Şehrin Aynaları



Yüklə 1,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə62/71
tarix30.10.2018
ölçüsü1,04 Mb.
#76334
növüYazı
1   ...   58   59   60   61   62   63   64   65   ...   71

okuyup  düşünerek  kafasını  kurcalayan  soruları  hiç  çekinmeden  dosdoğru  sormasını
memnuniyetle  takip  ediyordu.  Yakında,  onu,  evdekinden  çok  daha  büyük  bir  kitaplıkla
tanıştıracağını söylüyordu; kadim dostu Şeyh Süleyman Sedef Efendi ile.
Misket  şarabı  dibini  bulduğunda,  hâlâ  bırakıldığı  yerden  kötü  kötü  bakan  Midilli  şarabına
döndü. Bu arada, mükellef bir kahvaltı yapmış olmasına rağmen, bir hayli acıkmış olduğunu fark
etti. Haham Yakup'la bir türlü uyuşamadığı konulardan biri de buydu işte. İsak Pereira, az yemek
yiyen, zayıflıktan kaburgaları sayılan Haham Efendi'ye arada bir takılıp, böyle giderse kuvvetli
bir  rüzgârda  havalanıp  uçacağını  söylüyordu.  Haham  Yakup  katıla  katıla  gülüyordu  bu  laflara.
Ve eve her gelişinde elleri muhakkak öteberiyle dolu oluyordu. Kendini bile şaşırtan bir hevesle
kolları  sıvayıp,  birbirinden  leziz  yemekler  pişiriyordu.  Sofraya  oturduklarında  bir  iki  lokmada
tıkanıyor ve misafirinin, şımarık bir çocuk gibi önündeki bütün tabakları silip süpürmek için ter
döküşünü  seyretmeye  koyuluyordu.  İsak'ın,  yaptığı  yemekleri  beğendiğini  görmekten  mutluluk
duyuyordu.
Biraz  esmer  ekmek  ve  koyun  peyniri  aldı.  Kötü  undan  yapıldığı  belli  olan  ekmek  lezzetli
değildi  ve  katıksız  çekilmiyordu.  Fakat  peynir  oldukça  lezzetliydi  ve  ekmeğin  yavanlığını
bastırabiliyordu.  Biraz  da  Midilli  şarabı  doldurdu  kadehine.  Haham  Yakup,  Nalçacı  Hayyim
Sokağı'na  gitmişti.  Orada  yaşayan  Ester  ismindeki  bir  kız  son  zamanlarda  garip  garip  rüyalar
görerek,  ortalığı  birbirine  katıyordu.  Gelen  haberlere  göre  genç  kız  yakın  zamanlarda  iyice
fenalaşmıştı.  Artık  geceleri  buz  gibi  soğuk  soğuk  terliyor,  sabahları  kan  ter  içinde  uyanıyordu.
Haham  Yakup  bu  genç  kızı  ve  ailesini  görmek  için  ayrılmıştı  evden  ve  daha  saatler  vardı
dönmesine.  Bazen  o  evde  olmadığında  kendini  daha  rahat  hissediyordu.  İstediği  gibi  okuyor,
içiyor,  yiyor  ve  hayallere  dalıyordu.  Bazen  de  hahamın  muhabbetini  özlüyor,  can  sıkıntısından
