VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
5
Türk Kültüründe Hikmet Söyleme ve Hakîm Süleymân Ata
1
İslâmiyet’in benimsetilmesi ve yaşanılması sürecinde toplumsal bir görev
üstlenen mutasavvıf şairlerin sanat kaygısı ve lirizmden uzak söyledikleri, dil ve
şekil açısından geleneksel Türk şiiri özelliklerini taşıyan şiirlerine Türkistan’da
“hikmet” adı verilmiştir. Hikmet adıyla dile getirilen bu şiirler, halkın konuştuğu
günlük konuşma dilinde, halkın duygu ve düşüncelerine uygun samimi bir edâyla
söylenmiş eserlerdir. Türkistan’da hikmet söyleme, Ahmet Yesevî tarafından
başlatılan ve Yesevî dervişlerince devam ettirilen bir gelenek halini almıştır.
Hikmetler gerek tekkelerde gerekse halk arasında ezberlenme, toplu olarak
okunma şeklinde bir ibâdet şeklini almıştır. Özellikle Yesevî dervişleri hikmet
söylemeyi bir görev olarak kabul etmiş ve gittikleri her yerde halka İslâmiyet’i
anlatmada bir araç olarak kullanmışlardır. “Toplandıklarında (meclislerinde), Yesevî
mürtitleri zikr-i erre (bıçkı zikri) denen çok değişik bir zikr uyguluyorlardı. Bu ad,
‘Hay…hu…’ haykırışları ile başlayan zikr’in söylenişinin, bıçkı sesini andırmasından
kaynaklanmaktaydı. İslâm’ı yayma amacı içinde, Ahmed Yesevî, ‘Hikmet’ adı
verilen neşîdeler söylüyordu. Bu manzumeler, Türklerin İslâm’a yönelişlerini
belirlemiştir” (Melikoff 2006:160).
Gerek Ahmed Yesevî gerekse ardılları tarafından söylenen hikmetler, “yeni
dine, İslâm’a geçişe çağrının da ötesinde tasavvuf etkisiyle renklendirilmiş ‘rahat bir
şer’iat’ anlayışının ürünleridir. İslâm’a henüz geçmemiş ya da geçme sürecini
yaşayan Türklere tasavvufun inceliklerini ve tarikatın kurallarını öğretmekten çok,
en azından onların İslâmî anlayışı kavramalarını kolaylaştırma çabası, hikmetlerin
başlıca içeriğini oluşturur” (Kula 2002: 65).
Pekiyi, Ahmet Yesevî şiirlerini neden hikmet olarak adlandırıyordu? Hikmet,
İslâm inancında ne idi, neye karşılık geliyordu?
Kutluer’in (1998:503-511) verdiği bilgilere göre hikmet, “yargıda bulunmak”
anlamındaki hükm mastarından türetilmiş bir isimdir ve “engellemek, alıkoymak,
gemlemek; sağlam olmak” anlamlarını muhtevi ihkâm mastarıyla da ilişkilidir. İbn
Düreyd’in tespitine göre Arapçadaki “el-kelime mine’l-hikme” deyiminde geçen
hikmet kelimesinde “alıkoymak, gem vurmak, sakındırmak” anlamları daha çok
belirgindir Bu çerçevede hikmet ile, belli bir hususta hüküm verme, bu hükümle de
kişiyi kötüden, çirkinden, olumsuzdan, cahilâne davranışlardan alıkoyma; iyiye,
doğruya, güzele yönlendirme muhteviyatındaki sözler kastedilmektedir. Böyle
ahlâkî muhtevalı özlü sözlere hikmetin yanı sıra “hüküm” de denilmektedir. Hikmet,
gereksiz lafızlardan arındırılmış akla uygun özlü sözdür. İlahî kelâm olma,
mükemmellik, olgunluk, vd. özellikleri açısından Kur’ân-ı Kerim, Hikmetü’n-Bâliga
(Olgunluğun, mükemmelliğin son noktasına ulaşmış hikmet) olarak adlandırılmıştır
ki bu adlandırmada hikmetin kaynağının ilahî olduğuna işaret edilmiştir.
Taberî (838-923), hak ve batılı ayırt edici özelliğiyle hikmetin hükümden
alındığını söyler. Reşîd Rıza (1865-1935) ise hikmeti, insan iradesini hayrın ifadesi
olan faydalı amele sevkeden doğru bilgi şeklinde tarif eder ve hikmetin aletinin
verdiği hüküm kesin olan akıl olduğunu belirtir. İnsanın, varlıklar arasındaki yerini,
akıl ve cüz’i de olsa bir irade sahibi olması sebebiyle görevini idrak etmesi,
varoluşun hikmeti hakkında bilgilenmesiyle mümkündür. Bu bilgilenmeyle, yani
hikmetin idrak edilmesiyle insan hâkim sıfatını kazanacaktır. Hakîm olmayan insan
1
Bu bölüm, “Hakîm Süleymân Ata-Hikmetler ve Kıssalar, Kurgan Yay.,2011, Ankara” adlı
kitabımızın ilgili bölümünden yararlanılarak oluşturulmuştur.
