116
Başgöz, bu bilgilerden sonra 16. Yüzyıl yazmalarından derlenen 409
Nasreddin Hoca hikâyesini şu şekilde kümelendirmenin uygun olacağını
düşünmüştür:
1. 65 hikâye din konusu üzerine söylenmiş. Bunlar dinsel inançları,
törenleri, tapınma yerlerini, hocaları, mollaları, ölüm ve yeniden dirilme gibi
konuları içine alan hikâyelerdir.
2. 62 hikâye Nasreddin hoca’nın ailesiyle ilgili.
3. 41 fıkra hoca’nın eşeği ile ilişkilerine ayrılmış.
4. 17 hikâye hoca’nın geçim sıkıntısı ve bunu hafifletmek için giriştiği
ufak tefek hırsızlıklarla ilgili.
5. 15 hikâye, hoca’nın bey, padişah, sultan gibi otoriteler önündeki
davranışlarını sergiliyor.
6. 12 hikâye, yargı sistemi ile; yani kadı, tanık, rüşvet, yalancı tanık,
mahkeme konuları ile ilgili.
Bu hikâyeler arasında 87 tanesi, yani %21’i “müstehcen” hikâyelerdir.
Bu kümeleme açıkça gösteriyor ki, hoca hikâyelerinin ana karakteristiği, Kutsi
Tecer’in ileri sürdüğü gibi ferdi (kişisel) bir güldürü olmak değildir. Onlarda
alay ve eleştiri okları büyük çoğunlukla, din, aile, yargı, ekonomi ve otorite
gibi sosyal kurumlara yönelmiştir; bunların bağımsız insan kişiliğine koyduğu
sınırlama ve baskıya karşı gelen bir güldürüdür. Bunlar arasında cinsele
ayrılan hikâyelerin çokluğu bu konuda insanlarımızın ne ölçüde huzursuz ve
tedirgin olduğunun belirtisi olarak görülmelidir.
117
Bu kümelemenin dışında kalan hikâyeleri belli bölümlere ayırmak güç.
Onlardan bir bölümü insan kişiliğindeki aksaklıkların, densizliklerin
anlatılmasını konu edinmiş kişisel denebilecek hikâyelerdir. Geriye kalanlar,
köylüler, kente gelen köylüler, dükkancılar, çobanlar, komşular üzerine
söylenmiş hikâyelerdir. Bu hikâyelerde avcılık, balık tutma, çift sürme, ekin
ekme, sebze yetiştirme, ağaç dikme, ev yapma, çarşıda pazarda dolaşma,
alışveriş, Hıristiyan keşişlerle yarışma, Hoca’nın yalancı tanıklığı ve şairliği
gibi uğraşlardan ve işlerden söz edilir. Hocanın sosyal ve ekonomik hayatın
her alanına karışmış gösterilmesi, ona her sorunumuz karşısında davranış
sergilemek, düşündüklerini şaka yollu anlatmak olanağı veriyor.”
90
Hoca’nın İyimserliği başlıklı bölümde ise Başgöz şu görüşleri dile
getirmektedir: Nasreddin Hoca’nın hikâyeleri bize gerçek olmayan ama,
gerçekten tümden de kopmamış bir hayat hikâyesi çizer. Hoca geçim sıkıntısı
çeken bir köylü imamdır. Dayalı döşeli bir evi, evinde doğru dürüst eşyası
yoktur. Evine hırsız girince çalacak bir şey bulamaz. Ailenin üyeleri birbiri ile
sürekli çekişme içindedir. Güç tarım işi, amansız kışlar, hoca’nın her işine
burnunu sokan komşuları ile hayat kolay değildir. Sosyal ve politik koşullar
ise dayanılamayacak kadar ağırdır. Başgöz bu görüşlerinden sonra Hoca ile aynı
yüzyılda yaşayan Yunus Emre’nin dönemin halini gözler önüne serdiği bir beyitini
de makalesine almıştır. Devam eden bölümde Başgöz, Hoca’nın bu iyimserliği
hakkında şu tespitlerde bulunmaktadır: Hocamız böyle bir çağda, bu koşullar
içinde bile, inanılmaz derecede iyimserdir. Hiçbir terslik, hiçbir kötülük, hiçbir
sorun Hoca’yı üzmez, onun yüzündeki gülümsemeyi silmez. Bugünün terimini
90
A. g. e. s. 19–22
118
kullanırsak Hoca’da sinir gerginliği (stres) denen şey yoktur. Her felakette
Hoca, ne eder, avunacak bir yan bulur. Bir deprem evini yıkar, Hoca tanrı’ya
şükreder ki, kendisi evde değildir. Eşeği kaybolur, Hoca: “iyi ki ben üstünde
değildim” diye avunur. Karısı ile ırmağa çamaşır yıkamaya giderken, bir
karakuş sabunlarını kapıp havalanır. Dehşetli üzülen karısına Hoca der ki:
“üzülme karı, görmüyor musun, onun üstü başı kapkara, bizimkinden daha
kirli. Sabun bizden çok ona gerekli.”
Nasreddin Hoca’nın bu davranışında, halk edebiyatımızın, başka
ölümsüz tipleriyle benzer çizgiler vardır. Karagöz de böyle bir halk
kahramanıdır. Her oyununun sonunu da “çok şükür sağlığa” diye bitirir.
Bunlar aydınlığın karanlığa, iyiliğin kötülüğe, hayatın ölüme zaferini ilan
ederler. İyimserlik de, kötümserlik de, insan karakterinin iki yanı. Hoca’nın
iyimserliğimizi sergilemesi, ona bağlanmamızı sağlar, ona imreniriz ve onun
gibi olmaya çabalarız.
91
Başgöz, Hoca’nın fıkralara konu olan iyimserliğini bu şekilde anlattıktan
sonra Hoca ve Din adlı bölümde konu hakkında şunları belirtmektedir: S. Freud,
humor (şaka) ile ilgili meşhur çalışmasında, “her şakanın altında ciddi bir
düşüncenin bulunduğunu” ileri sürer. Bu görüşü paylaştığımız için hoca
hikâyelerinin ardındaki ciddi fikirleri ve onların toplumla olan ilişkisini
araştırmaya çalışacağız. Fıkralarda en büyük bölüğün dinle ilgili olması, daha
16. Yüzyılda dinin toplum ilişkilerinde odak noktası olduğunu gösteriyor.
Hoca’nın dinle ilgili hikâyelerinde iki belirli çizgi görürüz: bunların birinde
hoca, politik din halini alan, yani devletin dini olan, Sünni Müslümanlıkla alay
91
A. g. e. s. 23–25
119
eder, Tanrı’nın adalet anlayışına takılır, camide ve mescitte oralara
yakışmayacak vaazlar verir, din adına batıl inanışlara bağlanmayı, dini kuru
bir şekilcilik olarak görmeyi kınar, davranışları din adamlığına yakışmayan
hocaları, kadıları, mollaları taşlar. Ama buralarda alay ve eleştiri belli sınırlar
içinde kalır; dine, din törenlerine ve din sembollerine hakaret edecek
dereceye varmaz. Dini bütün bir Müslüman bu fıkralardan hoşlanmasa da,
onlara güler geçer. Çünkü onlar, Müslüman edebiyatında şathiyat denen
türün kabul edilirlik sınırını zorlamamıştır. Dinle ilgili ikinci bölümdeki
fıkralarda Nasreddin Hoca çok sert ve kırıcıdır. Alayda ve taşlamada hoşgörü
sınırlarını aşar. Dine, din adamlarına, hatta peygambere hakarete kadar
vardırır güldürüyü. Herhangi bir Müslüman’ın bunlara dayanması, bunlara
kızmaması çok güçtür.
Hangi guruptan olursa olsun, Hoca’nın din üzerine söylenmiş
hikâyeleri, devlet dini olan Müslümanlıkla, yani politik İslam’la, dinin Bâtıni
(heterodoks) yorumu arasındaki bir gerginliği yansıtır. Buna tekke
Müslümanlığı ile cami Müslümanlığı arasındaki çatışma da diyebiliriz.
Hoca’nın yaşadığı 13. Yüzyılda, Anadolu’daki köylü ve göçebe Türkmenler
gerçi Müslümandı ama, onların halk dini, İslam öncesi inanışlarını, gelenek
ve göreneklerini ve insan ilişkilerini hala yaşatıyordu. Başgöz, Köprülü, Cahen
ve Turan’dan aldığı bu tespitten sonra tekke İslam’ı ile devlet İslam’ı arasındaki
farkları belirtmiştir. Daha demokrat ve hoşgörülü olan tekke İslam’ının bir halk dini
olduğu görüşünü şu şekilde ifade etmiştir: Özellikle devletin zayıf düştüğü
zamanlarda, tekkeler ciddi bir politik-dinsel güç haline geliyorlardı. Selçuklular
döneminde ortaya çıkan ve neredeyse imparatorluğu yıkacak bir güce
Dostları ilə paylaş: |