patlıyordu.  Gene  de,  canı  ne  kadar  sıkılırsa  sıkılsın,  sokağın  çağrısı  ne  denli  füsunkâr  olursa
olsun,  dışarıya  çıkmak  gelmiyordu  içinden.  Mahallede  ve  memlekette  neler  olduğuyla  da  zerre
kadar  ilgilenmiyordu.  Haham  Yakup  yeni  padişahtan  bahsettiğinde,  yeni  idarenin  cemaati  nasıl
etkileyeceğini  anlatmaya  çalıştığında  da,  onu  meşgul  eden  sorulara  bîgane  kalıyordu.  Kendine
kapanmıştı bu aralar. Sadece ve sadece kendine.
Farkında  olmadan  ekmekten  öyle  büyük  bir  ısırık  almıştı  ki,  ağzının  içinde  hiç  boş  yer
kalmamış,  yanakları  şişmişti.  Lokmayı  ne  gerisingeri  çıkartabiliyor,  ne  olduğu  gibi  yutabiliyor,
ne de çiğneyebiliyordu. Bir müddet öylece kalakaldı. Sonunda ekmeği ıslatmaya karar verip, bir
yudum  şarap  doldurdu  ağzına.  Ağzında  daha  fazla  yer  kalmadığı  için,  şarap,  olduğu  gibi
çenesinden  aşağı  aktı.  Yanakları  iyice  şişti.  Ağzının  içindekilerin  dışarıya  dökülmesine  mâni
olabilmek için dudaklarını büzüştürdü. Bu haline gülmemek, gülerken boğulmamak için kendini
zor  tutarken,  Haham  Yakup'un,  onu  sık  sık,  böyle  hızlı  yemeye  devam  ettiği  takdirde  sofra
başında boğulup gideceğini  söyleyerek ikaz ettiğini  hatırladı. Böyle gülünç  bir şekilde boğulup
gitse,  Haham  Efendi  ne  hale  gelirdi  kim  bilir.  Kendini  tam  bu  fikre  kaptırmışken,  aniden
arkasında  bir  şeylerin  kımıldadığını  fark  etti.  Gayrete  gelip,  canına  kasteden  lokmayı  güçbela
yuttu. Lokma boğazından aşağı yuvarlandığında derin bir soluk aldı ve sessizce gelen bu davetsiz
misafirle yüzleşmek için hızla arkasına döndü. Bir anlık şaşkınlıktan sonra sevinçle haykırdı.
"Maggid! Sensin değil mi?"
Onun  ne  kadar  beyaz  olduğunu  unutmuştu.  Geceyi  bir  un  çuvalında  geçirmiş  de  sabah,
silkelenmeden yollara düşmüş gibi bir hali vardı. Beyazlığını bozan tek şey kömür parçası gibi
kapkara olan iri gözleriydi. Boynunu sola yatırıp, sol elinin iki parmağını önce yanağına, sonra
şakağına değdirerek selam verdi. Hiç şüphe yok, bu Maggid'di.
"Seni  bir  daha  görebileceğimi  sanmıyordum"  diye  atıldı  İsak.  Bir  an  için  karşısındakinin
vücudunun dumandan olduğunu unutmuş ve ona sarılmaya kalkmıştı. Dumana sarıldığında kendi


