Şehrin Aynaları



Yüklə 1,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə68/71
tarix30.10.2018
ölçüsü1,04 Mb.
#76334
növüYazı
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   71

sonraki gün, azgın ve arsız dalgalar güneşten bir parça fazladan tırtıklayabilmek için birbirlerinin
üzerine çıkıp, Serfiraz elinde yeni bir kahve fincanı ve lüleyle odaya girene kadar.


Tırtıl
Beni kim sevecek acaba,
kim öldürecek?
 
                    Pierre J. J., Paulina 1880
 
Şeyh  Süleyman  Sedef  Efendi  ıhlamur  sandığın  altındaki  düğmeye  bastı;  bir  müddet
bekledikten  sonra  tavandan  sarkan  merdiveni  ağır  ağır  çıktı.  Zülfe  uyuyordu.  Demek  ki  gece
gene uykusuz kalmış, yıldızlarla oynamış, ayla sohbet etmişti. Hiç ses çıkarmadan onu seyretti.
Acıyla seyretti. Acıyı seyretti. Çok düşünmüştü. Zülfe'yi bu tavanarasından indirmek, insanların
arasına  karıştırmak,  onu  diri  diri  gömmek  demekti.  Dışarıya  dayanamazdı  Zülfe.  Dayanamazdı
çünkü  çirkin  olduğunu  bilmiyordu.  Gözleri  doldu  Sedef  Efendi'nin.  Gözleri  o  uğursuz  gün
gördüklerini hiç unutamamıştı.
Bahçedelerdi.  Çamaşır  yıkıyordu  gene  Simten.  Son  zamanlarda,  hemen  her  gün,  çamaşır
yıkamak  için  bahçeye  kazanı  kuruyor,  ateşin  çıtırtılarına  türkülerle  eşlik  ediyor  ve  didik  didik
ettiği  yatakların  pamuklarını  oklavayla  dövüyordu.  Görünmeyen  bir  düşmandan  intikam  almak
istercesine  hırsla,  hınçla  indiriyordu  oklavayı.  Değişiyordu  Simten.  Giderek  daha  hırçın,  daha
bedbîn oluyordu. Gerçi öteden beri asabi mizaçlıydı karısı ama onun, Zülfe'nin doğumuyla neşe
ve  huzur  bulacağını  sanmıştı.  Sanmak  istemişti  belki  de.  Oysa  ne  Zülfe  ne  de  küçük  Zühre,
Simten'i mutlu edebilmişti. Onu hayata ve yuvasına bağlayacağını sandığı her iki köprü de sessiz
sedasız  çöküvermişti.  Zülfe  beş  yaşındaydı,  Zühre  üç.  Değişiyordu  Simten.  Çamaşırların
üzerinde en ufak bir leke bulduğunda kendini yere atıp tepinmeye, hırsından çimenleri, çiçekleri
yolmaya başlıyordu. Ağlıyordu durmadan. Niye ağladığını anlatmıyordu. Acı çekiyordu Simten.
Acıyan yerinin neresi olduğunu söylemiyordu. Çaresizdi Sedef Efendi. Çaresizdi ve çok gençti.
Çimenlerden  çiçeklerden  sıkıldığında  saçlarını  yoluyordu  Simten.  Yolduğu  yerlerdeki  deriyi
okşayıp türküler söylüyordu. Deliriyordu Simten.
Bilerek yapmış olabilir miydi? Bilerek ve isteyerek. Uğursuz bir kaza mıydı Zülfe'nin başına
gelenler yoksa... Mümkün müydü? Bir insan, kendi öz evladını... Gözleri doldu Sedef Efendi'nin.
Zülfe'yi uyandırmaktan korktuğu için, uyandığı takdirde babasını ağlarken bulmasını istemediği
için kendini tuttu. Hep gülümsemişti şimdiye kadar Zülfe'ye. Sanki ortada hiçbir kötülük yokmuş
gibi,  sanki  hayatlarının  hikâyesi  uğursuz  bir  günde  gebe  kalmamış  gibi  gülümsemiş,  hep
gülümsemişti. Fakat biliyordu. Biliyordu ki Zülfe'yi daha uzun süre bu tavanarasında tutamazdı.
Elbet bir gün dışarı çıkacaktı Zülfe. Dışarıda öğrenecekti çirkinliğini.
İsak  Pereira  ile  konuşurken,  aniden,  o  öfkeyle  yanıp  sönen  gözlerde  Simten'i  görüvermişti.
Denize hasret bir nehir gibi kâh coşup bendlerini yıkan, kâh durulup yatağını oyan ve sisli puslu
gökyüzünü  gözlerinde  taşıyan  Simten!  Ne  çok  sevmişti  onu.  Yüreğindeki  huzursuzlukların
zamanla dineceğine, aşklarının her şeyin üstesinden geleceğine inanmıştı evliliklerinin başında.
Simten'in  çektiği  acıları  başkalarına  acı  saçarak  dindirmeye  çalışacağını  aklının  ucundan  bile
geçirmemişti.
Rüzgâr mı çok kuvvetliydi o gün? Çamaşır kazanını devirecek kadar kuvvetli.


