Dışarısı
Kapatılmışsınız ama yalnız değilsiniz.
Açık sokaklarda yürüyüp de tutsak
olan niceleri var.
Halil Cibran, İnsanoğlu İsa
Kendi çığlığıyla uyandı. Çığlığı tavanarasındaki ufacık odaya sığmadı, küçük pencereden
çıktı, göğe ulaştı ve bir gök gürültüsü olup havada parçalandı. Fırtına yakındı. Hissetmişti.
Görmüştü. Onu görmüştü rüyasında. O gün tekkenin avlusunda gördüğü kıvır kıvır saçlı
yabancıyı. Merakla bakan, öfkeyle çıkıp giden yabancıyı. Başı dertteydi.
Yataktan kalktı. Bir müddet, gözlerini kapatıp tekkenin avlusuna, bostana, mezarlıklara
yağan yağmurun sesini dinledi. Gözlerini açtığında dışarı çıkmaya karar vermişti.
Elini gökkubbeye daldırdı/ usulca çekti ağları/ heccavın harflerinden/ bir avuç dolusu topladı/
hesapladı/ indi merdiven/ başladı serüven/ çocukluğu arkasından bağırdı/ gölgesi seğirtti
peşinden/ gıcırdadı kapı/ Zühre hiç tanımadığı ablasının ismini sayıkladı/ yağmur hızlandı/
yazgıyı saçlarından kavradı/ aralandı demir parmaklıklı dış kapı/ Şeyh Süleyman Sedef Efendi
uykusunda ağladı/ şehrin sokakları önü sıra uzadı/ uzaklarda bir yerlerde deli bir kadın kahkaha
attı/ yüzünün yarısı/ sızım sızım sızladı/ içeriyi yuttu dışarısı/ dönüş yolunu bulabilmek için
değil/ bir daha aynı yola adım atmamak için/ heccavın harflerini/ bildiği bütün kelimeleri/ geçtiği
sokaklara/ saça saça/ başladı koşmaya.
Kimim Ben?
Öfkeyi, öcü, kıskançlığı, alayı, kurnazlığı,
şiddeti tanımayan bir tanrı, neye yarar ki?
Nietzsche, Deccal
Karanlığın aydınlıkla boğuştuğu saatlerde, boynundaki keseyi yırtarcasına açıp,
gülkurularının içinde miskin miskin yatan aytaşını açığa çıkardı. Onu görünce yüreği sıkıştı.
Vahşeti soluyan yaralı bir at gibi çırpınırken düştüğü hendekte, dehşetle açılan burun
deliklerinden baktı sebeb-i felâketine. Taşı okşadı, öptü, kokladı, dudaklarında gezdirdi.
"Söylesene kimim ben?" Neye uğradığını şaşıran incinin aşağılayıcı nazarları canını incitti.
Hafakanları tutmuştu gene; üsteledi. "Neden susuyorsun? Söylesene kimim ben? Neye
benziyorum senin baktığın yerden?" Şimşek çaktı. Aytaşı boydan boya yarıldı ama kırılmadı;
üzerindeki çatlakla öylece kalakaldı.
Yıldızların kıpırdamaya başladığı saatlerde aynı soruyu elindeki şarap kadehine sordu.
Kadehi burnunun hizasına getirerek ve şaşı bakarak, "Söylesene, kimim ben?" dedi. Kadeh,
cevap vermek yerine suratını buruşturdu; şarap köpürdü. İşte o zaman diklendi. Sırf-sormak-için-
sorulmuş-soru'lardan biri değildi ki bu; cevabına aç ve muhtaç sorulardan biriydi. Üsteledi.
"Hadi konuş. Söyle, kimim ben?" Öfkesi sesine yansıdı, sesi kadehe çarptı, kadeh parçalandı,
şarap yerlere saçıldı.
Yıldızların zayiçeleri şaşırttığı saatlerde bu soruyu sokaklara sordu. Meyhanenin çıngıraklı
kapısı suratına kapanmış ve kendini, aniden ortaya çıkan bu hoşavaz, hoşendam derbedere bakıp
bakıp kıkırdayan kaldırım taşlarının üzerinde bulmuştu. Yalpalaya yalpalaya, düşe kalka, ağlaya
sızlaya yürürken, arka kapıları olduğunu keşfettiği çıkmaz sokakların ikiyüzlülüklerine öfke
duydu. Gene de aradığı cevabı aldığı takdirde, sahtekârlıklarını bağışlamaya hazır görünüyordu.
Tekrar sordu. "Söylesenize kimim ben?"
"Kimim ben? Güzel miyim çirkin mi? Bambaşka biri miyim yoksa herkes gibi biri mi? Tekil
mi konuşmalıyım yoksa çoğul mu? Kim olduğumu bilmeyi neden bu kadar çok istiyorum? Ve
niçin kendimi bulmaya çalıştıkça daha da beter kayboluyorum?"
Yıldızların sönmeye yüz tuttuğu saatlerde bu soruyu kendi kendine sordu. "Kimsin sen?"
Yüreği, cevap vermek yerine deli gibi atmaya başladı. İşte o zaman kendinden korktu. "Sen... sen
nasıl birisin? Kimsin sen?"
Hiç beklemediği bir anda işitti aradığı cevabı. "Madem bu kadar önemli, o zaman kulağını aç
da dinle! Sen..." Ağızdan çıkan kelimelerin kudreti varsa, çıkamayanların da laneti olmalıydı.
Lafını tamamlayamadı. Acı içinde kıvranarak yere yığıldı. Kan tatlı ve ılıktı. Katilini
tanımamıştı.
Yere düştüğünde kaldırım taşlarına çarpan alnından tok bir ses çıktı. Keskin bir acı saplandı
böğrüne. Kıpırdayamıyordu. Aniden, burnunun hizasında ışıl ışıl parlayan bir şey fark etti. Bir
müddet, bunu hiçbir şeye benzetemedi; derken aralandı perde, dağıldı sis. Altın haleli gülfâm taş
fettan fettan göz kırpıyordu. Kanlı neşter az ileride uzanmıştı ve üzerine yağan onca yağmura
rağmen üzerindeki kandan arınmıyordu. İsak Pereira fısıltıyla, "Niçin?" diye sordu neştere.
Neşter gülümsedi. "Bilmem" dedi. "Bana sorma. Benden sonra yazılmış bir hikâyenin
içindeyim."
Ilık ılık ölüyordu. Su olmuştu kanı, damla damla akıyordu canı. Altın haleli gülfâm taşlı
neşter gözucuyla onu seyrediyor, sıkıntıyla esniyordu.
Ben
Ne yapsam
döl saçan her rüzgârın
vebası bende kalacak
İsmet Özel, Erbain
"Kimdim ben?"
Miguel Pereira
Akdeniz'in bir yakasında.
Dostları ilə paylaş: |