kendisini kucakladı. Kendi aptallığına katıla katıla güldü. Gülerken az evvel yutmakta zorlandığı
lokmanın artıkları oraya buraya sıçradı. Bu durum Maggid'in de hoşuna gitmiş olmalıydı ki, o da
gülümsüyordu.  Ağzı  olmadığı  için,  gülümsediği,  kısılan  gözlerinden  anlaşılıyordu.
Konuştuğunda  sesi  İsak'ın  sesiydi.  Kendine  ait  bir  sesi  olmadığından,  kiminle  konuşursa  onun
sesini alıyordu; tıpkı eskiden yaptığı gibi.
"Elbette  göreceksin.  Unuttun  mu?"  dedi.  "Ben  senin  nakledicinim.  Senin  yaşadıklarını,  ben
naklederim."
"Madem  öyle,  bunca  zamandır  niye  yoktun?"  diye  çıkıştı  İsak.  Fakat  daha  cümlesini
bitirmeden,  Maggid'le  İspanyolca  konuştuğunu  fark  etti.  Gerçi  Hasköy'deki  Sefaradlar
İspanyolca  konuşuyor,  hatta  öteki  Yahudi  taifeleri  bile  bu  dili  öğrenmek  zorunda  kalıyorlardı
ama aylardır eve kapandığı için, İspanyolcadan iyice uzak düşmüştü. Sevindi.
"Ancak varabildim" dedi Maggid. "Malûm, senin geldiğin yoldan gelmedim bu şehre."
"Haklısın" dedi İsak gülerek. "Ben denizden, sen de..." Parmağıyla yukarıyı işaret ediyordu.
O kadar heyecanlanmıştı ki, elini ayağını nereye koyacağını bilemiyordu. Karşılıklı katıla katıla
güldüler. İsak Pereira ellerini beline dayayıp, küçük bir çocuğu azarlar gibi konuştu.
"Ee, söylesene. Gene beni bir felâketten kurtarmak için mi geldin?"
"Hayır"  dedi  Maggid,  bir  müddet  susup  düşündükten  sonra.  "İsmimi  sen  vermiştin
hatırlasana.  Ben  naklediciyim.  Böyle  bir  isme  sahip  olduğuma  göre  artık  senin  hayatına
müdahale edemem. Sen yaşarsın, ben de naklederim."
"Kime?"  diye  sordu  İsak.  Yüzünde  endişeli  bir  ifade  belirmişti.  "Söylesene,  kime
nakledeceksin  benim  yaşadıklarımı?  Hem  herkes  kendi  derdinde.  Bir  hayır  getirmedikçe  niye
alakadar olsunlar ki benim gibi birinin hayatıyla?"
"Bunu  bilemiyorum"  dedi  Maggid.  "Bazen,  aslolanın  sadece  nakletmek  olduğunu
düşünüyorum.  Kime  naklettiğim  değil.  Fakat  bazen  de,  nakledilenin  çift  mânâlı  olduğunu
hissediyorum; hem ne anlattığım hem de kime anlattığım... Eğer öyleyse, öteki parçayı bulmadan
nakletmeye kalkmak, havanda su dövmek gibi bir şey olsa gerek. Yani... İyi de sen bunları niye
kurcalıyorsun ki? Sırf hikâyeni nakledeceğim için kendine çekidüzen vermeye kalkacak değilsin
herhalde."
İsak  Pereira,  bu  cevaptan  pek  hoşlanmadığını  göstermek  için  abartılı  bir  şekilde  omuzlarını
silkti. Biraz daha Midilli şarabı içip, midesine taş gibi oturan lokmanın ağırlığından kurtulduktan
sonra, "Keyfin bilir" dedi. "Yalnız haberin olsun, bu aralar nakledecek pek bir şey bulamazsın.
Günler birbirine benziyor."
Maggid karşılık vermek yerine, odadaki kitaplara bakmayı tercih etti. Hiçbir şeyi atlamamak,
her  şeyi  nakledebilmek  için  mekânı,  mekândaki  tüm  ayrıntıları  dikkatle  inceledi,  hafızasına
kaydetti.  Hatta  İsak'ın  önündeki  kitapta,  iki  satır  arasında  yayılmış  Misket  şarabı  lekesine  bile
dikkat  etti.  Sonra,  eski  dostunu  tepeden  tırnağa  şöyle  bir  süzdü.  Onun  biraz  şişmanlamış
olduğunu, eskisi kadar hırpani görünmediğini ve o canım saçlarına aklar düşürdüğünü fark etti.
Fakat  gözleri  hiç  değişmemişti.  Yerli  yerinde  duruyordu  o  delidolu  parıltılar,  belki  kendisinin
bile  farkına  varmadığı.  Hâlâ  kanıyordu  bileğindeki  o  derin  kesik;  belki  kendisinin  bile  nereden
çıkıp geldiğini hatırlamadığı.
Sustular. Önce sadece sessizliği duydular. İkisi de bu durumdan hiç hoşlanmadığından, çok
geçmeden,  işitecek  bir  şeyler  buldular.  Sokaktan  yükselen  patırtıları,  uzaktan  inleyen  denizi,
geçmişten  gelen  yankıları,  gelecekten  süzülen  fısıltıları  dinlemeye  koyuldular.  Fakat  Maggid  o
kadar yorgundu ki, bunca gürültüyü bir ninni telakki edip hemen uykuya daldı. Uyurken, tütün
yaprağından  çıkan  incecik  bir  duman  gibi  tütüyordu.  İsak  Pereira,  şarabını  horul  horul  uyuyan
dostunun şerefine kaldırıp, seneler evvel aklına gelen o muzip fikri tekrar değerlendirmeye karar


Yüklə 1,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   58   59   60   61   62   63   64   65   ...   71




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə