Bernard Lewis ise bu belgenin amacının, İmparatorluğun kötü durumunun olabildiğince
karanlık tasvir edilerek, Osmanlı egemen çevrelerinin yenilgiyi kabule hazırlanması
olduğunu iddia etmektedir (Lewis, 1996:46).
Belgenin kendisi incelendiğinde, gerekli reformların ne olduğunu tartışan Müslüman ve
Hristiyan’ın tezlerinin, yabancı gözlemcilerin görüşüyle birlikte sunulduğu
görülmektedir. Tartışmadaki “Müslüman” Osmanlı rejiminin ve İslamın üstünlüğünü
vurgularken, “Hristiyan” ise buna karşı çıkmamakla beraber, Avrupa dünyasında
gelişen yeniliklerin alınması gerekliliği üzerinde durmaktadır. Müslüman bunu
onaylamasa da, tersini de iddia etmez. Sözü edilen yenilikler ise kültür ve ekonomi
alanlarında değil sadece askerlik alanlarındadır (Berkes,2004:45).
Lale Devrinin diğer bir askeri reform projesi de 1716 yılında Rochefort adlı bir Fransız
subayı tarafından padişaha sunulmuştur. Fransa’da ortaya çıkan Katolik-Protestan
savaşından kaçan ve aslen Protestan olan Huguenot grubunun başında bulunan
Rochefort isimli subayın Osmanlı’dan istediği şey Eflak ve Boğdan, olmazsa başka bir
yerde yerleşme izni verilmesidir. Bu amaçla o dönemki sadaret Kaymakamı olan
İbrahim Paşa ile görüşmelerde bulunan Rochefort, Osmanlı ordusunda yabancı
mühendis subaylardan oluşan bir fen kıtasının kurulması için bir proje sunmuştur.
Rochefort, Osmanlıya kabul edildikleri taktirde “cedit nizam” alayları kurmak üzere
subay eğitimi ve yetiştirmesini üstleneceğini, kendilerinin Protestan olması nedeniyle
Osmanlının baş düşmanı olan Katoliklerin zulmüne uğradıklarını, Osmanlı Devletinin
kendilerine yer vereceğine inandığını söyler. Ancak Rochefort’un İstanbul’a niçin
geldiğini, casus tercümanlar aracılığıyla öğrenen Fransız elçisi, hükümetinin direktifine
uymuş ve rüşvet yolunu kullanarak bu projenin kabul edilmesini önlemiştir
(Berkes, 2004:46-49).
Lale Devrinde ortaya çıkan bu reform talepleri, düşünüldüğü kadar uygulamaya
koyulamadı. Denizcilik ve Gemicilik alanında bazı yenilikler yapılmaya başlandı.
Osmanlı tarihinde ilk kez 1682 yılında üç ambarlı kalyon inşa edilmişti. III. Ahmet
zamanında bu gemilerin yapımı tekrar ele alınıp geliştirildi ve kadırga tipi gemiler
Osmanlı donanmasından kalkmaya yüz tuttu. 1720 yılında asıl adı David olan bir
Fransız, Türklüğe geçerek “Gerçek” ismini aldı. İşte bu Fransız’ın İstanbul’da bir itfaiye
takımı kurduğu görülmektedir. Ayrıca yine bu dönemde, Haydarpaşa’da bir birlik
74
kurularak, Avrupa usulü talimlere başlatılmıştır. Tam olarak kimin tarafından ne zaman
kurulduğu belli olmayan bu birliğin toplam 300 kişiyi bulan askerlerinin tamamı
padişaha en yakın ocak olan Bostancı ocağından alınmıştır. Bu seçkin birlik 1730
Patrona Halil isyanına kadar eğitimlerine devam etmiştir. (Lewis, 1996;
Berkes,2004:63).
Lale Devri (1718–1730) Osmanlı tarihinde daha çok batı taklitçiliğinin, zevk ve sefanın
yoğun olarak yaşandığı bir devir olarak anılmaktadır. Gerçekten de bu dönemde, Paris’e
elçilik göreviyle giden Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin dönerken getirdiği planlara göre
İstanbul yeniden imar edilmiştir. Fransız mimari planlarına göre yapılan Kâğıthane’deki
Sadabat Köşkü, Üsküdar’daki Şerefabat, Beylerbeyi bahçesindeki Bağ-ı Ferah,
Fındıklı’da bugün Mimar Sinan Üniversitesi’nin bulunduğu yerde Emnabad,
Alibeyköyündeki Hüsrevabad dönemin en önemli saraylarıydı. Döneme ismini veren
Lale çiçeği adeta bir tutku ve prestij sembolü haline gelmişti. Yaz aylarında lale
bahçelerinde eğlenceler düzenlenir, kış aylarında da helva sohbetleri yapılır olmuştu.
Lalenin 239 çeşidi yetiştirilirken, bunlara çeşitli isimlerde verilmişti. Fiyatları çok
pahalı olan lale soğanları, Mahbub, Müferrih-i zat, Vefk-i Meram, Nur-ı Saadet gibi
isimlerle anılır olmuştu. Fransız yaşantısı ve modasının taklit edilmeye başlandığı bu
dönemde, Osmanlı yüksek tabakası lale bahçeleri arasında yeni bir dünyanın zevk ve
sefasına dalmışlardır. Tütün ve kahvenin serbest bırakılmasıyla İstanbul halkı da
kahvehanelerde ve meyhanelerde, yöneticileri gibi eğlenir olmuştu. Devletin ileri
gelenleri, devlet sorunlarını lale bahçelerinde tartışırken, halktan ayırt edilmez duruma
gelen yeniçerilerde hem kendi aralarında hem de halk tabakasıyla Galata ve İstanbul
kahvehanelerinde aynı konuları konuşuyorlardı. Sadrazam İbrahim Paşa ve çevresi bu
eğlencelere o kadar dalmıştı ki 7–8 aydır ayaklanma hazırlığı içindeki Patrona Halil ve
adamlarının farkına varamadılar (Berkes,2004:43-44;Haksun,2004:172-175).
Sonunda 28 Eylül 1730 tarihinde, Yeniçeri ocağına kayıtlı 17 kişi birleşerek Sultan
Bayezid Camisinin kaşıkçılar kapısında, ellerinde yalın kılıç ve bayrak açıp dört koldan
harekete geçti. Oradan divan yoluna geçip et meydanına gelen asilere, Yeniçeri
Odalarının kapısı açılarak I.Bab-u gün kazanı çıkarıldı. Meydanda epeyce bir kalabalık
toplanmıştı. Ayaklanma devlet ileri gelenlerini şaşırtmıştı. Aslında ayaklanma gecesi
asilerin yanındaki kalabalık evlerine dağıldığı için, ancak 40–50 kişi kalmıştı. Saraydan
75
bir miktar bostancı ile baskın yapılsa topluluk dağıtılırdı. Görüşmelerle zaman harcandı.
Sancak-ı şerif çıkarıldı ve asilere istekleri soruldu Asiler; “Padişahımızdan her vehiç ile
hoşnuduz. Lakin devletlerine karar ve kıymetleri olan 4 kişi iki saat içinde bize teslim
edilsin” dediler. Sonra da 37 kişinin isimlerini saraya bildirerek bunların saraydan
uzaklaştırılmasını istediler. Dört kişilik listede Sadrazam İbrahim Paşa, Şeyhülislam
Abdullah Efendi, İbrahim Paşa’nın damatları Mehmet ve Mustafa Paşalar vardı.
Padişah III. Ahmet, kendisini kurtarmak için asilerin istediği İbrahim, Mustafa ve
Mehmet Paşaları boğdurarak cesetlerini asilere verilmek üzere At Meydanına gönderdi.
Asilerin buna rağmen dağılmaması üzerine, Sultan III. Ahmet tahttan çekilerek, yerini
yeğeni I.Mahmut’a bıraktı (Haksun, 2004:175-176; TSK Tarihi 3/4, 1982:276-283).
Bir döneme son vererek Sadrazamın kellesini alan, Osmanlı padişahını tahtından indiren
Patrona Halil ayaklanmasının aslında hiçbir ideolojik yönü bulunmuyordu. Her ne kadar
ayaklanan kalabalığın ikide bir şeriat isteriz diye sesleri duyuluyorsa da isyana neden
olan olayların dinle hiçbir alakası bulunmuyordu. Sadrazam İbrahim Paşa, devletin
ekonomik durumu kötü olmasına rağmen halka hiçbir katkısı olmayan, sadece seçkin
bir tabakanın eğlencesi için kullanılan çok sayıda saray yaptırmıştı. Nitekim isyanın
sonunda bu eserlerin tamamı asiler tarafından yıkılmıştır. İbrahim Paşa’nın bütün
önemli makamlara kendi akrabalarını getirmiş olması ve batı taklidi eğlenceler,
dedikoduları arttırmış ve isyana zemin hazırlamıştı. Ayrıca Lale Devrinin en önemli
yeniliği olan matbaanın İstanbul’da sayıları 90.000’i bulduğu söylenen hattatların bir
kısmını işsiz bırakması da ayaklanmanın taraftar bulmasını kolaylaştırmıştı. Din
kurumunun, matbaanın ancak din dışı yapıtları basabileceğini bildirmesi, hattatların bir
kısmının işlerini korumasını sağlamış, bu durum asilerin tutumlarını da etkilemiştir.
Ayaklanmanın sonunda matbaaya, tulumbacılık örgütüne, kâğıt ve kumaş fabrikalarına,
çini atölyelerine dokunulmamıştı. Tepki sadece eğlenceye ve batı taklitçiliğine yönelik
eserlere karşı olmuştu. Ancak Patrona Halil Ayaklanması ideolojik yönü olmamasına
rağmen, gerici çevreler tarafından tepkisel halk hareketlerinin kullanıldığı ilk ayaklanma
olma özelliğini taşımaktadır (Haksun, 2004:177-178; TSK Tarihi 3/ 4, 1982:276-283).
76
Dostları ilə paylaş: |