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
6
eksiktir ki böyle insanı kuvve hâlinde insan saymak gerekir. Hüküm ve hikmet
sahibi olan hakîm, bilfiil eksiksiz insandır; kendini gerçekleştirmiş ve bu özelliğiyle
öteki varlıklardan ayrılmıştır. Diğer bir deyişle âlim, ilmî hüküm sahibi ve işlerini
gereğince sağlam, kusursuz eyleyen kişi, hikmetin ihkâmla bağı sebebiyle
“hakîm”dir. Hakîm, belli bir tecrübî olgunluk içerinde dengeli, çevresiyle uyumlu,
çevresindekilere faydalı ve onları Hakk’a, adalete, doğruluğa yöneltme çabasıyla
hareket eden, “kendisini gerçek dışı bilgilerden ve nefsani arzulardan alıkoyan,
düşünce istikametine ve davranış selametine sahip bulunan kimse”dir (Topaloğlu
1997:181).
Kur’ân-ı Kerim’in Hikmetü’n-Bâliga olarak adlandırılmasından hareketle,
Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’in sünnetine sıkı sıkıya bağlı bir sufi olan Ahmet
Yesevî, Kur’ân’dan halka İslâmiyet’in emir ve yasaklarını Türkçe olarak aktarıyordu
ve dolayısıyla dile getirdikleri bizzat Kur’ân’dı. Söylenenler Kur’ân’dan olunca,
kaynak da ilahî idi ve hikmet olarak değerlendiriliyordu. Hikmet söyleyen hakîm,
söyleyiş ise, hakîmâne söyleyiş şeklinde adlandırılıyordu. Hakîm, hakîmâne
söyleyiş, hikmet, hikmet söyleme gibi kavramlar, İslamiyet’in Türkler arasında
kabulü sonrasında, Ahmed Yesevî ile dilimize, edebiyatımıza giren ve sonra da
günlük hayatımızda yer eden, yer ettiğince de anlam dereceleri artan kelimelerdir.
Hakîmâne söyleyiş, “hikmet”in tanımından ve kapsamından hareketle
söylersek (Kutluer 1998:503-511) bir davranış, bir söz söyleyiş biçimidir. Hakîmâne
davranan kişi, işleri gereği gibi sağlam ve kusursuz yapan kişidir. Bir işi gereği gibi
sağlam yapmak, bir sözü yerinde ve anlamına uygun söylemek için kişinin idrak
sahibi olması, idrakle elde edilen bilgi sahibi olması gerekir ki herhangi bir konuda
hüküm verebilsin veya bir tavır, davranış gösterebilsin.
Seyyid Şerif el-Cürcânî, hikmetin gerçeği ifade eden her türlü söz, gereksiz
lafızlardan arındırılmış akla uygun özlü söz olduğunu belirtirken aklımıza Kur’ân-ı
Kerim gelir; zira hikmet sözü Kur’ân-ı Kerim’de on yerde kitap kelimesiyle beraber
olmak üzere yirmi defa geçmektedir” (Kutluer 1998:503). Zemahşerî, Nahl
sûresinin 125. âyetindeki “(Ey Muhammed) Sen, Rabb’ın yoluna hikmet ve güzel
öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et” şeklindeki cümlede geçen
hikmetin, gerçeği açıklayan, şüpheyi gideren delil, sahih ve muhkem söz olduğunu
ve hikmet sözüyle kastedilenin doğrudan doğruya Kur’ân olabileceğini belirtir.
(Kutluer 1998:504). Bakara sûresinin 269. âyetinde “Allah, hikmeti dilediğine verir.
Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak
akıl sahipleri anlar” buyurulmaktadır ki burada da hikmet, doğruyu yanlışı ayırt
etmeye yarayan bilgi anlamında kullanılmaktadır. Tasavvuf düşüncesinde ise
hikmet, ilhamla Allah’tan gelen bâtın bilgisi veya marifet olarak kabul edilir. Marifet,
tasavvufî açıdan insanın kendisini ve Rabb’ını bilmesidir.
İnsan açısından hikmet, insanın Yaratıcı’sını, kendisini, yaratılışındaki sırrı
bilmesi, diğer yaratılmışlar içinde kendi durumunu ve yerini idrak edip bu bilgiyi
özlü şekilde dile getirmesidir. “Allâh ve insan sevgisini gönüllerde yerleştirmeği
gâye edinen Hz. Peygamber’in şeriatına ve sünnetine uymağı telkin eden, insanı
kötü amellerinden kurtarmağa çalışan ahlâkî prensiplerdir. Denilebilir ki hikmet,
İslâmiyet’in manzum olarak ifadesidir” (Eraslan 1982:155).
Hikmet, Türkçeye ve dolayısıyla Türk edebiyatına Ahmed Yesevî ile girmiş
bir şiir türünün de adıdır. Yesevî dervişlerinin Anadolu’ya, Balkanlara vd.
coğrafyalarda giderek değişik tarikatlar hâlinde teşkilatlanmaları sürecinde her
tarikat hikmeti kendi anlayışlarınca adlandırmışlardır. Sözgelimi, genel bir ad olarak