Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə6/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20

-29-


Carrie White'dan hiçbir zaman hoşlanmadım ve Sue Snell'in erkek arkadaşını mezuniyet balosuna gelmeye kandırışına asla inanmadım, ama o hikâyede bir şey yakalamıştım. Adeta bütün kariyerimi. Tabby her nasılsa bunu anlamıştı ve tek satır aralıklı elli sayfayı sıraladığımda bunu ben de anlamış bulunuyordum. Sadece, Carrie White'in mezuniyet balosuna giden karakterlerden hiçbirinin o baloyu asla unutmayacaklarını düşünüyordum. Tabi ki kurtulan birkaç kişinin.

Carrie'den önce üç roman daha yazmıştım - Rage,m The Long Walk(2) ve The Running Man0} sonra yayınlanmıştı. Rage içlerinde en sorunlu olandı. The Long Walk da en iyileri olabilirdi. Fakat hiçbiri bana, Carrie White'in öğrettiklerini öğretmemişti. En önemlisi, yazarın da bir karakteri ya da karakterleri başlangıçta okurlar kadar yanlış algılayabileceğiydi. Sırf duygusal olarak veya



<" Öfke.

<2) Uzun Yürüyüş.

P) Azrail Koşuyor (Altın Kitaplar).

81 F:6

Stephen King



hayalde canlandırma anlamında zor geliyor, diye bir çalışmayı bir kenara atmanın yanlış olduğunu kavramıştım. Bazen insanın içinden gelmese de devam etmesi gerekiyordu ve bazen insana yaptığı tek iş oturduğu yerde bok küremek gibi gelse de, aslında iyi bir iş çıkarmış olabiliyordu.

Tabby, bana yardım etti, ilk olarak da liselerdeki kadın bağı makinelerinin parayla çalışmadığını anlattı... karımın söylediğine göre, okul yönetimleri sırf yanlarında bir çeyreklikleri yok diye kızların etekleri kan içinde dolaşmasından hoşlanmıyordu. Ve ben de, lise anılarımı kurcalayarak kendime yardım ettim (İngilizce öğretmenliği işimin yardımı olmadı; o sıralar yirmi altı yaşındaydım ve olayın yanlış tarafında yer alıyordum.), sınıfımdaki en yalnız, en sevilmeyen iki kızı hatırladım... neye benzediklerini, nasıl davrandıklarını, onlara karşı nasıl davranıldığını buldum. Mesleğim boyunca bu kadar tatsız bir bölgede keşfe çıkışım pek olmadı.

Kızlardan birine Sondra diyeceğim. O ve annesi, köpekleri Çedar Peyniri ile birlikte, benden, pek uzak olmayan bir karavan evde yaşıyordu. Sondra sanki sürekli olarak boğazını tıkayan bir balgam birikintisi varmış gibi, hırıltılı, iniş çıkışlı bir sesle konuşurdu. Şişman değildi, ama eti, tıpkı bazı mantarların dip kısımları gibi gevşek ve soluk bir görünüme sahipti. Saçı, Küçük Yetim Annie tipi buklelerle sivilceli yanaklarına yapışırdı. Hiç arkadaşı yoktu (Çedar Peyniri dışında sanırım.). Annesi bir gün bazı eşyaların yerini değiştirmek için beni tutmuştu. Karavanın oturma odasına hâkim olan şey, neredeyse gerçek ölçülerde çarmıha gerilmiş bir İsa'ydı. Gözleri yukarı bakıyordu, dudakları aşağı bükülmüştü, başındaki dikenli taçtan kanlar sızıyordu. Kalçalarını ve kasıklarını saran bir çul dışında çıplaktı. Bu kumaş parçasının üstünde kutsal göbeği ve bir toplama kampı sakininkileri andıran fırlak kaburga

82

Yazma Sanatı



kemikleri vardı. Sondra'nın ölmekte olan bu Tanrı'nın ıstıraplı bakışları altında büyüdüğünü ve bu durumun hiç kuşkuya yer vermeyecek biçimde onun bu hale gelmesinde rolü olduğunu anlamıştım: yani, Lisbon Lisesi'nin koridorlarında ürkek bir fare gibi dolanan, korkak, dışlanmış bir kız olmuştu.

Bakışlarımı takip eden Sondra'nın annesi, "Bu İsa," demişti. "Tanrım ve Kurtarıcım". "Sen de inançlı biri misin Steve?"

Ona, her ne kadar İsa'nın bu haline bakınca o kurtarılmanın yeterli olmayacağına inansam da, olabildiğince inançlı olduğumu söylemeye çekinmiştim. Acı, aklını kaçırmasına neden olmuş gibiydi. Yüzüne bakınca bunu görebilirdiniz. Eğer bu adam geri dönecek olsa, muhtemelen pek kurtarıcı havasında olmazdı.

Öteki kıza Dodie Franklin diyeceğim, ama diğer kızlar onu Dodo veya Doodoo, diye çağırıyorlardı. Ailesinin ilgilendiği tek şey vardı o da yarışmalara girmekti. Bu konuda iyiydiler de; aralarında bir yıl boyunca yetecek kadar Three Diamonds marka tonbalığı ve Jack Benny'nin Maxwell otomobili de bulunan türlü garip şeyler kazanırlardı. Maxwell evlerinin sol tarafında, Durham'ın Güneybatı Büklümü diye bilinen yerde dururdu ve sonunda arazinin bir parçası haline gelmişti. Her bir iki yılda bir yerel gazetelerden biri -Portland Press-Herald, Lewiston Sun, Lisbon Weekly Enterprise- Dodielerin piyango veya yarışmalardan kazandığı abuk sabuk şeyleri duyururdu. Genellikle Maxwell'in veya kemanıyla Jack Benny'nin ya da ikisinin birden resmi de olurdu.

Franklinlerin kazanabileceği eşyalar arasında, büyümekte olan çocuklar için kıyafet yoktu. Dodie ve erkek kardeşi Bili ilk günden lisenin ortasına kadar her gün aynı şeyleri giymişlerdi: oğlan siyah pantolon ve kısa kollu spor gömlek, kız ise uzun siyah etek, gri dize kadar çorap ve kolsuz beyaz bluz. Okurlarımdan ba-

83

Stephen King



zıları her gün derken aslında bunu kastetmediğimi düşünebilir, ama ellili ve altmışlı yıllarda taşrada büyümüş olanlar bunun doğru olduğunu bilirler. Benim çocukluğumun Durham'ında, hayatın ya pek az süsü vardı ya da hiç yoktu. Boynunda aynı kirle aylarca okula gelen çocuklarla, çıban ve döküntüler yüzünden derisi iltihap içinde olanlarla, tedavi edilmemiş yanıklar yüzünden suratları kurutulmuş meyveye benzeyenlerle, yemek sepetlerinde taş ve termoslarında havadan başka bir şey olmadan okula gönderilenlerle birlikte okumuştum. Orası Arcadia değildi; çoğu yeri, hiç şakası yok, feci durumdaydı.

Dodie ve Bill Franklin Durham İlkokulu'nda pekâlâ idare etmişlerdi, ama lise çok daha büyük bir yerdi ve Dodie ile Bili gibi çocuklar için Lisbon'a düşmek alay ve perişanlık demekti. Bill'in spor gömleğinin soluşunu ve kollarının sökülmeye başlamasını hayret ve dehşetle izlemiştik. Kopan bir düğmenin yerine kâğıt atası takmıştı. Pantolonuna uysun, diye özenle mum boyayla siyaha boyanmış bir bant da, dizinin arkasındaki yamaya yapıştırılmıştı. Dodie'nin kolsuz beyaz bluzu zamanla, giyilmekten sararmaya başlamış ve ter lekeleriyle dolmuştu. Bluzun kumaşı inceldikçe, sutyeninin askıları da giderek daha fazla ortaya çıkar olmuştu. Diğer kızlar ilk önce arkasından etmeye başlamışlar, sonra da yüzüne karşı alay eder olmuşlardı. Alaylar işkenceye dönüşmüştü. Erkekler bu işte yer almıyordu; bizim kendi Bill'imiz vardı (evet, ben de vardım... çok değilse de ben de katılıyordum). Sanırım Dodie'nin durumu daha kötüydü. Kızlar ona gülmekle kalmıyorlardı, ondan nefret de ediyorlardı. Dodie onların korktuğu her şeydi.

İkinci yılımızın yılbaşı tatilinden sonra, Dodie okula göz kamaştırıcı bir şekilde döndü. Hırpani eski siyah eteğin yerine vişne rengi, incik kemiklerinin ortasına kadar inmeyip diz altında biten

84

Yazma Sanatı



bir etek giymişti. Yırtık pırtık dize kadar çorapların yerini de naylon çoraplar almıştı, oldukça da hoş görünüyorlardı, çünkü sonunda Dodie gür siyah kıllı bacaklarını da tıraş etmişti. Eski kolsuz bluz da gitmiş, yerine yumuşak yün bir kazak gelmişti. Hatta saçına perma bile yaptırmıştı. Dodie dönüşüme uğramış bir kızdı ve yüzüne bakınca bunun farkında olduğunu görebiliyordunuz. O yeni kıyafetler için para mı biriktirmişti, ailesi tarafından yeni yıl hediyesi olarak mı verilmişlerdi ya da ağlayıp sızlayıp yalvararak mı elde etmişti hiçbir fikrim yok. Bunun bir önemi de yoktu, çünkü sadece giysiler hiçbir şeyi değiştirmedi. O günkü alaylar her zamankinden de beterdi. Yaşıtlarının onu koymuş oldukları kutudan çıkmasına izin vermeye hiç niyetleri yoktu; bundan kaçmaya çalışmak bile mümkün değildi. Onunla girdiğimiz birkaç ders vardı ve Dodie'nin yıkılışını ilk elden gözlemleyebilmiştim. Tebessümün soluşunu gördüm, gözlerindeki ışığın önce azalışını, sonra da yok oluşunu izledim. Günün sonunda, yeni yıl tatilinden önceki hamur suratlı, çilli yanaklı, okul koridorlarında gözleri aşağıda, kitaplarını göğsüne bastırmış bir şekilde dolanan hayalete dönmüştü tekrar.

Yeni eteğiyle kazağını ertesi gün de giydi. Ondan sonraki gün de. Daha sonraki günde de. Okul kapanırken yün kazak giymek için çok sıcak olduğu halde hâlâ aynı kıyafeti giyiyordu ve şakaklarında ve dudaklarının üstünde daima ter damlacıkları oluyordu. Ev perması bir daha yapılmamıştı ve yeni giysiler parlaklığını yitirmişti, ama alaylar da yılbaşı öncesi düzeyine inmiş ve sataşmalar tamamen kesilmişti. Birisi zincirlerini kırmayı denemiş ve haddi bildirilmişti, hepsi oydu. Kaçış engellendikten ve tüm mahkûmlar yerlerine döndükten sonra hayat normal seyrine dönebilirdi.

Ben Carrie 'yi yazmaya başladığımda hem Sondra hem de Dodie ölmüştü. Sondra Durham'daki karavandan taşınıp ölmekte

85

Stephen King



olan kurtarıcının ıstırap yüklü bakışlarından uzaklaşarak Lisbon Falls'ta bir daireye yerleşmişti. Yakında bir yerde, muhtemelen değirmenlerden veya ayakkabı fabrikalarından birinde çalışıyordu. Sarası vardı ve bir kriz sırasında ölmüştü. Yalnız yaşadığı için başı kötü bir biçimde büküldüğünde yardım edecek kimse yoktu. Do-die ise televizyonda hava durumu sunan bir adamla evlenmişti, adam New England'da sözcükleri yaya yaya konuşmasıyla bir tür ün edinmiş biriydi. Çocuklarının doğumunun ardından -sanırım ikinci çocuklarıydı- Dodie bodruma inmiş ve .22 kalibrelik bir kurşunu karnına göndermişti. Şanslı bir atıştı (ya da şanssızdı, sanırım bakış açınıza göre değişir) ve kurşun atardamara isabet edip onu öldürmüştü. Kasabada bunun doğum sonrası depresyonu olduğu söylenmişti ne kadar acı. Bense bunun lise kalıntılarıyla bir ilgisi olduğundan kuşkulanmıştım.

Eric Harris ve Dylan Klebold'un dişi versiyonu olan Carrie'den hiçbir zaman hoşlanmadım, ama Sondra ve Dodie sayesinde en azından bir parça anlayabildim onu. Ona ve aynı zamanda da sınıf arkadaşlarına acıdım, çünkü bir zamanlar ben de onlardan biri olmuştum.

-30-

Carrie 'nin müsveddesi, William Thompson adında bir arkadaş edindiğim Doubleday'a gitmişti. Ben de onu aklımdan tamamen çıkarmış, o sıralar okulda öğretmenlik yapmak, çocukları yetiştirmek, karımı sevmek, cuma akşamüzerleri sarhoş olmak ve öyküler yazmaktan ibaret olan kendi hayatıma devam ediyordum.



O sömestr serbest zamanım öğle yemeğinden hemen sonra, saat on yedideydi. Genellikle öğretmenler odasında ödevlere ba-

86

Yazma Sanatı



karak ve bir kanepeye uzanıp kestirmeyi hayal ederek geçirirdim... öğle sonrasının başlarında, az önce bir keçi yutmuş boa yılanı kadar enerjik olurdum. Dahili haberleşme sistemi çalıştı ve ofisten Colleen Sites orada olup olmadığımı sordu. Orada olduğumu söyleyince de ofise gitmemi istedi. Bir telefonum vardı. Karım arıyordu.

Alt kanattaki öğretmenler odasından ana ofise yürümek, sınıflar ders yaparken ve koridorlar çoğunlukla boşken bile uzun görünüyordu. Tam olarak koşmasam da acele ediyordum, kalbim çarpıyordu. Komşunun telefonunu kullanabilmek için Tabby'nin çocuklara botlarını ve ceketlerini giydirmesi gerekirdi ve bunu yapmış olması için sadece iki neden geliyordu aklıma. Ya Joe veya Naomi bir yerden düşüp bacağını kırmıştı veya Carrie 'yi satmıştım.

Soluk soluğa ama çılgınca mutlu görünen karım, bana bir telgraf okudu. Bili Thompson (daha sonra John Grisham adlı ikinci sınıf bir Mississippi yazarı keşfedecekti) aramaya çalışıp da Ringlerin artık telefonu olmadığını kavrayınca telgraf göndermişti.

TEBRİKLER yazıyordu. CARRIE RESMEN BİR DOUBLEDAY KİTABI OLDU. 2.500 DOLAR AVANS YETERLİ Mİ? GELECEK ÖNÜMÜZDE UZANIYOR. SEVGİLER, BILL.

Yetmişli yılların başında bile iki bin beş yüz dolar çok küçük bir avanstı, ama ben bunu bilmiyordum ve benim adıma bilecek bir temsilcim de yoktu. Aslında benim de bir temsilciye ihtiyacım olabileceğini kavramadan önce, yayıncı için oldukça tatminkâr sayılacak üç milyon dolarlık bir gelir yaratmıştım. (O günlerde Do-ubleday'in standart sözleşmesi, kölelik antlaşmasından biraz daha iyiydi.) Ve benim minik lise dehşeti romanım, çıldırtıcı bir yavaşlıkla yayınlanma yolunda ilerlemeye başladı. Kitap 1973 Mart sonu veya nisan başı gibi kabul edildiği halde, yayınlanması 1974 baharı-

87

Stephen King



nı bulmuştu. Bu alışılmadık bir şey değildi. O günlerde Doubleday sarsıcı cinayet romanları, romantik kitaplar, bilimkurgu öyküleri ve ayda elli veya daha fazla Double D westernleri yayınlayan devasa bir kuruluştu, bütün bunlara ilaveten Leon Uris ve Ailen Drury gibi güçlü yazarların eserlerini basıyordu. Ben çok kalabalık bir nehirde küçük bir balıktım sadece.

Tabby öğretmenliği bırakıp bırakamayacağımı sordu. Hayır dedim ona, iki bin beş yüz dolarlık bir avansa ve sadece önümüzde uzanan belirsiz olasılıklara dayanarak yapamazdım bunu. Kendi başıma olsaydım belki yapardım (muhtemelen de yapardım). Ama bir eş ve iki çocukla? Olacak şey değildi. O gece ikimizin yatağa uzanıp kızarmış ekmek yiyişimizi ve sabahın ilk saatlerine kadar konuşuşumuzu hatırlıyorum. Tabby, Doubleday Carrie'nm karton kapakla yeniden basım hakkını satabilirse ne kadar para kazanacağımızı sordu, ben de bilmediğimi söyledim. Mario Puzo'nun, The Godfather'mm karton kapak hakkı için muazzam bir avans aldığını okumuştum -gazeteye göre dört yüz bin dolar almıştı- ama Carrie'nm bunun yanına bile yaklaşacağını ummuyordum, tabi o da karton kapak hakkını satabilirse.

Tabby -normalde sözünü sakınmayan bir eşe göre nispeten ürkek bir tavırla- kitabın karton kapak baskısını yapacak bir yayıncı bulup bulmayacağını sordu. Ben de, belki onda yedi, sekiz gibi yüksek bir şansı olduğunu düşündüğümü söyledim. Ne kadar getirebileceğini sordu. En iyimser tahminimin on bin ile altmış bin dolar arasında olduğunu söyledim.

"Altmış bin dolar mı?" Adeta şok olmuş gibiydi. "Bu kadar çok olması mümkün mü?"



<» Baba.

88

Yazma Sanatı



Mümkün olduğunu söyledim... fazla iyimser bir tahmindi ama mümkündü. Ayrıca, kontratımın karton kapak için yüzde elli yüzde elli olduğunu da hatırlattım, bu da, Ballantine veya Dell altmış bin dolar ödediği takdirde bizim sadece otuz bin alacağımız anlamına geliyordu. Tabby bir cevap vererek şamata yapmadı... yapması da gerekmezdi. Otuz bin dolar, öğretmenlikte yıllık maaş artışları da göz önüne alınarak dört yılda kazanmayı umabileceğim bir paraydı. Çok paraydı. Muhtemelen de bir hayalden ibaretti, ama o gece hayal kurma gecesiydi.

-31-


Carrie yayınlanmaya doğru ağır ağır ilerliyordu. Aldığımız avansı yeni bir arabaya harcadık (Tabby'nin nefret ettiği ve oldukça renkli fabrika diliyle küfürler savurduğu standart vitesli bir araba) ve ben de 1973-1974 öğrenim yılı için öğretmenlik sözleşmesi imzaladım. Peyton Placem ile Dracula'nm garip bir bileşimi olan ve Second Coming adını verdiğim yeni bir roman da yazıyordum. Bangor'da zemin katta bir daireye taşınmıştık, tam bir çukurdu, ama yine kasabadaydık, geçerli bir sigortası olan bir arabamız vardı ve bir de telefonumuz olmuştu.

Gerçeği söylemem gerekirse, Carrie radar ekranımdan neredeyse tamamen çıkmıştı. Hem evdeki hem de okuldaki çocuklara ancak yetişiyordum ve bir de annem için endişelenmeye başlamıştım. Altmış bir yaşındaydı, hâlâ Pineland Training Center'da çalışıyordu ve her zamanki kadar komikti, ama Dave çoğu zaman kendini pek iyi hissetmediğini söylemişti. Başucundaki komodini reçe-

(1> Peyton Aşkları. p) İkinci Doğuş.

89

Stephen King



teli ağrı kesicilerle doluydu ve Dave, annemin ciddi bir rahatsızlığı olmasından korkuyordu. "Her zaman baca gibi sigara içer bilirsin," diyordu Dave. Bunu söyleyecek son kişiydi, çünkü o da baca gibi tütüyordu (ben de öyleydim ve karım sigaranın masrafından da, sürekli ortalığı batıran küllerinden de nasıl nefret ediyordu) ama Dave'in ne demek istediğini de anlıyordum. Ve her ne kadar anneme Dave kadar yakın yaşamasam ve onun kadar sık görmesem de, onu son gördüğümde kilo vermiş olduğunu söyleyebilirdim.

"Ne yapabiliriz?" diye sordum. Sorunun ardında tek bildiğimiz, annemin her zaman dediği gibi "Kendi başının çaresine bakacağı" idi. Bu felsefenin sonucu da, diğer ailelerin tarihçelerinin yerine bizde muazzam gri bir boşluk olmasıydı; Dave ile ben babamız ve onun ailesi hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyorduk ve annemin geçmişiyle ilgili bilgilerimiz de pek fazla değildi. Bunlar da, sekiz tane ölü erkek ve kız kardeş (en azından bana göre inanılmaz bir durum) ve annemin başarısızlığa uğramış konser piyanisti olma arzusuydu (savaş zamanında bazı NBC radyo temsillerinde ve pazar günleri kilisede org çaldığını iddia ederdi).

"Hiçbir şey yapamayız," diye cevap verdi Dave. "Kendisi istemedikçe."

Bu telefondan çok geçmeden bir pazar günü Doubleday'deki Bili Thonpson'dan bir telefon geldi. Evde yalnızdım; Tabby çocukları alıp annesini ziyarete gitmişti ve ben de Vampires in Our Townm olarak düşündüğüm yeni bir kitap üzerinde çalışmaktaydım.

"Oturuyor musun?" diye sordu Bili.

"Hayır," dedim. Telefonumuz mutfak duvarına asılıydı ve oturma odasıyla mutfak arasındaki koridorda ayakta duruyordum. "Oturmam mı lazım?"



<'» Kasabamızın Vampirleri.

90

Yazma Sanatı



"İyi olabilir," dedi. "Carrie'nm karton kapak hakları dört yüz bin dolara Signet Books'a gitti."

Küçük bir çocukken, Cici Babam bir keresinde anneme, "Niye şu çocuğun çenesini kapatmıyorsun Ruth?" diye sormuştu. "Stephen ağzmı açınca iç organları dışarı fırlıyor." Bu o zaman için doğruydu, bütün hayatım boyunca da doğru oldu, ama 1973 Mayıs ayının o Anneler Günü'nde kelimenin tam anlamıyla dilim tutulmuştu. O koridorda her zamanki gibi gölge yaratarak duruyor, ama konuşamıyordum. Bili hâlâ orada olup olmadığımı sordu, bunu söylerken bir şekilde güler gibiydi. Orada olduğumu biliyordu aslında.

Onu doğru duymamıştım. Duymuş olamazdım. Bu fikir sayesinde sesime tekrar kavuştum en azından. "Kırk bin dolara mı gitti dedin?"

"Dört yüz bin dolar," dedi. "Yol kurallarına göre -yani imzaladığım kontrata göre demek istiyordu- bunun iki yüz bini senin. Tebrikler Steve."

Hâlâ orada dikilmiş oturma odasından bizim yatak odamıza ve Joe'nun bebek karyolasına doğru bakıyordum. Sanford Caddesindeki bu ev ayda doksan dolara kiralanmıştı ve tek bir kez yüz yüze gelmiş olduğum bu adam, bana piyangoyu kazandığımı söylüyordu. Dizlerimin bağı çözüldü. Tam olarak düşmedim, ama bulunduğum yerde bir tür oturma pozisyonuna geçtim.

"Emin misin?" diye sordum Bill'e.

Emin olduğunu söyledi. Rakamı son derece net ve yavaş biçimde tekrar söylemesini istedim, böylece yanlış anlamadığımdan emin olacaktım. Beş sıfırlı rakamı bir daha söyledi. "Bundan sonra da bir virgül ve iki sıfır daha var," diye ekledi.

91

Stephen King



Yarım saat daha konuştuk, ama söylediklerinin tek kelimesini bile hatırlamıyorum. Görüşme bitince annesinin evinden Tabby'ye ulaşmaya çalıştım. En küçük kız kardeşi Marcella, Tabby'nin çıktığını söyledi. Verilecek harika bir haberim olduğu halde ortada onu duyacak kulak olmadığı için patlayarak çoraplı ayaklarımla, evin içinde bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Tepeden tırnağa titriyordum. Sonunda pabuçlarımı giyip kasabaya indim. Bangor'un ana caddesinde açık olan yegâne dükkân La Verdiere's Drug'du. Birden, Tabby'ye çılgın ve abartılı bir Anneler Günü hediyesi almak geldi içimden. Denedim ama karşıma hayatın gerçeklerinden biri çıktı: La Verdiere's'te gerçekten çılgın ve aşın hiçbir şey yoktu. Elimden gelenin en iyisini yaptım. Bir saç kurutma makinesi aldım.

Eve döndüğümde karım mutfakta bebek eşyalarını boşaltıyor ve radyo eşliğinde şarkı söylüyordu. Saç kurutma makinesini verdim. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiş gibi baktı. "Bu ne için?" diye sordu.

Omuzlarından tuttum. Karton kapak satışı olayını anlattım. Anlamış gibi görünmüyordu. Bir daha anlattım. Tabby de tıpkı benim yaptığım gibi küçük, berbat dört odalı dairemize baktı ve ağlamaya başladı.

-32-


1966'da hayatımda ilk kez sarhoş olmuştum. Washington'a yaptığımız ikinci sınıf gezisindeydi. Yaklaşık kırk çocuk ve üç refakatçi (işin doğrusu içlerinden biri tam bir Eski Bilardo Topuydu) bir otobüse doluşmuş ve ilk geceyi içki içme yaşının on sekiz olduğu New York'ta geçirmiştik. Kötü kulaklarım ve aşağılık bademciklerim sayesinde ben neredeyse on dokuz yaşındaydım. Bahane.

92

Yazma Sanatı



Daha maceracı yapıda olan bir grup oğlan, otelin köşesinde küçük bir dükkân bulduk. Harçlığımın bir servet sayılmayacağının bilinciyle raflara göz gezdirdim. Çok fazlaydı... çok fazla şişe, çok fazla marka, on doların üzerinde çok fazla fiyat vardı. Sonunda vazgeçtim ve tezgâhın ardındaki adama (ticaret icat olalı beri bakirlere ilk içkilerini sattığından emin olduğum aynı kel kafalı, sıkıntılı bakışlı, gri ceketli adam) ucuz ne var, diye sordum. Tek kelime etmeden bir şişe yarımlık Old Log Cabin viskisi alıp kasanın yanındaki Winston altlığın üzerine koydu. Üzerindeki etikette 1.95 dolar yazıyordu. Fiyat uygundu.

O gece daha sonra Peter Higgins (Eski Bilardo Topu'nun oğlu), Butch Michaud, Lenny Partridge ve John Chizmar tarafından bir asansöre bindirildiğimi hatırlıyorum... ya da ertesi sabahın erken saatlerindeydi. Bu anım, sanki benim anım olmaktan çok televizyondan bir sahne gibi. Kendi dışıma çıkıp her şeyi izliyor gibiyim. İçimde benden sadece, global olarak hatta belki de galaksi çapında hapı yuttuğumu anlayacak kadar bir parça kalmıştı.

Kamera kızların katına çıkışımızı izliyordu. Kamera, koridorda, yuvarlanan bir gösteri gibi aşağı yukarı iteklenişimi izliyordu. Neşeli bir gösteriye benziyordu. Kızlar gecelikler, sabahlıklar, bigudiler ve kremler içindeydi. Hepsi bana gülüyorlardı, ama gülüşleri oldukça yumuşaktı. Sesleri, sanki pamukların arasından duyu-yormuşum gibi hafif geliyordu. Carole Lemke'ye saçını yapış şeklini sevdiğimi ve dünyanın en güzel mavi gözlerine sahip olduğunu söylemeye çalışıyordum. Ama sanki "Oju-vuju mavi gözler, vu-ju-ruju bütün dünya," dermiş gibiydim. Carole sanki her şeyi anlamış gibi gülüp başını sallıyordu. Çok mutluydum. Dünya bir serseriyi görüyordu, buna kuşku yoktu, ama o mutlu bir serseriydi ve

93

Stephen King



herkes de seviyordu. Bir süre de Gloria Moore'ye Dean Martin'in Gizli Yaşam'ım keşfettiğimi anlatmaya çalıştım.

Bundan bir süre sonra yatağımdaydım. Yatak düzgünce duruyordu ama oda giderek daha hızlı bir biçimde dönmeye başlamıştı. Bir anda odanın, bir zamanlar Fats Domino ve şimdilerde Dylan ve Dave Clark Beşlisi çaldığım Webcor gramofonumun döner tablası gibi döndüğünü kavradım. Oda gramofonun döner tablası ve ben de gramofon koluydum ve kısa bir süre sonra kol plakları atmaya başlayacaktı.

Bir süre uyumuşum. Uyandığımda arkadaşım Louis Puring-ton'la paylaştığım çift kişilik odanın banyosunda dizlerimin üzerin-deydim. Oraya nasıl gittiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu, ama gitmem iyi olmuştu, çünkü tuvalet parlak sarı kusmukla doluydu. Leblebilere benziyor, diye düşündüm ve bunu düşünmek tekrar kusmaya başlamama yetti. Viski kokulu salyadan başka bir şey gelmiyordu ama kafam patlayacakmış gibiydi. Yürüyemedim. Ter içindeki saçlarım gözlerime girerek yatağıma dek süründüm. Yarın kendimi daha iyi hissederim, diye düşündüm ve tekrar sızdım.

Sabahleyin midem biraz yatışmıştı, ama kusmaktan boğazım ağrıyor, sanki bir ağız dolusu iltihaplı dişim varmış gibi başım zonkluyordu. Gözlerim büyütece dönmüştü; otelin pencerelerinden giren korkunç derecede parlak sabah ışıkları gözlerimde odaklanıyor ve sonra beynimi tutuşturuyordu.

O günün aktivitelerine -Times Meydanı'na yürüyüş, Özgürlük Heykeli'ne tekne turu, Empire State Binası'nın tepesine tırmanış-katılmam söz konusu bile değildi. Yürümek mi? Ööö. Tekne? Çifte ööö. Asansör? Dördüncü kuvvette ööö. Tanrım, zor hareket ediyordum. Birtakım yetersiz mazeretler uydurdum ve günün çoğunu yatakta geçirdim. Akşamüzeri kendimi biraz daha iyi hissedi-

94

Yazma Sanatı



yordum. Giyindim, koridordan asansöre dek süründüm ve birinci kata indim. Bir şey yemem hâlâ imkânsızdı, ama zencefilli bir gazoza, bir sigaraya ve bir dergiye hazır olduğumu hissediyordum. Ve lobide bir koltuğa oturmuş gazete okuyan kişi Bay Earl Hig-gins namı diğer İhtiyar Bilardo Topu'ndan başkası değildi. Elimden geldiğince ses çıkarmadan yanından geçtim, ama iyi olmadı. Hediyelik eşya dükkânından döndüğümde, gazetesi kucağında oturmuş bana bakmaktaydı. Midemin ağzına geldiğini hissettim. Ortada müdürle olandan daha büyük bir sorun vardı, hatta muhtemelen The Village Vomit'te yaşadığımdan bile büyük bir sıkıntı. Bana seslendi ve enteresan bir şey keşfettim: Bay Higgins aslında kafa dengi bir adamdı. Şaka gazetemle ilgili olarak epey sorun yaratmıştı, ama belki de Bayan Margitan ısrar etmişti o konuda. Ve ne de olsa o zaman daha on altı yaşındaydım. İlk akşamdan kalma-lığımda ise on dokuz olmak üzereydim, devlet üniversitesine kabul edilmiştim ve sınıf gezisi bittiğinde beni bekleyen bir fabrika işi vardı.


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə