Tek bir penceresi bile bulunmayan o karanlık, geniş odada, yüzünü zar zor seçebildiği
Engizisyoncu'nun karşısında ecel terleri dökerken, kuyunun bakracında sakladığı kutunun önüne
atılabileceğini hiç aklına getirmemişti. Mavi damarlı bir çakıl taşı; onlarca, yüzlerce taştan
sadece biri/ bir şövalye resmi; devleri dize getiren kahraman/ bir saç tokası; neden sakladığını
bilmediği/ bir saç tutamı; Andres'in ilk saç kesimi/ karalanmış sayfalar; başkalarının hikâyeleri/
ve bir çarşaf; üzerine kendi vücudunu resmettiği. Niçin çizmişti vücudunu o çarşafa? Öteki
kadınlardan hiçbir farkı olmadığını, her şey yolunda gittiği takdirde tıpkı onlar gibi baş
döndürücü, nefes kesici olabileceğini ve en az onlar kadar zevk alıp zevk verebileceğini kendi
kendine ispat edebilmek için mi? Tıpkı öteki kadınlarınki gibi bir vücut... Her şeyiyle aynı. Her
şeyiyle...? Niye çizmişti kendini o çarşafa? Bütün kabahatin başkalarında olduğundan emin
olabilmek için mi? Niçin ömründe hiç kimseyi sevmemişti; ihtirasla, tutkuyla? Niçin kendini
adamak istememişti kocasına, oğluna yahut ona – kırkıncı kapıya? Nasıl ki evlendiğinde eş,
Andres'i dünyaya getirdiğinde de anne gibi hissetmemişse kendini, o korkunç günahı işlediğinde
de günahkâr olduğundan emin değildi. Aklı başındayken de, deliliği tescillendiğinde de,
hissetmesi gerekenleri bir türlü hissedememişti.
Hissetmemek bir meziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.
Hissetmemek bir eziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.
Güneş batıyordu. Güneş denizin içine dalarken, zaman ikiye ayrılmak üzereyken, kendi
kendine seslendi. "Isabel! Sakın sorun sende olmasın? Sakın bu sebepten... sırf bu sebepten...
Yoksa ne aşk, ne tutku, ne arzu... ne dirilip bayılmalar, ne yürek hoplatmalar, ne ıslak rüyalar.
Bunların hepsi ama hepsi birden bu kadar uzak olabilir mi sana?"
Onu bu kadar arzuladığı için mi hayatında ilk ve son defa bir sevişmeden zevk almıştı; yoksa
hayatında ilk ve son defa bir sevişmeden zevk aldığı için mi onu bu kadar arzulamıştı? Ve niye
ona vermişti biricik incisini, Yaşlı'nın emanetini, aytaşını?
Cariyelerden biri içeriye girdi. Elindeki tepside bir fincan kahve ve dumanı tüten bir lüle
vardı. Isabel ona gülümsedi. Cariye mahcup bir edayla gülümsemeye karşılık vererek, tepsiyi
sininin üzerine bıraktı. İsmi Serfiraz'dı. Isabel'i konağına alan Mihrengiz Kadın tarafından onun
işlerini görmesi için görevlendirilmişti. Oldukça zengindi Mihrengiz Kadın; İstanbul'un muhtelif
semtlerinde pek çok konağa sahipti. Gelip kendisiyle beraber yaşayabileceğini veya
konaklarından birine yerleşebileceğini söylediğinde, Isabel hiç tereddütsüz Galata'daki konağı
seçmişti. Burası öteki konaklardan çok daha küçük, çok daha mütevazıydı. Burayı seçmesinin bir
sebebi güneşin batışını yudumlamak ise, bir sebebi de konağın arkasındaki daracık sokakların
Yaşlı'ya uzanan âleme açıldıklarını düşünmesiydi. Zira Galata'da, Arap Camii ile Galata Kulesi
arasındaki bölgede Endülüs'ten gelen Müslümanlar ikamet etmekteydi.
Serfiraz öksürünce kendine geldi. Orada, ayakta, başka bir emri olup olmadığını anlamak için
dikiliyordu. Odaya ışık saçıyordu omuzlarına kıvır kıvır dökülen sapsarı saçları. İri, yeşil
gözlerini çevreleyen kirpikleri; gür, kalın kaşları; ensesinden aşağıya incecik bir şerit halinde
uzanan ayva tüyleri; hatta mahzun, manidar bakışları bile, saçlarından ayrı düşmemek için sarıda
karar kılmış, sarıya boyanmıştı. Çenesinde küçücük bir çukur vardı ve nadiren konuştuğu için o
çukur gün boyu hareketsiz kalırdı. Mihrengiz Kadın'ın anlattığına göre küçüklüğünden beri onun
hizmetindeydi. Isabel tekrar ona gülümsedi. Sonra, ondan gidip bir fincan kahve ve bir lüle daha
getirmesini istedi. Serfiraz iri iri açılmış gözleriyle ona bakarak bir misafir bekleyip
beklemediğini sordu.
"Hayır" dedi Isabel. "Misafir için değil, senin için."
Serfiraz, şaşkınlığını gizleyemeden ama daha fazla soru sormadan odadan çıktı; çok
geçmeden, bir fincan kahve ve başka bir lüleyle geri döndü. Bunlarla ne yapacağını tam olarak
bilemiyormuş gibi bir müddet ayakta öylece dikilmeyi sürdürdü. Isabel yere oturduktan sonra
karşısındaki mindere oturması için ona işaret edene kadar da öylece dikilmeyi sürdürdü.
Karşılıklı kahvelerini içerken hiç konuşmadılar. Ne var ki, Isabel onun lüleyi tutuşundan, dumanı
içine çekişinden ve duman küçük, pembe dudaklarının arasından kıvrım kıvrım çıkarken
gözlerini kapatıp kendinden geçişinden, Serfiraz'ın göründüğü kadar masum ve sadedil
olmadığını anlamıştı. Hem, Mihrengiz Kadın ona Serfiraz'ı verirken ne demişti? "Serfiraz her
işin erbabıdır. Onun hizmetinde kusur noksan yoktur."
Mihrengiz Kadın hakkında çıkarılan dedikodulardan haberdardı. Onun, sarayda hatırı sayılır
bir ağırlığı olan Meleki Kadın'ın sağ kolu olduğunu, hemcinslerine ayrı bir alaka gösterdiğini,
güzel olan her şeye düşkünlüğüyle nam saldığını duymuştu. Gözleri velfecri okuyan bu kadının
böylesine misafirperver davranıp, konaklarını ve cariyelerini emrine sunmasının tek sebebinin,
Kösem Sultan'ın emirlerine harfiyen uyma gayreti olmadığını da sezebiliyordu. İşin aslı,
Mihrengiz Kadın'ı zaten pek az gördüğü ve gördüğü zaman da onun karşısında boğulmadığı,
bocalamadığı için bu durumdan pek de şikâyetçi olduğu söylenemezdi. Şikâyet bir yana, bu
kadının ait olduğu çevreye girmek ve bu sayede Valide Sultan'ın gözünde yer edinmek fikri bile
kanını alevlendirmeye yetiyordu. Kösem'le bir sonraki karşılaşmayı iple çekiyordu. Hazırdı iksir.
Yaşlı'nın soluğunu üflemişti ona. Şimdi tek ihtiyacı, iksiri içine koyacağı şişeyi bulmaktı.
Rüyalarına giren ince, uzun, eflatun şişeyi arıyordu.
Serfiraz kahvesini bitirdikten sonra müsaade isteyip kalktı. Lüleden tüten duman, hâlâ içecek
çok fazla tütünü olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Cariye odadan çıkmadan önce iri, yeşil
gözleriyle ona baktı. İlk defa bu kadar yakından, bu kadar dosdoğru baktı. Isabel'in içinden
geçenleri okumak ister gibi bir hali vardı. Isabel birden şüpheye kapıldı. Mihrengiz Kadın belki
de yanılıyordu. Belki de küçük bir çocuktu Serfiraz; vücudunun hızına yetişememiş, tez zamanda
serpilmiş küçük bir çocuk. İçi cız etti; başını çevirdi.
Küçük bir çocuk...
Canı acımış bir çocuk...
Kızmıyordu kendine. Anlamaya çalışıyordu sadece. Kimselere anlatamadığı, anlattığı
takdirde anlaşılmayacağını bildiği şeyleri kendine saklıyordu. Antonio'yu neden bir kere bile
özlemediğini, Miguel'den geriye kalan o güzel hatırayı sadece güzel bir hatıra olarak saklı tutmak
istemesini ve öz oğlunu neden hatırlamak istemediğini kime anlatabilirdi ki? Kızmak
istemiyordu kendine. Anlamaya çalışıyordu sadece. Neden öfke ve tutku ve aşk ve nefret ona bu
kadar yabancıydı? Kötü müydü mizacı? Ve eğer buz tutmuşsa Duero Nehri, sırf akması
gerektiğine inandığı için gidip de güneşe teslim mi olmalıydı?
Her akşam bu saatlerde, güneşin denizin içinde kaybolduğu ve zamanın ikiye bölündüğü
saatlerde, kahvesini ve tütününü içip, hatırlamak istediklerini hatırlıyordu. Günün başka hiçbir
saatinde düşünmediklerini, değil düşünmek aklının ucundan dahi geçirmediklerini bir fincan
kahve ve bir lüle dolusu tütün içimi zamanda düşünüyordu. Kahve dibini bulduğunda, tütünün
dumanı yok olduğunda, az evvel aklını kurcalayanları bir daha aklına getirmiyordu. Ta ki bir
Dostları ilə paylaş: |