Bahçede, otların arasında bir tırtıl bulmuştu Zülfe. Sevinçle haykırarak, avuçlarının arasında
sımsıkı tuttuğu tırtılı annesine göstermek için koşuyordu. Devrildi kazan. Haşlandı tırtıl. Karardı
yeşil.
 
Kaskatı kesildi Zülfe. Kıpırdayamadı bile.
Yarısı kelebekti yüzünün, yarısı tırtıl.


Dönemeç
Eğer yanılırsam, zararı yok:
Öykü değişmiş olmuyor.
 
                    Umberto Eco,
                    Önceki Günün Adası
 
Oradaydı  işte;  tam  karşısında.  Eskisi  kadar  güzel,  eskisi  kadar  uzak  ve  anlaşılmaz;  aradan
onca  sene  geçtiğini  yalanlarcasına.  Ona  bakmamak  için  başını  başka  taraflara  çeviriyor,  sık  sık
gözlerini  kapatıyordu.  Fakat  her  seferinde,  hızla  dönüp  tekrar  ona,  o  sütbeyaz  yüzüne,  o  yüzü
gölgeleyen  iri,  siyah  gözlere  bakmaktan  kendini  alamıyordu.  Oradaydı  işte.  Şehrin  aynalarında
çoğalarak gelmiş, dikilmişti karşısına. Susuyordu. Neyi istemediğini gözleriyle anlatıyor ama ne
istediğine  dair  hiçbir  ipucu  vermiyordu.  Oysa  İsak,  ona  bakar  bakmaz  ne  yapması  gerektiğini
anlamıştı. Isabel bu evliliği istemiyordu, İsak da onun istemediği bir şey yapmayı.
Hahamlar  meseleyi  enine  boyuna  tartışıp,  nihayet  bir  karara  varmışlardı.  Bu  kararı  iletme
görevini  üstlenen  Haham  Yakup,  İsak'a  geleneği  anlatırken  kaygılı  görünüyordu.  Abraham
Pereira'nın ani ölümüyle dul kalan Isabel Nuñez Alvarez'in levir
[23]
 ile evlenmesi bekleniyordu.
Levir  bu  evliliği  istemediği  takdirde,  dul  kadın  yapılacak  Halitzah  töreniyle  serbest  kalacaktı.
Kelimeler uçları sivriltilmiş dolu taneleriydi. Hızla yağıyorlardı üzerine. Kelimeler tane taneydi,
değdikleri  yerler  pâre  pâre.  İsimler  delip  geçiyordu.  Acımıyordu  ama  canı.  Kelimeleri  işitiyor,
isimleri  tanıyor  ama  hiçbir  şey  hissetmiyordu.  Delik  deşik  olan  kollarına,  bacaklarına,  göğsüne
bakıyordu  hayretle.  Ne  vakit,  nasıl  bu  hale  geldiklerini  anlamaya  çalışıyordu.  Sonra
vazgeçiyordu tamamen. Teslim oluyordu uyuşukluğa.
Hışırtılı, parlak, ağır kumaşların içinde dönüyordu Isabel. Uzun, dalgalı saçlarında en nadide
mücevherler parlıyordu. Kuşlar konuyordu omuzlarına. Kuşlara gülümserken havalanıyordu; tüy
gibi  hafif,  rüzgâr  gibi  uçarı,  su  gibi  serkeş,  delidolu,  coşkulu.  Kuşlarla  bir  olup  asırlık  çınar
ağacının dallarına konuyordu. Kan bulaşıyordu eteklerine, fark etmiyordu. Terk ediyordu kuşları.
Dönüp de arkasına bakmadığından olsa gerek, ne taş kesiliyordu ne de tuz. Sarayın kapılarından
içeri  girip,  koridorlarında  koşuyordu.  İbrahim'in  bebeğini  seviyordu.  Gülümsüyordu  durmadan.
Kösem'in  mührünü  taşıyordu  bakışlarında.  Kösem'in  mührünü  vuruyordu  kırdığı  ve  kıracağı
kalplere.
Oradaydı  işte;  yolların  yolları  doğurduğu,  aynaların  aynaları  parçaladığı,  hikâyelerin
hikâyeleri  unutturduğu  dönemeçte.  Toprağın  bağrını  oyan  bu  korkunç  zelzeleye  sebep  kendisi
değilmiş gibi, bu kıyametin, bu tufanın, bunca yıkımın ve acının onsuz da yaşanacağını anlatmak
istercesine  sakin  ve  nikbin,  umarsız  ve  gamsız,  öylece  duruyordu.  Anlaşılmayı  bekliyordu.
Anlıyordu İsak. Onun bu evliliği istemediğini, serbest kalır kalmaz bambaşka bir kuş kafilesiyle
göç  edeceğini  anlıyordu.  Demek  ki,  bir  yerlerde  ayrı  düşmüştü  hafızaları;  aynı  şeyleri
hatırlamıyorlardı. Birinin yüreğinde kök salan bir hatıra, ötekinin damarlarından akıp gidiyordu.
Birinin  durduğu  noktada,  öteki  kendine  yön  tayin  ediyordu.  Birine  yeten,  ötekine  yetmiyordu.
Anlamıştı  İsak.  Haham  Yakup'un  kulağına  eğilerek  bu  evliliği  istemediğini  söylemişti.  Yaşlılar


Yüklə 1,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   71




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə