketi o kadar ani olmuştu ki kimse onun koluna girmeye ya da ne
yapmaya çalıştığını anlamaya fırsat bulamamıştı. Sendeleyerek kitaplığına yöneldi. Yazdığı
kitapların dizili olduğu rafa baktı. Kitaplardan birini eline aldı. Gecesini gündüzüne katarak
yazdığı, en zor günlerinde kelimelerine sığındığı, ismini bulmakta bir hayli zorlandığı ve kime
ithaf edeceğini bir türlü bilemediği kitabı. Sekiz yüz seksen sekiz sayfadan herhangi birini açtı.
Boşluğa düşmek üzereyken son anda bir ipe tutunmuş gibi can havliyle o sayfaya tutundu. Ne
var ki, incecik sayfa vücudunun ağırlığını taşıyamadığından çok geçmeden ip koptu, Abraham
Pereira yere yuvarlandı, kelimeler dağıldı.
İp koptu...
Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, odada bulunanlar bir müddet ne olduğunu anlayamadılar.
Sonra, gözyaşları arasında, Abraham Pereira'nın cansız vücudunu yerden kaldırdılar. O esnada
Haham Samuel, ölünün sımsıkı kapanmış avucunu açtı, yırtılan sayfayı aldı. Abraham Pereira'nın
avucunda buruşan sayfayı düzleştirmekle meşgulken, gözü bir satıra takıldı.
"Fakat sonunda, babasının hayırduasını alan ve galip gelen Yakup oldu."
Haham kaygıyla baktı elindeki sayfaya. Sonra, onu katlayıp Pereira'nın yazdığı vasiyetle
birlikte keçi derisinden yapılmış ince-uzun, ağzı büzgülü çantanın içine koydu. Çantanın
kapağını kapatmaya teşebbüs ettiğinde bir ışıltı yaladı yüzünü. Orada, çantanın dibinde bir şey
parlıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışmadı.
Dostları ilə paylaş: |